« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Mar

2016

`Örgütsüz terörist`: Herkesi kapsayabilecek bir tanım

SEZİN ÖNEY 01 Ocak 1970

Türkiye vatandaşları çifte kavrulmuş: Bir yanda saldırılarla “terör mağduriyeti”, bir yanda “terörist suçlaması mağduriyeti”

“Barış için Akademisyenler” bildirisine destek veren akademisyenlere yönelik tutuklama hamlesi, Türkiye’deki hak ihlalleri konusunda yeni ve ağır bir dönüm noktası. Askeri operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları sırasında yaşanan hak ihlalleriyle ilgili olarak “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye imza atan 1128 akademisyen arasında yer alan Nişantaşı Üniversitesi'nde işine son verilen Muzaffer Kaya, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Esra Mungan ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Kıvanç Ersoy 15 Mart’ta hapse girdi; ne zaman çıkacaklar, o da meçhul.

5. Sulh Ceza Hâkimi Cevdet Özcan, bu üç akademisyenin TCK'nın 7/2 maddesinde yer alan “Terör örgütü propagandası yapmak” suçundan tutuklanmasına karar verdi. Sulh Ceza Mahkemeleri’nin önünde engin bir alan var zaten; karar verdikleri an, aylarca tutukluluğun kapısı açılıyor.

Bu tutuklamalarla, “terör örgütüyle fikir ve eylem birliği içinde olmak” gibi bir suç da oluşturulmuş oluyor.

İmzacılar hakkında verilen tutuklama kararının gerekçesinde şöyle deniyor;

“Devletin temel görevlerinden bir tanesinin de bütün vatandaşlarının silahlı saldırılarını sona erdirmek için başlatılan operasyonlardan dolayı esasen savunma pozisyonunda olan devletin, katliam yaptığından bahsedip asıl saldırıları gerçekleştiren terör örgütü mensuplarının eylemlerine hiç değinilmemesinden şüphelilerin terör örgütüyle aynı fikir ve eylem birlikteliği içinde olduğunun delili olduğu, yayınlanan bildirinin de bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiği kanaatine varılmış...”

Bir de, Bilgi Üniversitesi’nden akademisyen Chris Stephenson, tutuklanan akademisyenlere destek için gittiği Çağlayan Adliyesi’nde gözaltına alındı. Ve çantasındaki “HDP Newroz Toplantısı” davetiyeleri nedeniyle, “terör örgütü propagandası” yaptığına hükmedilerek sınırdışı edilmesine karar verildi. 1991’den beri Türkiye’de yaşayan bu İngiliz akademisyen, derdest edilip evinden barkından, işinden ediliverdi.

Son birkaç günde gerçekleşen bu olayların anlamı, “terörist” tanımının, herhangi bir ifadeniz nedeniyle, herkesi kapsayacak biçimde fiilen genişleyivermesi. Yazıp çizdiğiniz, sosyal medya üzerinden paylaştığınız, imzaladığınız bir belge; her tür ifadenin, her doküman, “teröristliğinizin” kanıtı olabilir.

Tabii, “terör” tanımı, örneğin IŞİD konusunda bu kadar kapsayıcı şekilde kullanılmıyor. IŞİD ile ilgili devam eden hiçbir dişe dokunur dava, hukuki süreç yok.

Ve bir de, akademisyenlerin tutuklanması ile “terörist” tanımının fiilen genişleyivermesi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarının ardından gerçekleşti; bunu da göz ardı etmemek gerek. 14 Mart’ta yapılan bu açıklamayı anımsayalım:

"Akademisyen olması, gazeteci olması, STK yöneticisi olması, aslında o kişinin terörist olduğu gerçeğini değiştirmez. Bombayı patlatan terörist olabilir, ama o eylemin amacına ulaşmasını sağlayan bu yardakçılardır. Terör ve terörist tanımı en kısa sürede yeniden yaparak Ceza Kanunu’na almalıyız. Bu mesele basın özgürlüğü örgütlenme özgürlüğü meselesi değildir. Bu mesele artık Kızılay'da görüldüğü gibi milletimize kast eden alçaklarla daha iyi mücadele edebilme meselesidir. Birtakım çevreler yol ayrımı durumundalar, ya bizimle olacaklar ya da teröristin yanında yer alacaklar”.

Oysa, yasalarda var olan terör tanımı zaten çok son derece geniş.

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda terörün tanımı şöyle yapılıyor:

“Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, anayasada belirtilen Cumhuriyet’in niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletinin ve Cumhuriyet’in varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir”.

Buradaki tanımın genişliğine rağmen, gene de kesin bir kriter söz konusu; “örgüte mensup olma”...

Şimdi TBMM’nin önüne bir de yasa taslağı konup, bu yeni fiili tanım, “sivil terörizm” hukuken de meşrulaşacak mı henüz bilemiyoruz. Ancak, Erdoğan’ın “millet koalisyonu” çağrısı o yönde.

15 Mart’ta, “Muhtarlar Toplantısı’nda yaptı bu çağrıyı Erdoğan;

“Teröre, terör örgütlerine karşı, ülkemize yönelik tüm tehditlere karşı, diğer tüm farklılıklarımızı bir kenara bırakarak, oluşturacağımız bir 'millet koalisyonuna' ihtiyacımız vardır. Gelin bu büyük mutabakatı, bu büyük birlikteliği hemen şimdi sağlayalım, canımıza ve istikbalimize kast edenlerin üzerine hep birlikte gidelim. Terör örgütünün yan kolu olarak faaliyet gösteren partinin mensuplarını ben artık meşru siyasi aktörler olarak görmüyorum, kusura bakmasınlar. Dolayısıyla bu çağrım onlara değil diğer partileredir”.

Ekim’de, Türkiye 1 Kasım seçimlerine giderken şöyle yazmıştım;

“Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, önümüzdeki şu gerçek değişmeyecek: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “devlet adamı”, “devlet” olma mücadelesi sürecek. Erdoğan, “yüzde 52 oyla seçilmiş”, “ilk kez halkın seçtiği” bir cumhurbaşkanı olduğunu ve bu nedenle de “devleti” temsil ettiğini, hattâ devletin ta kendisi olduğunu düşünüyor. 2007’de yapılan referandumla, Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesinin “fiilî” bir sistem değişikliği yarattığına inanıyor. Tüm “hakaret davaları” da, “devlet olarak beni kabul edeceksiniz” mesajı...

Bu nedenle de, Erdoğan’ın ve dolayısıyla AKP’nin önündeki en önemli sınav, “devletleşmek” ve olmaya da devam edecek. Erdoğan ve AKP, “devlet” olarak kendilerini kabul ettirebilirlerse, tıpkı Vladimir Putin ve partisi Birleşik Rusya’nın olduğu gibi sorgulanamayan bir gücü olacak”.

Evet; yaklaşık 2 bin kişiye açılan “Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları” da, bu devletleşme savaşındaki bir araç. “Erdoğan’a hakaret etmek” veya “eleştirmek”, devlete hakaret ve eleştiri ile eşdeğer bulunuyor. Ama, devletleşme sürecinde yeni merhalelere geçmiş durumdayız.

Erdoğan’ın gene “Muhtarlar Toplantısı”nda söylediği şu sözlere bakalım bir de;

“‘Tayyip Erdoğan gitsin demek’, ‘Bizim tüm siyasetimizi, tüm çalışmalarımızı, üzerine bina ettiğimiz milletimizin, bayrağımızın, vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın’ demektir”.

Böylece Erdoğan, artık “devlet”in vücut bulduğu kişi olduğunu ilan etmiş oluyor.

Açık olan şu:

Kürt Meselesi’nin tamamen savaşa döküldüğü; sadece PKK ve çevresi değil, savaş sürecini eleştiren tüm Kürtlerin ve onlarla özdeşleştirilen Kürt olmayanların da “terör kefesinde” sayıldığı, çok sert bir çatışma dönemine itiliyor Türkiye.

Ve, devlet de, kendisine düşman biçtiği herkesi şu veya bu şekilde, “etkisizleştirmek”, yok etmek üzere tüm gücüyle harekete geçiyor.

Ziyaret -> Toplam : 125,40 M - Bugn : 169086

ulkucudunya@ulkucudunya.com