« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Mar

2016

Sosyal hayatı kemiren terörün dermanı hamaset mi?

KENAN ÇAMURCU 01 Ocak 1970

2012'de Necef ve Kerbela ziyareti sırasında Bağdat'a da uğramıştık. Kâzımeyn türbesinin yakınında bir sokakta kağıt gibi buruşmuş onlarca araç gördüm. Tepeleme yığmışlardı. Bombalı saldırılardan arta kalmış hurdalar. O acaip, korkutucu, irkiltici görüntüyü izlerken Ankara'daki cılız aklın, Suriye'de hükümet devirme macerası sebebiyle hayırhah baktığı tekfirci terör örgütleri yüzünden Ankara'da benzer manzaralara tanık olabileceğimiz aklımdan geçti. Dehşete kapılıp zihnimden kovdum o faraziyeyi.

Fakat çabam nafileymiş. Ankara şimdi terör kara deliğinin anaforuna kapılmış şehirler arasında Bağdat'la birincilik için yarışıyor. Üstelik Irak'taki durumdan daha beteriyle yüzyüzeyiz. Ankara'yı sadece tekfirci terör değil, AK Parti'nin bölgesel buhranlardaki tekinsiz rolü yüzünden doğan otorite boşluğunda etnik terör de vuruyor.

Tahran, Şam, Bağdat ve Beyrut'ta terör tecrübeli nice âkil, Ankara'daki hükümetin mesuliyet sahiplerine “etmeyin, yapmayın, Suriye'de otorite zaafa uğrarsa bu terör gelir sizi de, bizi de, herkesi vurur” diye yalvar yakar dil döktüğü kaç sene geçirdik. Davutoğlu ve Erdoğan ise bütün bu ikazları onların acziyetine verip yüzlerinden hiç eksiltmedikleri müstehzi mütebessim edayla, Türkiye'nin uydusu yeni Ortadoğu'da onlara da masada yer lütfedeceklerini tekrarladı durdu.

Filmin sonunda Türkiye, Suud bayrağının arkasına dizilmiş Fars Körfezi şeyhlerinin arasında statta Suud padişahının önünde müsamere geçidi yapar halde buldu kendini. Son karede akan jenerikte adı zor okunan figürasyon arasında, mesela “5. adam” gibi bir şey.

Obama'nın The Atlantic'te yayınlanan makalede Erdoğan için “fiyasko, otoriter” ve Suudiler için “aşırılıkçılığın bayraktarı” demesi Riyad ve Ankara için yıkıcıydı. Makale sahibi bu yeni tarza “dışpolitika devrimi” diyor. Yaklaşımları “Obama doktrini” sayılmayı hakedecek kadar etkileyici buluyor. Haklı.

Suudi eski istihbarat şefi Faysal el-Türki, cevaben Şarku'l-Evsat'ta Obama'ya sitem makalesi yazdı. Makalede “Hani İran'a karşı birlikte mücadele edecektik” diye ağlıyordu. Amerikan ekonomisine Suudi parasının katkısını hatırlatıyor, “asalak değiliz” falan diyordu. Ama beyhude. Washington'da Riyad'ın ne düşündüğü ve söylediği kimsenin umurunda değil artık. IŞİD'in devlet ve yurt edinme niyetine ilişkin analizlerden vazgeçildi. Şimdi “Suudi Arabistan var ya” deniyor.

Aslında Erdoğan da gidişatın epeydir farkında. Onurlu çıkış da arıyor, kaotik krizde aradan sıyrılmayı da hesaplıyor. Ankara'da üç hafta arayla patlayan ikinci dehşet bombasından sonra “meşru müdafaa hakkı”ndan bahsedip nabız yokladı mesela. Yani Suriye'ye hamle yapsa ne tepki göreceğini test etti. Lakin başta ABD, batılı müttefikleri oralı olmadı. Cevap bile vermedi. Bu ürkütücü sessizlik karşısında Erdoğan da Suriye'ye müdahale gibi bir çılgınlığın sonuçlarını kestiremediğinden bir kez daha mecburen frene bastı.

Rusya'nın IŞİD, Nusra, Ahrar, Ceyş, ÖSO, onlarca bilmem ne bela, hepsinin kafasına bomba yağdırdığı sırada Ankara heyecanla parmağını Cebel Ekrad, Lazkiye, Humus, Halep'e uzatıp Washington'a “ılımlıları vuruyor” diye feryat ettiği her defasında, Obama'nın “ama bak olmuyor böyle, bizim çocukları vuruyorsun” deyip de kılını kıpırdatmadığı görüldü neticede. Üstelik Amerikalılar, Ankara patlamalarını da soyut kınamayla geçiştiriyor. Ankara'nın arzu ettiği gibi ne PKK'yı anıyor, ne eyleme geçmekten sözediyor, ne de muhafazakar rejimi cesaretlendiriyor. Bilakis Kandil'e operasyon için Irak hava sahası her ihlal edildiğinde kaş çatıyor. Ba'şika'ya emrivaki asker gönderme krizi de ne sona erdi, ne unutuldu. Ankara hâlâ Irak'ta işgalci olarak tanımlanıyor. BM kayıtlarında durum bu. Dosyanın Güvenlik Konseyi'nde karara dönüşmesini şimdilik Ankara'nın hangi tavizleri engelliyor bilmiyoruz.

Davutoğlu da Suriye'ye saldırması için Türkiye'ye iltifat ve para yağdıran Arap şeyhlere hitaben “Araplara nasıl güveneceğiz?” diye ağız yokladı, fakat tık yok. Tahran'da “Bölgeye yabancıları sokmayalım” edebiyatıyla İran ve Suriye'nin haberli olduğu ABD-Rusya anlaşmasına karşı hamle denedi, tutmadı. Devrim Muhafızları Ordusu'nun önemli isimlerinden (Kasım Süleymani'nin danışmanı) analist Sadullah Zarei, “Davutoğlu, Rusya-ABD anlaşmasını bozmayı denemek üzere Tahran’a geldi. Acelesi vardı. Tahran'ınsa acelesi yok. Rusya'yla arayı bozmaya da hiç niyetli değil.” dedi.

Suriye müzakerelerinin başlamasının eşiğinde Putin, Suriye'deki askerlerin bir kısmını geri çekmeye karar verdi. Amerikalılar durumdan haberdar değilmiş gibi yaptı. Ama analizlerin satır aralarına bakılırsa bu konu Kerry ve Lavrov'un Suriye ateşkesini görüştüğü sırada ele alındı. Esad'n siyasi danışmanı Buseyna Şaban'ın “Rusya'nın çekilmesinden sonra uluslararası toplum da muhalif gruplara desteği kesecek.” açıklaması bu varsayımı teyit ediyor. Büyük bir seçim zaferiyle sivrilen Ruhani'nin reformcu İran'ı da ABD gibi Rusya'nın asker çekmesine “olumlu” dediğine göre Şam eksenli yeni bir oyun planı var demektir. Kremlin sözcüsü Dimitry Peskov “Suriye'deki kuvvetlerimizin bir kısmını çekmemiz müzakerelerin faydası için” dedi. Die Welt, “Rusya çekilse de alacağını aldı. Moskovasız Suriye'de hiçbir şey yapılamaz artık” diye yazdı.

Putin'in, Esad'ın bilgisi ve onayıyla Suriye'den asker çekmesinden habersizmiş gibi davranan Amerikalılar, Riyad-Ankara kardeşliğine çalım atıyor herhalde. Hem de ne çalım: Sputnik'in haberine göre Obama, Şam'ın 2013 yazında Doğu Guta'da kimyasal silah kullanmadığını itiraf etti, Buseyna Şaban da “ABD ile diplomatik ilişkiye dönmemiz uzak ihtimal değil” dedi. Eh, artık Ankara ve Riyad'a birbirine sıkı sıkı sarılıp ağlamak düşüyor.

2011 başında Erbakan'a gelen İhvan ağırlıklı bir Suriye heyeti; Amerikalılar, Suudiler ve AK Parti iktidarının desteklediği silahlı isyan başlatacaklarını söylediğinde Erbakan “sakın ha” demişti. Erbakan, Suriye'nin parçalanmasının Türkiye'nin parçalanması demek olduğunu durduk yerde söylemedi yani. Suriye meselesinin Türkiye'yi de hedefe koyan operasyon olduğunu aklı eren çok insan anlattı. Ama tüccar siyasetin aklı buna hiç ermedi. Yahut dünyevî hırs ve ihtiras öyle göz kararttı ki, hakikati görecek basirete perde indi. Nasıl kalın perdeyse, Erdoğan'ı hedef alan seri operasyonları bile hissedemiyor artık. Baksanıza, meczubun biri ortalık yerde bas bas “Rus pilotu ben öldürdüm” diye bağırıyor, yahut başka biri “Türk devleti gidip Moskova'yı patlatsın” diyor, bir başkası “Erdoğan hain listesini imha etsin” deyip faili kayda geçiriyor. En yeteneksiz zeka bile yağmur gibi yağan bu operasyonları görür, tespit eder ve boşa çıkarmak için karşı hamle yapar. Yapılmıyorsa ya akledemiyor, ya da kımıldayamayacak denli kıskıvrak vaziyette.

Etnik terör, Ankara'nın güneydeki savaşına cevaben başkentte dilediği zaman, dilediği yerde, dilediği şekilde bomba patlatıp dilediği sayıda insanı katlediyor. Nihilist terörün bu rahatlığına karşın koskoca devletin sergilediği çaresizlik dost düşman bütün başkentlerde “hasta adam” betimlemelerine ilham oluyordur.

Terörün de bileşik kapları var. “IŞİD Bağdat kapısında” diye zil takıp oynarken veya “Kobani düştü düşecek” deyip mutlu olunurken oralardaki kap boşaltılınca terör sıvısının Türkiye'ye akacağı bilinmeliydi. Devletin işi bu çünkü. Devlet, asli fonksiyonlarını dahi göremeyecek halde demek ki. Mefluç.

Terör, devlete diz çöktürmek için sosyal hayata saldırıyor. Otobüs durağında sıradan insanları hedefe koymanın, savaş stratejisi bakımından, ABD'nin Japonya'yı dize getirmek için sivil katletmesinden farkı yok. Yahut liberal demokrasilerin ikinci dünya savaşında Almanya şehirlerinde milyonlarca sivil öldürmesi gibi bir şey.

Etnik veya tekfirci terörün nihilist saldırıları sosyal hayatı kemiriyor. Başarılı oluyor da. Bombalı saldırılar özellikle büyük şehirlerde yaşayanlarda, patlamayla vuku bulan korkunç ölümün her defasında kendilerine bir adım daha yaklaştığı hissini uyandırıyor. Terörün şehirlerde yarattığı etki, 1999 depremi günlerinde hafif sallantının bile yolaçtığı korku, dehşet ve tepkiye eş.

İstanbul'da otobüste iki kişi konuşuyordu: “Metrobüste arkamda Arapça konuşuyorlardı. Bir ara biri 'Allah' diye sesini yükseltti, bombanın pimini mi çekti diye dehşetle irkildim.” Yani Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “endişe etmeyin” tavsiyesinin teskin edici hiçbir rolü yok. Çarşı pazarda gezen biliyor, görüyor. İnsanlar çat sesi duysa etrafa kaçışıyor, yahut buz kesip kalakalıyor. Bizzat defalarca tanık oldum.

Bombaların patladığı metronun, otobüsün, durakların, çarşı pazarın yakınından bile geçmeyen ahlakı bozuk izole canlılarsa bu travma ve dehşeti yaşayan insanlara “terörle yaşamaya alışmalıyız” nasihatı ediyor. Ruhları çürük yumurta gibi kokan vicdan mahrumları, kalpsizler, izan ve insaf yoksunları.

Başbakan da her dehşet verici bombadan ve onlarca insanın hayatını kaybetmesinden sonra gözleri ışıl ışıl milletin fedakarlığını anlatıyor. Aklınca moral olsun diye hamaset yapıyor. Bir parça haya iyidir, imandandır hem. Halbuki fedakarlıktan bahsedecek olanlar, o saldırıda can verenlerin yakınları veya yaralananlar. Onların canından hamaset hovardalığı yapmak hiç mi utandırmıyor? Başbakana düşen, canları koruyamadığı ve kurtaramadığı için mahçup olmaktır. Bir araba klişeyi tekrarlamak yerine sessizce başını öne eğip koruyamadığı canlardan ve onların velilerinden utanmalı, hicap duymalı, üzüntü ve acı hissetmeli. Aksine, kameralar karşısına geçip dakikalarca konuşuyor, usandıran, yıldıran, bıktıran beylik laflarını tekrarlıyor. Görevi terörist saldırıyı önleyip canları kurtarmak olan hükümet, öfkelenmeyi bile vatandaşa bırakmıyor, en öne fırlayıp en çok o bağırıyor.

İstihbarat ve güvenlik zaafiyetine gelmeden önce meselenin kökenini tespit etmek lazım. Yani marifet ve maharet, teröristin Ankara'nın göbeğine kadar bombalı araç sokabileceği otorite boşluğunu yaratmamaktı. Suriye bu haldeyken başka ne olması bekleniyordu? Bölgenin terörist cennetine dönmesine yolaçan Suriye kaosunu başlatmanın bedelini ödüyor Türkiye insanı. İran'ın reformcu Merdomsâlâri gazetesi, Ankara bombası için manşetten “Osmanlıcı rüyaların kanlı takası” dedi.

Her patlamada onlarca can hayata veda ettiği ve onlarca eve ateş düştüğünde “şimdi lanetlemenin zamanı” kafası hakim olduğu için güvenlik açığını konuşmaya bir türlü sıra gelmiyor. Bizim muhafazakarların yağlarını eriten Bağdat patlamalarına Irak hükümeti “kansızlar” falan diye bağırmayı bırakıp önlemeye kafa yorduğunda son derece etkili oldu. Üstelik Iraklılara saldıran tekfirci terör, vahhabi petrodolar şeyhlerinden tam destek alıyor. Onlarca ülkeden binlerce soğukkanlı katil ülkeye üşüşüyor. Türkiye'de böyle bir dinamik de sözkonusu değil.

Kızılay'daki patlamadan sonra televizyonda konuşan bir uzman, “istihbarat ve bilgi toplanıyor ama analiz edilemiyor” dedi. Analiz edilip sonuçlandırılmayan istihbaratlarla Türkiye'nin daha canı çok yanar öyleyse. Başta MİT, milyarlık bütçeleriyle tüm istihbarat kurumlarımız başkentin göbeğindeki bombalı saldırıları önleyemiyor. Bu yapısal soruna neşter vurulması geciktikçe facia büyüyecek.

Ne iktidar, ne muhalefet için siyasi kazanım vakti değil. Devletin devasa istihbarat imkanıyla terörün bomba patlatmasının nasıl önüne geçileceğine kafa yormak gerek. Mühim olan can kurtarmak. MİT'in de acilen dikkatini Suriye'den Türkiye'ye çevirip ülkeyi korumaya odaklanması lazım geldiğini artık birilerinin yüksek sesle söylemesi icap ediyor.

İstihbarat zaafından her bahsedildiğinde istihbaratın profesyonel meslek olmaktan öte, insan canını korumayı dava edinme meselesi olduğunu anlıyoruz. Memurun böyle bir davası yoksa ne bomba önlenir, ne de başka terör saldırısı. Çünkü şehir terörü zamanlarında istihbaratın nöbeti, askerin elde silah sınırda tuttuğu nöbetten çok daha önemli, elzem, hassas. Nöbet yeri terkedildiğinde veya gevşek davranıldığında ne yaşandığına ilişkin somut sonuç da ortada. Şehir kameraları başında nöbet tutan yetenekli istihbarat yoksa Emniyet'in çalıntı araç plakalarını bombalı araç kuşkusuyla kurumlara bildirmesinin faydası ne? Söylendiğine göre elde yüzlerce saat kuşkulu görüntü var ve teknolojik imkanlarla terörist saldırının koordinatları patlamadan önce çıkartılabilir, ama bunu yapacak yetenek yok. Türkiye'nin güvenlik sektörüyse aklını gazeteci, akademisyen ve yazar çizerle bozmuş.

Erdoğan'ın eski Türkiye'ye itirazının belkemiğini oluşturan dayanak “kalemden silah olmaz” idi. Şimdi kendisi “kalemi silah gibi kullananlar”dan bahsediyor. Ama işte özgürlüğün kemerini ne kadar sıkarsa sıksın ses kısmak imkansız. Her vakada bilgi, haber ve iletişimin engellenmesinin, bölgenin en kaba diktatörleri devrik Şah Pehlevi, Saddam ve Mübarek'in vazgeçilmezi olduğunu hatırlatalım. Fakat yöntem onlarda bile işe yaramadı. Ayrıca bu diktatörlerin yolundan gitmek sandıktan çıkmış Erdoğan'a yakışıyor mu? Yahut onları rol model seçmek Erdoğan'ı ne yapar?

Ziyaret -> Toplam : 125,41 M - Bugn : 172555

ulkucudunya@ulkucudunya.com