Kaotik ameliyattan sakat çıkan Türkiye
KENAN ÇAMURCU 01 Ocak 1970
Sıkışık zamanlardayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ABD ziyareti sırasında konuşma yapmak istediği Carnegie Vakfı'nın bu talebi geri çevirmesi gurur kırıcıydı. Altı üstü bir düşünce kuruluşu. Küçük bir ülkenin cumhurbaşkanı dahi olsa ayaklarının altına kırmızı halı serecekken Türkiye'nin cumhurbaşkanına reva görülen muamele düşmanca sayılsa yeridir.
Fakat araya hatırlı kişilerin girip Brookings'te zoraki konuşma ayarlanmasının öyküsü bundan da feci. Cumhuriyet macerayı şöyle aktarıyor: “Brookings de ilk önce, Carnegie'nin yaptığı gibi, Cumhurbaşkanına konuşması için bir zemin açmak istemedi. Büyük bir Türk holdinginin kadın başkanı Brookings Enstitüsü'nün başkanını arayarak Türkiye'de kendilerine yapılan baskıdan bahsetti ve bunun hafifletilmesi adına Erdoğan'a konuşması için imkân verilmesini talep etti. Hükümetle arasının açık olduğu bilinen bu grubun yöneticisinden gelen bu özel ricadan sonra Brookings'in başkanı Strobe Tallbot, Erdoğan'ın konuşması isteğine olumlu cevap verdi.”
ABD medyasının ağır topları, epeydir Erdoğan'a nişan almış fırtına obüslerine dönüştü. Neredeyse hergün aleyhte değerlendirme yayınlamayı milli spor haline getirdiler. AB ülkelerinin hal ve gidişatı da bundan ehven değil. Ortadoğu'nun mihveri Rusya, İran, Suriye ve Irak'ın hissiyatını ise konuşmaya hiç gerek yok.
Bütün bunlar ve daha niceleri sırf Riyad'la omuz omuza IŞİD'e karşı küresel mücadele iradesine takoz olma kararlılığı yüzünden oluyor. İktidara yakın medya dilediği kadar IŞİD'le mücadeleye ne önem verildiğini sergileyen haber imalatı yapsın, nafile. İcraatın pratiği ve istatistiğinde göz dolduran örnek yok. Mesela Tedmur (Palmira) IŞİD'in elinden kurtarıldığında muhafazakar iktidar sevinemeyince ve medyasının suratı düşünce göstermelik mücadele makyajı hemen akıyor.
Başbakan Davutoğlu zaten gaf fabrikası. IŞİD'e “öfkeli Sünni” mazeretini yakıştırdığından bu yana iflah olmadı. Bu kez de Musul'u IŞİD'den kurtarmaya hazırlanan Irak hükümetine tuhaf bir akıl verdi: “Musul'u Musullular kurtarmalı.” Tercümesi şu: Musul IŞİD'den temizlendiğinde Nuceyfi mafyası da tasfiye olmuş sayılacağından Irak ordusu Musul'dan uzak durmalı. İnsana nutuk sektesi yaşatan yeni bir gaf. Malum, Nuceyfi biraderler ve çetesi Suudilere bağlı, IŞİD'le iltisaklı ve Saddam'ın Baasçısı. İstanbul'dan terör organizasyonu yapmakla suçlanan Tarık Haşimi'yle irtibatlı. Musul'u IŞİD'e kazandırma komplosunun mimarlarından.
Davutoğlu göstere göstere bu kara batağın içinde debelenirken dünyadan daha nasıl muamele görmeyi bekleyebilir?
Muhtemelen batı yakasında bu umutsuz tabloyu görenlerin aklına ister istemez AK Parti hükümetini acil ameliyata almaktan başka yöntem gelmiyor. Cumhuriyet gazetesinin ikide bir haberinde ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Kirby'nin subay fotoğrafını kullanması tabii ki manidar.
CIA başkanının Moskova'da Esad'ın istifasını istediği açıklandı. Moskova'dan meccanen karşılık beklememiştir herhalde. Acaba karşılığında Riyad ve Ankara'nın komuta merkezinde radikal değişim mi vadetti? Muhtemeldir. Fakat böyle bir vaat bahse konu olmuşsa önemli bir soru var: Değişim kanlı mı olacak, kansız mı? Ama bu kez bu soruyu, küresel ve yerel şer odaklarına direndiği için iktidardan düşürülen Erbakan soruyor olmayacak. O şer odaklarla omuz omuza Ortadoğu'yu harlı alevle tutuşturan tüccar siyasetin mimarının dilinde “kanlı mı, kansız mı” sorusunun dokunulmazlığı yok.
Son zamanlarda darbe meselesinin çokça konuşulmasına Erdoğan da kayıtsız kalmadı. Harp Akademilerine giderek genç subaylara “kendi evladımdan farkınız yok” dedi. Müstakbel müdahale anında onlardan yakın korumalık beklediği tahmin edilebilir. Beklentinin ödülü de, o subayları adeta siyasi varisleri gibi taltif etmesiydi.
Harp akademilerinden seslenmenin ardındaki mesajın adreslerinden biri yurtdışındaki darbe planları ise diğeri de, gerektiğinde idareyi askere devretmeye ayarlı B planı olabilir. Devrimle alaşağı edildiği öyküsü anlatılan Mübarek böyle yapmadı mı?
Türkiye'deki krizin Mısır'la karşılaştırılmasında kritik nokta, sistemin başı sahneden çekilirse batıyla mutabık kalınan yol haritasına uyarak idareyi orduya bırakacak olması herhalde. Böyle mi bilmiyoruz. Ama Mısır'da Mübarek, batılı müttefikleriyle böyle bir geçiş süreci planlayarak yönetimi Marşeşal Tantavi'ye devredip kenara çekilmişti. Devrim için canını feda eden Tahrir de batı başkentlerinden müsekkin niyetine gelen kuru tebriklerle yetinmek zorunda kaldı. Mübarek'in komutanlarından oluşan cunta aylarca seçim düzenlemedi ve devlet idaresini sivillere bırakmadı. Darbe mağduriyetini dilinden düşürmeyen Mursi'nin cuntaya sitem dahi etmediğini hatırlıyoruz değil mi? Yönetim turnikesinde sıra Mursi'de olduğu için Erdoğan ve etrafındaki muhafazakar hâlenin de Mısır cuntasına lafı olmadı.
Lakin Tahrir yeni siyasi inşaattan tatmin olmayıp bu kez Mursi aleyhinde “durmak yok, yola devam” deyince mecburiyetten idare yine orduya tevdi edildi ve kontrol asla elden bırakılmadı. Suud ve diğer Körfez şeyhlerinin mali, batının siyasi sponsorluğunda.
Ankara'dan darbeyle güç becayişini kabullenmemesi gerektiği tavsiyesini alan Mursi laf dinlediğine şimdi bin pişman. Bazı arkadaşları Ankara'daki muhafazakarların sözüyle iş görmesini, yaşanan facianın sebebi ve sorumlusu addediyor.
Maceranın sonu malum. Rivayete göre Ankara'nın, Suriye ve Irak'ta olduğu gibi Mısır'da da silah kuşanıp isyana teşvik ettiği İhvancılar sokakta başak gibi biçilmeye başlayınca muhafazakarlar yolaçtıkları faciadan utanç duyup Allah'tan af dileyeceklerine Rabia asfaltında oluk oluk akan kanı arsızca iç siyasette tepe tepe kullandılar.
Yani Türkiye'yi Mısır örneğine benzeten Amerikalı yorumcuların darbeden bahsetmeleri durduk yere değil. Yaşanmış örneği ve mutabakat modelini iyi bilerek konuşuyorlar.
Buraya nereden geldik? Kuşkusuz Mısır'daki Tahrir'in Türkiye simetrisi olan Taksim Gezi Parkı protestolarından. Yoksayma rejimine itiraz müşterekinde biraraya gelmiş bileşenlerin, tıpkı Mısır'daki gibi kılavuz ideolojisi yoktu. O nedenle Türkiye'nin normalleşmesine katkı yapmayı başaramadı. Manipüle edilmesi de kolay oldu. Gezi protestolarının atmosferik tarifi bunun kanıtı. Şöyle tanımlıyorlardı: 68 ve 78 kuşağı, “Hanginiz Kara Murat” dendiğinde “Ben” diye öne fırlayanların nesliydi, şövalye kuşaktı. Gezi ise aynı soruya “sanane” cevabı verenlerin kuşağı.
Belki buna bir ilave yapmak gerek. Gezi kuşağı, sosyal medya hesaplarını eylem selfieleriyle doldurup hatıra not etmeyi amaç edinmişlerin de nesli. Eskilerinse ülkeyi kurtarma davası vardı. Haklı veya haksız, doğru veya yanlış.
68 ve 78 kuşağında her kesim kendince sebeple ülkeyi kurtarmaya çalıştı. Sosyalist sol kapitalist emperyalizmden ve onun içerideki uzantısı faşistlerden. Ülkücülük, sosyalist emperyalizmden ve onun içerideki uzantısı komünistlerden. Milli Görüş, garp emperyalizmi ve onun içerideki uzantısı laik sağ ve soldan. İslamcılık, batı emperyalizminden ve onun içerideki uzantısı laisist radikalizmden.
Hak yemeyelim, bu fakirin de dahil olduğu bir İslamcılık fıraksiyonu da, diğer İslamcı gruplardan farklı olarak, felsefi ve entelektüel direniş odaklıydı. Bu amaçla ortaya koyduğu birikim, İslamî kesime iktidar kazandıracak boyutta güçlüydü. Ama muhafazakar muhit, ele geçirdiği iktidarı İslamcılığın özgürlükçü tasavvuru ve harama dönüp bakmama tıynetiyle ikame etmedi. Ele geçirdiği gücü, kişisel refahı arttırma ve tıksırana kadar haram yemeyi sürdürmenin edevatı olarak kullandı. Kutsallığına kıymet verilecek hiçbir davaları olmadı.
Memleketin egemen ideolojisinin sosyolojisi olarak radikal laisistlerin (kemalistler) ülkeyi kurtarma davası hiç olmadı. Sadece ellerindekini korumakla meşguldüler. Bunun için kullandıkları araç, yargı ve silahlı kuvvetlerdi. O yüzden, var olabilmek için gençlik ve başka dinamiklere ihtiyaç duymadılar.
İkinci nesil AK Parti de, var kalabilmek için eski tahakküm sahipleri gibi yargı ve silahlı kuvvetleri tüm dinamiklerden önemli buluyor. Halbuki birinci nesil AK Parti, sivil toplumun gücüne inanmış ve değişim stratejisini bu dinamiğe oturtmuştu.
Türkiye'nin Tahrir tecrübesi olarak Gezi itirazı mühimdi. Gezi'den 1971 sonrası antiemperyalist ve bağımsızlıkçı solculuğun çıkacağını öngörenlerdenim. Olmadı. Sol, ABD ve AB'nin Türkiye'ye müdahelesini çağıran laik yaşam tarzı davasının politik gövdesine evrildi. Oysa Suriye kriziyle başlayan süreç, sosyalist solun Filistin ve Ortadoğu mazisinin canlanmasını sağlamıştı. Bizim solcularımız da Arap ve İranlı solcular gibi halkın kültürel gerçekliğine uygun bir yeni kimlik inşa edebilirdi. Yapamadılar.
Mesela 2013'de Şam'da uluslararası bir toplantıya katılan sosyalist soldan bir gazetecinin şaşırdığı şey, orada Arap sosyalistlerin, Suriye'deki cihatçıların eylemlerini -dinî dili kullanarak- “tekfirci terörizm” şeklinde tarif etmesiydi. Arap sosyalistlerin, dindarlar gibi meseleyi tekfirci terör, vahhabizm, aşırılıkçılık olarak tanımlaması karşısında bizim Avrupacı solcu afallamış. Böyle yazmıştı.
Yine solcularımız ve laisist radikaller, Türkiye-İsveç milli maçında futbolcularla birlikte sahaya çıkan başörtülü Suriyeli kız çocuklarına nasıl öfkelendiler. Halbuki o çocuklar laik Suriye'deyken de öyleydiler ve Suriye'de hiçkimse onları tuhaf bulmuyordu. Böylece Suriye laikliği ile Türkiye laikliği arasındaki farkın, bizdekilerde görülen şifa bulmaz İslam nefreti olduğunu bir kez daha örneğiyle kavramış olduk. Suriye'deki laiklik, tüm inançların özgürlüğünün teminatı iken Türkiye'deki laiklik, İslam'ı devlet gücüyle baskı altında tutmanın ve tezahürlerine mani olmanın ideolojisi.
İslam düşüncesinin yenilikçi damarından İranlı entelektüel ve siyasetçiler, Hicaz'ı Arap cahiliyesine döndüren vahhabi fikriyat ve siyasete “irtica” diyor. Bu irticanın karşısına ise İslam'ın medeniyetini, kültür, irfan, felsefe, edebiyat ve sanatını koyuyor. Bizde de radikal laisizmin bayraktarı solcuların dilinde bir “gericilik” kavramı var. Fakat onlar, görünüşte AK Parti zihniyetini, ama içten içe Müslümanlığın kendisini gerici buluyor. İleri gördükleri de, sosyalizmin yanısıra kapitalizm ve faşizmi de üretmiş batının modernliği. Sonuç itibariyle İslam'ın karşısına çıkardıkları alternatif Avrupacı, aydınlanmacı, mümkünse materyalist/ateist modernlik ve modernleşmecilik. Halkın kültürünü yoksayıp Avrupa'nın seküler kültürünün Müslüman ahaliye dayatılmasına aydınlanma diyorlar.
“Sosyalizm” denince sanki faşizmden farklı bir potada zuhur etmiş hakkaniyet ve ahlak davasından bahsediyor gibi yapılıyor. Kuşkusuz sosyalizm bir itiraz, ama aynı paradigmanın koordinatlarından çıkarılmış farklı bir açı, hepsi bu. Avrupa tarihi içinde ele alınıp incelenebilir, o ayrı. Ama bambaşka bir kültür ve medeniyet havzası olan bizim diyara zorla giydirmeye çalışılan konfeksiyon olduğunda arıza çıkıyor haliyle. Arap ve İranlı sosyalistlerin Avrupa tecrübesinin yöntemini alıp kendi kültür haritasına göre siyasal edebiyat üretmesi bu nedenle çok değerliydi. Bizde, Hikmet Kıvılcımlı hariç, Avrupa tarihini bizim diyarın tarihi farzetmeyen solcu yok neredeyse.
Politik muhafazakarlığın büyük imkanı, karşıtının elindeki İslamofobik nefret siyasetidir. Aydınlanma falan diyenler yani. Bu yüzden muhafazakarlar, İslam'ın karşısına Avrupacılığı çıkaran aydınlanmacılar sayesinde kıyamete kadar iktidar olabilir.
Laisist radikalizm, muhafazakar siyasetle rekabetinde iktidar olma umudunu kaybettiği için olsa gerek varoluşunu koruma fazına geçti. Fakat burada da IŞİD'i kopyalıyor. Varolmak için dindar yaşam tarzının yokolmasını, yahut hiç değilse baskı altına alınmasını istiyor.
Erdoğan önerdiği için şiddetle karşı çıkılan başkanlık sistemini tartışırkenki pozisyonlar da aynı zeminin ürünü mesela. İtirazlar irrasyonel, akıl ve mantık dışı. Normal bir durum olsa, başkanlık sistemi önerisine, 13 senedir ortalama %45 oy alıp parlamentoda birinci parti olan AK Parti'nin karşı çıkması ve onun en az 15 puan gerisinden gelen muhalefet partisinin destek vermesi gerekirdi. Çünkü yasama-yürütme birliğine dayalı parlamento yarışında çoğunluğu elde etmek, (cumhur)başkanlık rejiminde hükümet olmaktan daha zorken muhalefet neden başkanlığa karşı çıksın? Asıl meclis çoğunluğunu açık ara farkla kazanan AK Parti'nin başkanlık rejimine itiraz etmesi gerekirken seçim kaybeden muhalefet reddediyor.
(Cumhur)başkanlık rejimi hükümetle yasamayı ayırmanın tek imkanı oysa. Erdoğan'ı yenmek isteyenler için de öyle. Meclis çoğunluğunu ele geçirip hükümet çıkarmak mı kolay, başkanın karşısına aday çıkarıp kazanmak mı? İtirazlar garip, tuhaf, manasız. Laisist radikaller, kültürel yabancılıktan bahisle, başkanlık sistemi olursa sittin sene iktidar olamayacaklarını düşünerek mi karşı çıkıyor acaba?
Memleketin böyle bir kutuplaşma ve tokuşma noktasına sürüklenmesinin nedeni, 2008'de Ergenekon operasyonuyla başlayan kaotik ameliyattan Türkiye'nin sakat çıkmasıdır. Bu kutuplaşmada rasyonel zemin çürüdü. Herkes irrasyonel, sürreal.
2008'de Ümraniye bombalarıyla başlayan Ergenekon soruşturmasını, o tarihte yazdığım yazılarda “Bu kez laiklere karşı 28 Şubat” başlığı altında değerlendirmiştim. Bunun sebebi, kaotik bir ameliyatın başladığını tespit etmemdi. Bu ameliyattan Türkiye'nin sakat çıkacağı besbelliydi. Bu operasyonun, bugün bir kısmı hükümette olan arkadaşlarla 80 ve 90'larda, iki on yıl boyunca entelektüel tartışmasını yapıp kavgasını verdiğimiz değişim, şeffaflaşma, demokratikleşme ve özgürlük mücadelesiyle ilgisi yoktu.
İnsanlar haksız yere tutuklandığında veya sahte delil üretildiği ortaya çıktığında “büyük dava, olur öyle ufak tefek şeyler” diyen muhafazakarlar ve liberallerin bir bölümü şimdi Erdoğan'ın etrafında (veya duruma ve siyasi borsaya göre Davutoğlu'nun yanında), bir kısmı da Erdoğan'ın muhalifi. Ama fikriyatları, zihniyetleri, tasavvur dünyaları aynı.
Liberallerin vesayet rejimine karşı mücadelede hakkını tabii ki teslim etmek lazım. Avrupacılık ve liberal demokrasi adına bunu yapmış olsalar bile. Sorun şu ki, geçmişte dümende İslamcı entelektüellik, adalet ilkesi, vicdan, insaf ve merhamet varken, ikibinlerle birlikte Erdoğan'ın Milli Görüş gömleğini çıkarmasıyla dümene Avrupacı profil geçtiğinde vesayet rejimiyle hesaplaşma yine Avrupacılık ve muasırlaşma için oldu. Netice yine garpzedelikti. Yabancılaşma bu kez içselleştirilerek tahakkuk etti.
Türkiye büyük bir güç savaşına tanık oluyor. 80 ve 90'larda güç/iktidar savaşının eski Türkiye'nin musallat güçleriyle değişim yanlısı çevre güçler arasında olacağını düşünürdük. Yani bir tarafta İslamcılar, sosyalistler, liberaller, Kürtler ve Aleviler, karşıda ise derin ve sığ vesayetin güç odakları olacaktı. Güncel ittifaklara bakınca şaşakalıyoruz. Değişimin dinamosu olan İslamcılar ve dindarlar muhafazakarlığa (d)evrilerek derin ve sığ vesayetin güç odaklarıyla ittifak kurdu. Değişim, şeffaflaşma, demokratikleşme, özgürlük davasının erleri olması gereken karşıtlar da laisist radikalizmin bayraktarına dönüştü.
Erdoğan'ın yeni Türkiye'si işte bu boyutta sakatlanmış, engelli hale gelmiş ve iyileşme ihtimali de ufukta gözükmeyen bir ülke artık. Allah vere de memleket parçalanıp ufalanmadan, tüketmecesine kutuplar birbirine girmeden ve dava karakolda bitmeden yeni bir siyasi soluk işbaşı yapsa.