« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

12 Nis

2016

Bir ve Beraber Olmanın Sırları

SEDAT LAÇİNER 01 Ocak 1970

Hastalıklarla mücadelenin altın kuralı, hasta olmamaktır.

Yani sağlıklı kalmaktır.

Hastalık bir kez girdi mi bünyeye, çıkarmak zordur. Bir hastalığı iyileştirmek için aldığınız ilaçlar muhtemelen başka başka hastalıkları davet edecektir.

Devletlerin hayatında da durum böyledir.

Terör, gerilim, iç savaş vs. istemiyorsanız bünyenizi, bağışıklık sisteminizi güçlü tutacaksınız.

Devletlerin ve toplumların güçlü olması ise her şeyden önce bir ve beraber olmaya bağlıdır.

‘Bir ve beraber olmak’ otoriter liderlerin çok sevdiği kelimelerdir. Örneğin 12 Eylül’ün güçlü lideri Org. Kenan Evren bu tür mesajlar vermeye bayılırdı.

Bugünlerde de ülkeyi yönetenlerin dilinden çok duyuyorum bu sözleri.

Ancak söylemekle olmuyor. Meselenin özü gönüllü birliktelikte.

Asker zoruyla, silah zoruyla, polisle, jandarmayla bir ülkeyi bir arada tutmaya çalışıyorsanız, o zaman size geçmiş olsun.

Güçlü toplumlar ortak çıkarları, ortak endişeleri, ortak ümitleri ve birlikte olmaktan duydukları fayda ve keyifleri nedeniyle güçlüdürler. Ve bu ülkelerde liderler sürekli olarak halkın karşısına çıkıp “bir ve beraber olalım” demek zorunda kalmazlar.

***

Tansu Çiller başbakan iken gittiği her ilde halka sorardı:

- “Bir miyiz? Beraber miyiz?”

Miting alanını dolduranlar bağırırdı, “eveeet!”

Bir seferinde Çiller ile Şırnak’a gitmiştik. Çiller, miting alanına yine sordu:

- “Bir miyiz? Beraber miyiz?”

Şırnak meydanında her soru sessizlikle yanıt buldu. Kimseden ses çıkmadı.

Başbakan Çiller, bozuntuya vermedi ve “Allah birliğinizi beraberliğinizi bozmasın” diyerek konuyu bağladı...

***

1990’lı yıllarda ne birdik, ne de beraber!

Kürtler, dindarlar, ultra-laikler, Aleviler, sağcılar, solcular, milliyetçiler ve daha birçok grup bir diğerini neredeyse düşman görüyordu. Devlet bunlar arasındaki uyumu sağlamak bir yana bir de kendisi onları bölüyordu ve düşman sayıyordu.

Halkını düşman görme hastalığı bize Osmanlı’dan miras kaldı. Osmanlı büyük bir çatırtı ile parçalara ayrılırken Türk devlet adamı bu süreçten şu dersleri çıkardı:
1) Farklı olmak kötüdür,
2) Halka güvenme.

Özal’ı büyük devlet adamı yapan bu süreci tersine çevirme çabasıdır.

4 eğilimi birleştirmeye çalışan Özal, aslında gönüllü olarak bir araya gelmiş bir toplum ve o toplumu sahiplenmiş bir devlet inşa etmeye çalışıyordu...

Özal’dan sonra serbestici (liberal) bir AK Parti iktidarı Türkiye için büyük bir kazanım olabilirdi. Nitekim kendisi de bu acı süreçlerin ürünü olan AK Parti, yola çıkarken özgürlükçü bir devlet ve azat edilmiş bir toplum vaad etti. Tüm tabular yıkılacaktı, devlet vatandaşlarını kucaklayacaktı. Ancak son 5 yıldır yaşadıklarımız AK Parti kalesinin de çöktüğünü, devletin tüm hastalıklarıyla onu da esir aldığını açıkça gösteriyor.

***

Geldiğimiz hali anlamak için hapishanelere bakmak bile yeterli:

Adalet Bakanlığı’nın en son verilerine göre hapishanelerde mahkûm koyacak yer kalmamış. Mahkûm/hükümlü sayısı 200 bine dayanmış. Rakam bu yıl belki de 200 bini aşacak.

200 bin hükümlü ve tutuklu sayısı Almanya hapishane nüfusunun 3 mislinden fazla. Hatta Almanya ve Fransa’daki tüm hapishaneleri toplasanız bile bu rakama erişemiyorsunuz.

Son 10 yılda mahkûm ve tutuklu sayısı % 300’den fazla artmış, artmaya da devam ediyor. Avrupa ülkelerinde hapishaneler boşalırken bizde büyüdükçe büyüyor.

Bu rakamlarda en çok dikkatimi çeken, siyasi ve iktisadi nedenlerle hapishaneye düşenler oldu.

Siyasi mahkûm ve tutuklu sayısı 12 bine yaklaşıyormuş. Bu olağanüstü yüksek bir rakam. Bu da demek oluyor ki ‘terör’ diyerek, ‘casusluk’ diyerek önümüze geleni içeri atmışız. Polislik yapmamışız, mahkemelerimiz sağlıklı çalışmamış ve devlet olarak işin kolayına kaçıp kimi bulduysak demir parmaklıklar arkasına atmışız. Böyle bir ülkede toplumun gönüllü olarak bir ve beraber olabilmesi mümkün değil. Bu kadar parçalanmış bir toplumun devletiyle barışması da çok zor.

Mahkûm ve hükümlü sayılarında dikkatimi çeken bir diğer özellik, ekonomik suçlardaki patlama. Ekonomik nedenlerle işlenen suçlar hemen hemen her dalda birkaç misli artmış. İşin kötüsü artış trendi durmamış, hızla devam ediyor.

Ekonomi kaynaklı suçlarda en önemli neden, işsizlik gösteriliyor. İşsizlik arttıkça ona bağlı suçlar da artıyor. Yine uzmanlara göre ekonomik suçlar arttıkça toplumda ahlaki bozulma da artıyor. Ahlaki bozulma arttıkça ekonomik suçlar daha da artıyor. Yani aralarında doğru orantılı bir ilişki var.

Kısacası, siyasi olarak bölünen toplum üzerinde durabileceği sağlıklı bir ahlaki ve iktisadi zemini de kaybediyor. Türk toplumunu hastalıklara karşı koruyabilecek bağışıklık sistemi her geçen gün zayıflıyor, büyük tehlikelere daha açık bir hale geliyor. Adaletsizlik, güvenlik eksikliği, iktisadi bozulma, ahlaki erozyona ve en önemlisi devletin topluma bakışındaki çarpıklık gönüllü birlikteliği bozuyor. Her geçen gün ortak çıkar alanları daralıyor, ortak mutabakat konuları sınırlanıyor. İşin kötü yanı tüm bunları devlet kendi elleriyle yapıyor.

Çare ne derseniz, çaresi basit; önce devlet kendi vatandaşını kucaklayacak, kendi toplumu ile bir ve beraber olmayı deneyecek. Sonra da milleti işinde, gücünde serbest bırakacak, ona dadılık, bakıcılık, despotluk yapmaya kalkmayacak.

Ziyaret -> Toplam : 125,37 M - Bugn : 136237

ulkucudunya@ulkucudunya.com