AK Parti'nin stra-trajik hasatı
KENAN ÇAMURCU 01 Ocak 1970
Periscope sohbetlerimden birinde, mutad olduğu üzere yine bir trol akını vardı ve hesabında “Tayyip reis”, “ümmetin lideri” gibi taltifler yazanlar küfür, hakaret ve alaylarla ekranı dolduruyordu. Muhafazakar troller, müşriklerin Taif'te Peygamber (s) ve beraberindekilerin üzerine salıp alay ettirdiği çoluk çocuğa benziyor. Bu tarzın nifak alametlerinden olduğunu anlatmaya başlayıp Hümeze suresini okuduğumda çocukların tepkisi ilginçti: “Bize Arapça küfür mü ediyo la”
AK Parti taraftar tribününde ahlaki ve dinî uyarının etkisini yitirdiği bir aşamaya evrildiğimizi görebilen az değildir. En azından AK Parti siyasi mahallesinde ikamet ediyorsa da henüz aklını kaçırmamış, vicdanını gömmemiş ama kahrolası hanede evladü iyal bahanesiyle müreffeh hayatını meşrulaştırma kabahatini işleyenler durumun farkında. AK Parti'nin içbükey toplumsal mühendisliğinin görünen sonucu şu ki, bu muhitte “mahrem” alan artık “modern”in seküler terbiyesinden geçip dünyevileşmiş ve İslam'ın emir ve yasaklarından firar etmiş yeni bir profil tarafından dolduruluyor. Dindar nesil hasatından elde edilen ürün bu.
İslam'ın taşıyıcı kolonu olan namazla dahi hiç alakası bulunmayanların İslam davasından bahsedip namazında niyazında müminleri ihanetle falan suçladığı şeytan çarpmışlık günlerindeyiz. AKP'nin medyasında muhafazakarın çocuklarına ahlak edep öğretip akıl verenler İslamî hayatla alakasız sefihler. Hal böyleyken, tüccar siyasetin mimarınının elini eteğini öpen kimi kapıkulu mollaları onun İslam davasına nasıl hizmet ettiğini şapırdatarak anlatıyor ahaliye. Devletluyu da sevap algoritmasıyla ikna ediyor olmalılar. Ne kadar fenalık yaparsa yapsın ve yapmaya devam ederse etsin bir iyilik yaptığında bütün o fenalıkların sıfırlandığını hadisler, rivayetler, kelam-ı kibar vs. ile bir çırpıda sayıp döküyorlardır. Hepsi günde şu kadar kez tekrarlanmış kafiyeli ezber klişelerle.
Bâtıl din kültürünün aslını esasını oluşturan sevap algoritması etkileyicidir. Şu kadar lira verirsen cennette filan peygambere komşu şu kadar metrekare arsa alırsın. Yanına da falan sayıda huri refakatçi yapılır. Falan gecenin filan saniyesinde falanca lafı filanca kez tekrarlarsan binbir fenalığının üzeri hemen çizilir, yerine binbir iyilik not edilir, bire bin, beşe yüzbin sevaplar, ödüller gırla gidiyor.
Böyle şeyleri, İslam'a düşman birilerinin dini karikatürize ederek küçük düşürmek için ürettiğinden kuşku duymamak gerek.
Banyoda çırılçıplak fotoğrafını çekip instagrama koyduğunun ertesi günü Paris'te “Allahu ekber” diye bağırarak cennete gitme umuduyla masum insanlar arasında kendini havaya uçuran kadın IŞİD'çiyle aynı lumpenlik kaleminden inanç türü. Örgütün erkek militanları da Paris katliamından kısa süre önce gece kulübünde zil zurna sarhoş, sabaha kadar eğlenmişlerdi. Sapkın teröristler, nasılsa şehit olup cennete gideceklerine inandıkları için günahın dibini bulmuşlar yani. Hatırlayın, MÜSİAD'ın ilk başkanı, bir televizyon tartışmasında, üçyüz küsur bin dolarlık 4x4 araca binen bir muhafazakar zengin tenkit edildiğinde “Afrika'da yüz yetime bakıyor, o araca da binsin artık” demişti. Allah'la pazarlık yapıyor. Yüz yetime bakarsa kişisel refahı için limitsiz harcama bonusu kazanmış oluyor. Nasıl da bâtıl ve munharif bir itikat, akıl sır ermiyor.
Muhafazakarın evin en yüksek yerine astığı Kur'an için “asla tahrif edilemez” diye böbürlenmesindeki kofluk içler acısı. İslam'la mukayese edildiğinde itikadı, anlayışı, hayatı tahrif olmuşken matbaada basılan mushafın tahrif edilmemesinin ona ne faydası varsa.
Muhafazakar kimlik, emr-i maruf ve nehy-i münker farzını iptal etmiş bir teo-politik. Umursamaz. Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin yargıları yok. Anglo-Sakson âlemin “beni yargılama” ilkesindeki sekülarizmin muhafazakar versiyonu. Heidegger’in kamusal alanına tutunmuş Fransız laikliğinden göçmen olup Popper’ın Amerika'daki “herşey gider” krallığına sığınanlar.
Modernite bize çoğulculuğu korumak ve farklılıkları kutlamak için “sana ne” demeyi öğütlese de din nazarında insanların birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmesi imanlarının gereği. Asr suresi hakkı tavsiye etmeyi hüsrandan kurtulmanın koşulu sayıyor üstelik. “Beni yargılama” protestosu modernitenin özgür, sorumsuz, başına buyruk, tek başına, asi, kayıtsız bireyi için elzem. Modernitenin imalatı bu birey, böyle yapınca farklılıklara saygılı, çoğulculuğa bağlı, çokkültürcülüğe sadık, demokrat, özgürlükçü ve liberal kabul ediliyor. Fakat ahlaka önem ve değer veren, idealleri olan, insanlık amacına doğru yola düşmüş dindar insan böyle davranmaz.
Eleştirel düşünceyi getirdiğiyle övünen modernite aslında “beni yargılama” hükmüyle eleştiriye kapıları sıkı sıkıya kapatıyor. “Beni yargılama” ve “beni kategorize etme” anlayışına karşı, toplumu ahlaka yönlendiren dinin, dinî ve sosyolojik kategorileri var: Günah, günahkâr, fâsık, kâfir, müşrik, mü’min, müslüman, sâlih vs. “Beni yargılama” şiarının hafriyatına maruz kalmış zihinle Kur’an’da konu edilen kategorileri kavramak imkansız. Hangi durumda günahkâr, kâfir, münafık olduğunu bilememe veya bilmeye hiç gerek duymama haline muhafazakarlık diyebiliriz öyleyse.
Muhafazakar için Müslümanlık etnik köken gibi bir şey. Anne babadan doğmayla ilgili. Edinilip kazanılabilen ama belli durumlarda kaybedilebilecek bir gerçeklik değil. Daha ziyade romantik. Hülyasıyla yetinilen ve yaşanan hayata nüfuzuna zinhar izin verilmeyen anlatı. Efsane. Masal. (mesela bkz: Mutaffifin suresi 13. ayet). Dikkat buyurun: Sure ve ayete atıtfta bulunurken “Mutaffifin 13” yazamadım. Çünkü böyle yazsam muhafazakar onun sure ismi ve ayet numarası olduğunu anlamayabilir. “Mutaffifin suresi 13. ayet” şeklinde açık açık yazmak zorundayız artık.
Haram ve helale riayet hassasiyeti, dinî emir ve yasaklara uyma mecburiyeti, İslamî amelleri icra mükellefiyeti, günah duygusu vs. gibi esasa ilişkin prensiplerden uzak bu kitle, hayatta ve ayakta kalmak için herşeyi mübah görmeye “strateji” diyor. Bu da Survivor, Benim Stilim, Fenomen falan gibi yarışma programlarındaki tiki kızlar ve janti oğlanların yalan dolanla ve oynayarak öne çıkma çabasından ibaret davranış bozukluklarına verdiği isimden mülhem. Oysa trollüğü hayat tarzı yapmış muhafazakar alıkların halleri strateji falan değil, basbayağı stra-trajedi. Onlar, AK Parti'nin 14 yılın sonunda yaptığı stra-trajik hasat.
Burada bahsi geçen “muhafazakarlık” her ne kadar AK Parti bahis konusu olduğunda politik kimlikse de, genel anlamıyla Türkiye'deki Müslümanlığın ana akımını oluşturan toplumsal hüviyet. AK Parti'ye karşı gördüğümüz çoğu muhafazakarın din tasavvuru da hiç farklı değil yani.
2005 yılıydı sanırım. “Yerli modernite” fikriyatının mucidi meşhur Fransız sosyolog Alain Touraine ve talebesi Nilüfer Göle Süleymaniye Camii'nin karşısındaki meşhur kuru fasulyecide oturuyorlardı. 90'larda aynı ortamda sık bulunduğumuz Göle'nin doktora programında bazı grup çalışmalarına araştırma konusu olmuşluğum var. İslamcılık serüvenimi öğrencilerine çalıştırmıştı. Bilim insanlığına diyecek yok. Dostluğu da damakta tat bırakır. Severim kendisini. Touraine'nin talebeleri sayılan Olivier Roy ve Gilles Kepel de Erdoğan'ın belediye başkanlığı sırasında hem konferans için konuğumuz olmuşlardı, hem de İstanbul'dan dünyaya sunduğumuz entelektüel çıkışı defalarca incelediler. Benimle de görüşmüşlerdi.
Touraine ve Göle'nin masasına gidip “modern mahrem” ekibine selam verdim, AK Parti iktidarını kastederek “Haklı çıkmanın gururunu yaşıyorsunuzdur.” dedim. Gülümsediler. AK Parti iktidarının hayli erken vaktiydi oysa. Ama Perşembe'nin geldiğini görecek kadar bu işlerden anlıyoruz hamdolsun.
“Modern mahrem”, İslamcıların iktidar aygıtıyla sınavının, kendi elleriyle kendilerini sekülerleştirip yerli modernite inşasıyla sonuçlanacağını öngörmüştü. O vakitler, sınırlandırılamaz ve hesap sorulamaz güçle kendinden geçmiş Kemalist kaba sabalığın bunu anlayacak hali yoktu tabii ki. Göle'ye neler etmediler. Kadıncağız yıldı, gidip Paris'e yerleşti. Şimdi AK Parti'ye muhalif ve ağır eleştiriler yapıyor gerçi, ama onun asıl meselesi, yerli modernite/modern mahrem laboratuvarında üretilen numunenin zaptürapt altına alınamamasıyla ilgili. Bunu tahmin etmeliydi. Zira Dr. Frankenstein'dan beri eklektik varlıkların başka türlü davrandığına dair kayıtlı bir tecrübe yok. Postmodern şiddetin timsali IŞİD nasıl patlak verdi sanıyoruz.
AK Parti'nin muhafazakarları, 70'lerdeki Ülkücülüğü andırıyor. O vakitler Akıncıların fıkralaştırdığı komik bir olay anlatılırdı. Gerçek miydi bilmem. Ülkücüyken çevremde benzer örneklere rastladığımdan ben de komik bulur, gülerdim. Olay şu: 70'lerin sonuna doğru Erzurumlu Ülkücüler Ağrı otobüsleri şehirden geçerken durdurur ve içinde solcu militan varsa indirip pataklarmış. Yine böyle bir rutin kontrol zamanı yolcuların birinden şüphelenmişler. Ama adam solcu militan olmadığını söylüyormuş. Bunun üzerine sorgulamayı yapan Ülkücü “hele bir Elhamı [Fatiha suresi] oku” demiş. Adam okumuş. Bizim Ülkücü dikkatle dinlemiş. Okuma bitince yanındakinin kulağına eğilmiş: “Doğru mu ohir [okuyor] lan.”
AK Parti'nin seçmen profilinin, Erbakan'ın dindarlaştırdığı laik sağdan bu kez milliyetçi muhafazakara evrildiği şartlarda Erdoğan'ın en çok MHP'den çekinmesi doğal. Halihazırda AK Parti taraftarlığının baskın karakteri, Erbakan'ın Refah Partisi'ndeki gibi namazında niyazında İslamcılık değil çünkü. Namaz niyaza hevessiz ama İslam adına konuşmada hiç kimseye fırsat tanımayan lumpenlik. Hayatında emaresi görülmeyen İslam için gerekirse kelle bile alır. Hiç dönüp yönelmediği, yönünü bilmediği Kabe için İslam ülkelerinin liderlerine Kabe'yi koruma çağrısı yapacak kadar arsız.
Son versiyon AK Parti, pre-İslamcı muhafazakarlığa dönüşün siyasi partisi olmakta karar kıldı. Yani İslamcılık öncesindeki milliyetçi muhafazakarlığı ihya ediyor. Seyreltimiş dindarlık, abartılmış seküler milliyetçilik. Bu, Milli Görüş gömleğini çıkarmanın sadece dışpolitika mesajı olmadığının da kanıtı. Demek ki ifade edilen, taraftar kitlesinin de gömlek çıkaracağının taahhüdüymüş. Erbakan'ın laik sağdan koparıp dindarlaştırdığı, Erdoğan'ın ise dindar sağ haline getirdiği seçmen kitlesi şimdi tekrar laik sağı andıran muhafazakar. 2008'de Ergenekon süreciyle başlatılan kaotik ameliyattan hem Türkiye'nin, hem de muhafazakarların bu denli sakat çıkacağı hesap edilemedi. Gerçi elde iktidar olsun da, bedeli ne olursa olsun diye de düşünülmüş olabilir.
Cumhuriyet mitingleri ve darbe korkusuyla “cemaatçi” polislerin hakimiyetindeki güvenlik sektörünün yürüttüğü ve Cemaat'in medyasının tam destek verdiği kaotik bir ameliyattı 2008 süreci. 2010 referandumunda ameliyattan çıkıldığında geride masada kadavra olmaya ramak kalmış bir beden vardı. Hem o beden, hem de onu bu hale getirenler süreçten ağır hasar aldı. Gövdenin rehabilitasyonu için Erdoğan'ın ameliyat ekibinden hesap sorması bir şifa yöntemi kuşkusuz. Ama gerçek bir tedavi asla değil. Semptomları telafi de şifa sayılmaz. Üstelik aynı ekip iktidarın sahibine de ameliyata kalkışınca iş çığrından çıktı. Halbuki kaotik ameliyat yerine makul, az sancılı, kırıp dökmeden bir değişim ve demokratikleşme süreci başarılabilseydi bugünkü kutuplaşma ve tansiyon hiç yaşanmayabilirdi. Bunun fırsatı 2007 seçimleriydi.
Hayatımda aktif siyasetle ilgilendiğim tek örnek, AK Parti tecrübesinin memleketi sürükleyeceği akıbetten kaygıyla 2006'da, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin eski başkanı Ali Müfit Gürtuna'nın Turkuaz Hareket'ine katılmamdır. Önce düşünce çevresi olarak başlayan önemli bir entelektüel faaliyetti. Öngörülü fikirlere sahip Gürtuna'nın başkanlığında gerçekleşen toplantılarda Türkiye'nin her alandan etkili uzmanlarıyla derin çalışmalar yaptık. Yüzlerce sayfalık birikim oluştu. O birikimin hulasası, “Yeni Siyaset” adı altında editörlüğünü yaptığım kitap olarak da yayınlandı. AK Parti, kitaptaki birçok fikri kendine malederek uygulamaya çalıştı. Çoğunu da berbat ederek tabii.
2007 seçimleri arifesinde Mehmet Ağar'ın DYP'si, Erkan Mumcu'nun ANAP'ı ve Gürtuna'nın Turkuaz Hareket'i birleşecekti. Mehmet Ağar'ın “Orada Ahmedinejad varsa burada da Mehmedinejad var" dediği günlerdi. Bizi Celal Adan'ın buluşturduğu bir sohbetimizde Rusya, İran gibi emsallere bakarak güvenlik bürokrasisinden liderlerin Türkiye'de de başta Kürt sorunu olmak üzere değişim meselesine kalıcı katkı sunabileceğini analiz etmiştik.
Kuşkusuz AK Parti'yi düşman görüyor değildik. İkinci bir muhafazakar kitle partisinin siyasete getireceği balansı hesaplamıştık. Saydığım tüm taraflar Türkiye'nin kestirilebilir vadede feci bir kutuplaşma ve çatışmaya sürüklendiğini tespit ediyordu. Meral Akşener'le yaptığımız sohbetlerde de aşağı yukarı benzer analizlerimiz vardı. Nihayet, Ağar'ı temsilen Celal Adan'la kağıt üzerinde siyasetin matematiğini ve teknik çalışmasını bile yapmıştık. Lakin son saniyede ittifak çalışması bozuldu. DYP-ANAP birleşmesi iptal oldu. Mumcu'nun “Neden bozulduğunu hiç anlamadım” şaşkınlığıyla ifade ettiği gelişme yani. Biliyordu da muhatabının anlatmasını istiyordu elbette. Maceranın sona ermesinin ardından AK Parti'deki bazı dostlar, hayatta kalma ustası Erdoğan'ın bu girişimi önlemeyi başardığını söylemişti. İttifak 2007 seçimlerine girebilseydi asgari %25'e çıkabileceği araştırmalardan anlaşılıyordu. Olabilseydi bugünkü gibi AK Parti ile ana muhalefet partisi arasında 15 puan farkın olduğu dengesiz siyasal dağılım yerine çok daha makul bir tablo görecektik. AK Parti iktidar olsa bile muhalefet de güçlü olacaktı. Olmadı. Bu tecrübeden sonra siyasi müsabakanın yarışçısı pozisyonuyla hiç ilgilenmedim. Hâlâ da ilgilenmiyorum. Kimin iktidar olduğuyla değil, ne yaptığıyla alakalıyım.
Bugünden geriye baktığımda Erdoğan'ın o girişimi bozmakla kendi ayağına kurşun sıktığı kanaatindeyim. Dengeli bir siyasal atmosferde başbakan olsaydı bugünkü kadar hedef alınmaz, oy vermeyen seçmenin dahi beğendiği lider olur ve muhaliflerinin böylesine nefret ettiği biri haline gelmezdi.
AK Parti'nin stra-trajik hasatına bakıldığında görünen o ki, teo-sosyolojisi, ahlakı, itikadı, kozmolojik algısı altüst olmuş bir taraftar kitlesi ve zıvanadan çıkmış bir karşıt sosyoloji var. Hayli berbat bir hasıla. Ürkütücü.
Allah akıbeti hayırlara vardırsın demekten başka elden ne gelir.