« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

25 Nis

2016

Hayatta kalma ustasının daması

KENAN ÇAMURCU 01 Ocak 1970

Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el-Cübeyir'in, İslam İşbirliği Teşkilatı İstanbul zirvesi sırasında Malezya gazetesine (Bernama), Malezya Başbakanı Necib Rezzak'a 681 milyon dolar “hediye” verdiklerini ifşa etmesi medyamızda ilgi görmedi. Ya da bu ifşaattan haberdar bile değillerdi. Halbuki Malezya başbakanına verilen “hediye”, Suudilerin, İran'la birlikte başka bazı ülkelerin muhalefetine rağmen İslam İşbirliği Teşkilatı zirvesinden tefrika bildirisi çıkarmasının hikmetini izah ediyor olabilir.

Ayrıca el-Cübeyir, Suud padişahının Malezya başbakanına verdiği 681 milyon dolarlık “hediye”yi ifşa etmenin medya skandalına yolaçacağını bilmez mi? Öyleyse bu ifşaatın başka liderlere gözdağı olduğunu düşünmemiz aykırı fikir olmaz. Bu itirafla kimlere şantaj yaptı acaba? Pek çoğumuzun aklında olağan şüpheli listesi var.

Söylemeden geçmeyelim: Sünni toplumların liderleri ne kadar aç, para düşkünü, görgüsüz. Suudilerin petrodolarları için yapmayacakları iş yok. Ülkeleri ve halkları umurlarında değil. Ceplerine giren dolarlardan başka kutsal tanımıyorlar.

Sünni toplumlar, başlarındaki liderlerle, Ehl-i Sünnet tarihinin en talihsiz, en bahtsız, en karanlık dönemini yaşıyor. Adeta musibet, bela gibi bu liderler. Bir de mevcut hali “İslam dünyası” diye tüzelleştirmeyelim. Suud'un irili ufaklı bahşişlerle fenalık gördürdüğü liderlerin tahakkümündeki çaresiz Sünni dünya orası.

Bu “İslam dünyası”, İslam İşbirliği Teşkilatı zirvesinin kapanış bildirisinde, birbuçuk senedir Yemen'i bombalayıp 7 bine yakın masumu katleden Suudileri bırakıp İran'a üzüntü belirtti. İsrail'in Filistin'in her köşesinde icra ettiği haksızlık ve hukuksuzluklara şöyle bir değinmedi bile. Bahreyn'de, Âl-i Halife ve Âl-i Suud saltanatlarının elele verip demokrasi talebini beş senedir yüzlerce cinayetle bastırma çabasına da. Hatta Bahreyn'de halkın barışçı demokrasi talebine “terörizm” dedi. Yine “terörist” ithamıyla Şii din âlimi Şeyh Nimr'i başını keserek öldüren Riyad'ın kınanmasını kınadı.

Hulasa İİT zulmü kurumsallaştırdı. Üzerine de “İslam” kisvesi geçirdi. Ankara PKK, PYD-YPG örgütlerinin de listeye eklenmesini istedi ama düdüğü, parayı veren Suudiler çalıyordu ve bu talep geri çevrildi. Çünkü Suudilere verilen sipariş, sadece İran ve Hizbullah karşıtlığının kayda geçmesiydi. Bunu da ataları Ebu Süfyan'ın Hz. Peygamber'e (s) suikastte uyguladığı yöntemle yaptılar: Hedef olmamak için kabilelerin suça ortak edilmesi, olabildiğince çok tetikçi istihdamı.

Yani “İslam zirvesi” denen şey İslam zirvesi falan değildi. Suud aşiret reisi Selman, İsrail'in İran aleyhinde karar çıkarılması siparişi için İstanbul'da piyasa yaptı. Kısmen başardı da. Gerçi İslam İşbirliği Teşkilatı dönem başkanı Erdoğan, tefrika bildirisini cesaret edip kapanış toplantısında okutamadı. Ruhani'nin protesto edip katılmadığı kapanış oturumu bittikten sonra adeta korsan bildiri gibi yayınlayabildi.

Re'yu'l-Yevm gazetesinin ifadesiyle “bürokratlar için maişetlerini temin ettikleri iş yeri” olmaktan başka işlevi bulunmayan çürük çarık, işlevsiz ve etkisiz İslam İşbirliği Teşkilatı'na dönem başkanlığı yapacak Erdoğan'a her düzeyden trolün “ümmetin lideri” payesi yakıştırması yok mu, tam eğlencelik. Trol medyamız, İİT dönem başkanlığı nedeniyle Erdoğan'a “halife” muamelesi yaptı. Tiyatro ve seremoniyle ayakta duran devasa yalan dünya bunlarınki. Erdoğan zirve sırasında -düğünde takı merasimi gibi- “haydin bağışa” çağrısında bulundu. Suudi Arabistan “lâ” deyince de hemen geri bastı. Suud'a bile söz geçiremeyen halife veya ümmetin lideri mi olur? Orta oyunu. Bu bir yana, Suudilerin Erdoğan'ın açık arttırma usülü bağış talebine “hayır” demesinde iğneleyici ima da vardı. “Yeterince para veriyoruz zaten” dediler.

İsrail'e hiç ses etmeyip İran'ı uyaran ve komik iddialarla Hizbullah'ı kınayan utanç verici İİT bildirisi kimliğini alenen beyan etmiş oluyor, fazla söze hacet yok. Suudi şahı Selman, sırf İsrail Kızıldeniz'e rahat açılabilsin diye Akabe körfezinde Mısır'a iki adayı milyar dolarlar ödeyerek alması gibi, İstanbul'da da yine İsrail için İİT kapanış bildirisini satın aldı. Mevzu bundan ibaret.

Suudilerin İsrail'in çıkarlarına muhafızlık misyonu çerçevesinde Mısır'ın Tiran ve Sanafir adalarını almasına kısa bir başlık açalım. Suudiler, Akabe köfezinde İsrail'in 1967 savaşında işgal ettiği Arabistan topraklarını geri alma çabası içinde hiç olmadı. İçinde Tiran ve Sanafir adalarının da yeraldığı işgal altındaki topraklar 113 km2 büyüklüğünde. Bu adaların Mısır'dan alınması, İsrail açısından güvence oluşturma amaçlı. Mısır halkı, Sisi yönetiminin bu adaları Suudilere, dolayısıyla İsrail'e vermesi nedeniyle Cuma namazından sonra protesto gösterisi düzenledi. “Vatan namustur” protestosunda Sisi, Selman ve İsrail aleyhinde sloganlar atıldı. İktidar için canını verebilmiş İhvancılarsa vatan toprağını müdafaa sözkonusu olduğunda ortada yoktu. Yani Suudilerin aklı fikri, bir dünya savaşıyla kurulup ikinci dünya savaşıyla tahkim edilen Siyonist-Vahhabi ikiz karakollu bölgesel sistemi korumakta.

Vahhabi dediğimizde akla dinî mezhep veya meşrep gelmesin. Değil çünkü. İngilizlerin, Osmanlı devletini yıkarken aparat olarak kullandığı politik akımlardan biri, dönemin terör örgütü. O nedenle IŞİD Suudilerin devletleşme serüvenini strateji olarak benimsedi. Suudiler, terör örgütünden devlete evrilirken Müslümanlara ne yaptıysa aynı vahşeti icra etti. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el-Cübeyir “Vahhabilik diye bir şey yok. Muhammed b. Abdulvahhab ıslahçı biriydi” diyerek drama yapıyor. Oysa ideolojik atası İbn Teymiye olan tekfirci, fitneci, tefrikacı politik bir akım Vahhabilik. Lideri Muhammed b. Abdulvahhab da hac kafilelerine saldırıp yağmalamış bir hırsız. Hz. Peygamber'e (s) “Adil ol ey Muhammed” diye bağıran münafık Necidlinin politik soyu. Hz. Ali'ye isyan sırasında müşrik çocuk doğuracak diye hamile Müslüman kadınların karnını deşip bebeğini katletmiş Necd hariciliğinin çağdaş tezahürü. İslam'ın iki şemsiyesi, Sünnilik ve Şiilik sayısız tahkiklerle bu gerçekleri tescilledi ve bunun üzerine binlerce sayfa uyarıcı, bilgilendirici metin yazdı.

Suudi aşiretinin Ankara'yı parmağında oynatması hayli yeni. Yani “Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı / Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı / Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı.” Osmanlı hükümetinde bir Vahhabi Suudinin payitahtta bugünkü gibi ağırlandığına şahit değiliz. Osmanlı bunu hakaret sayıyordu herhalde. Zaten Osmanlı ile bugünkü muhafazakar arasındaki bariz fark şu ki, Osmanlı, İngilizlerle bir olup imparatorluğu sırtından hançerleyen Suud'un başını aldı, bugünkü muhafazakar ise başına çıkarıyor. Erdoğan'ın “Suudi Arabistan'la tarihten gelen köklü ilişkilerimiz” dediği, Suud aşiretinin daha dün Hicaz'da Mehmetçiğe kurşun sıkan isyancılar olması. Devlet-i Âliye'nin güney cephesinde savaşılan düşman. Fahrettin Paşa'nın efsanevi Medine müdafaasında İngilizlerle işbirliği yapıp Medine-i Münevvere'ye saldırmış bedevi hainler. Sadece orada mı? Yemen'de, Kut'ü'l-Amare'de, heryerde ihanet kovaladılar. Bizim muhafazakarsa Yemen ve Basra'da İngiliz-Vahhabi saldırganlığına karşı Şii ulemanın cihat fetvasıyla Osmanlı'ya askerlik için seferber olmuş Şii Müslümanlara düşman, İngilizlerle işbirliği yapıp Mehmetçiğe kurşun sıkan Vahhabilere dost. Tam da tıynetlerinin icabı.

Vahhabi Suudilerin ihanet sicili konusunda Osmanlıdan miras bellek bu diyarın Sünni uleması ve aydınları arasında yaşatılıyordu. Fakat Sünni entelijansiya Suud Vahhabiliğinin fermantasyonundan geçince ortaya o bellekle alakası olmayan bizim muhafazakarlar çıktı. Sünniliğin Vahhabilikle aşılanması da 12 Eylül darbesi koşullarında Turgut Özal ve Kenan Evren eliyle gerçekleşti. Pakistan darbesiyle eşzamanlı olarak. O nedenle Pakistan'da Ziyaül Hak darbesi ile bizdeki Kenan Evren darbesi siyasi ve toplumsal mühendislik bakımından ikizdir. Turgut Özal'ın 80'li yıllarına gelinceye dek Sünnilik “ehl-i kıble tekfir edilmez” paradigmasına sıkı sıkıya bağlı, Vahhabiliğin ayrıştırıcı ve tefrika sokan aşırılığına karşıydı. Bugünkü muhafazakarın Vahhabi Suudilerle içiçe girip Türkiye'yi felakete sürükleyen sürecin mimarı olması, 12 Eylül darbesinin mirası aslında.

Erdoğan'ın İİT zirvesinde yaptığı konuşmada “mezhepçilik fitnedir” sözü kuşkusuz başımız üstüne. Ama gereğini yapmak şartıyla. Hayaller mezhepçilikten arınmış Türkiye, ama gerçekler, IŞİD'e “öfkeli Sünniler” diyen başbakanımız. Yahut “Reyhanlı'da Sünni kardeşlerimizi öldürdüler” diye haykıran Erdoğan. Hal böyle olunca “Sünni ve Şii dininden değilim” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, mezhep çatışmasına mani olmaya çalışmaktan ziyade özlenen kutuplaşmanın adresini gösterdiğine dair karamsar yorum yapılsa yersiz değil.

Muhafazakar mevzubahisse ilke olarak hangi konuda suçlama haykırılıyorsa o konuda vahim işler yapılıyor, ithama konu edilen suç işleniyor demektir. Mesela “Sünni blokun [İslam] ordusu”ndan bahseden mezhepçilik, başkalarını mezhepçilikle suçlayarak yapılıyor.

İİT zirvesinde İsrail'in siparişi, mezhepçi bildiri skandalına rağmen Ruhani, Erdoğan'la sarayında görüştü ve sıcak fotoğraf verdi. Ortak basın toplantısında “Siyonizm ve [tekfirci] terörizm, İslam dünyasının en temel sorunudur.” dedi. Ülke liderleri ortak basın toplantısında ne söyleyeceklerini birlikte kararlaştırır. Bell ki Ruhani'nin söyledikleri, Erdoğan'ın söyleyemedikleriydi. Bu açıdan olumlu not verilebilir. Ama acaba başka bir durum da var mı? Mesela bildiri fiyaskosuna rağmen Ruhani'nin Türkiye-İran ilişkilerinde yeni bir döneme başlama vaadinin Zencani-Zerrab vakasıyla bağlantılı ilginç izahı olabilir.

Şöyle: Zencani, yurtdışı servetini İran'a geri getirme konusunda Ruhani hükümetine tam vekalet vermişti. Belliki de Erdoğan, Ruhani'yle bu işin sessiz sedasız halledilmesi konusunda anlaştı. Yahut buna ilaveten Ruhani, Erdoğan'dan, İran'da muhafazakarları güç durumda bırakacak bir ifşaat sözü aldı. Çünkü İranlı reformcular canını dişine takmış, Zencani'nin Zerrab'la bağını kanıtlamaya çalışıyor. Erdoğan acaba bazı kurbanlar vererek bu bağın kurulmasında reformculara yardımcı mı olacak? Veyahut Ankara Riyad'dan kademeli olarak uzaklaşma stratejisi izliyor da, İranlılar bundan mı haberdar? İkilinin basın toplantısı günü, İran'da yayınlanan reformcu Merdomsâlâri gazetesi “Ankara'nın dışpolitikasındaki paradokslar” başlıklı analizinde “Tahran-Ankara ilişkilerini Riyad zehirliyor” yazdı.

Suriye krizine başlarken hayli büyük koalisyon halkası zaman içindeki kopmalarla küçüle küçüle Riyad-Ankara ittifakına kadar geriledi. Ankara, Suudilerin aşırılığın menbaı olarak hedefe konduğu her defasında onunla birlikte potaya girmekten kurtulamıyor. Hayatta kalma ustası Erdoğan, her tarafı idare etme stratejisi güderek oynadığı dama oyununda başarılı değil. Her hamlesi ağır kayıplarla geri çekilmesine yolaçıyor.

Şartlar daha da ağırlaşıyor üstelik. El-Kaidecilerin New York'ta gerçekleştirdiği 11 Eylül (2001) saldırılarını Suudi kraliyet ailesinin finanse ettiği iddiası ABD'de yargılanacak. İddia, saldırıyı düzenleyen el-Kaidecinin itiraflarına dayanıyor. Suudiler bu gelişmeden çok tedirgin. Bazı uzmanlara göre 11 Eylül saldırılarıyla ilgili suçlanması gereken tabii ki Suudi Arabistan'dı. Ama neoconlar o vakitler Arabistanlı müttefikini korumuştu. Obama artık bu koruma ve kollamaya gerek görmüyor.

Dolayısıyla Obama Amerikasının Riyad ve Ankara'ya eşzamanlı salvoları manidar değil, nokta atışı. Ankara'nın o menzili tahliye etmesi yönünde çok öğüt verildi, fakat laf dinletilemiyor. Mursi, 2012 Ağustos'unda İran'daki Bağlantısızlar toplantısında Suud'un eline tutuşturduğu, İran'a saydıran bildiriyi okuyup hemen Tahran'ı terketmişti. Tel Aviv'i ziyadesiyle hoşnut eden bu sahne performansından bir yıl sonra, siparişin sahibi Suudilerin sponsorluğundaki Sisi darbesiyle devrildi. Erdoğan da Riyad'a aşırı güvenme ve bütün yumurtalarını o sepete doldurma hususunda Mursi'nin yolunda ilerliyor.

Mutlak iktidar sarhoşluğuyla aklı başından gitmiş muhafazakar, Suudi hanedanının, serveti yurtdışında ve her daim bavulları hazır bir saltanat olduğunu unutuyor galiba. Aidiyet hissettikleri bir yurtları, tarihleri, bugünleri ve yarınları yok. Zamanı geldiğinde buhar olup kaybolacaklar. Onların eteğine yapışan muhafazakarsa ortada kalakalacak.

Tüccar siyasetin dama oyunundaki stratejisi, aktüel ana akım neyse onun türküsünü çığırmaktan ibaret. Eğilim değişip yeni bir durum yükseldiğinde de ondan yana olmak. Tabii ki diplomatik zeka pırıltısı içermeyen bir tarz. Ve zararı kârından çok büyük. Erdoğan, Bush hükümetleri sırasında partisinin ilçe kongrelerinde bile Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanı olduğunu heyecanlı nutuklarında mutlaka araya sıkıştırırdı. Bush iktidardan ayrıldığında BOP'un pek matah bir fikir olmadığını söylemeye başladı. Ama bir öyle bir böyle tavır kaç kez tekrarlanabilir? İç siyasette iş görebiliyorsa da uluslararası siyasette kimse kimsenin ağız kokusunu çekmez. Dışpolitikadaki muhataplar ve aktörler iç siyasetin banko seçmenine benzemez.

Uluslararası dengeler tüccar siyasetin sandığından daha kırılgandır. Dış ilişkiler kargosunun üzerinde kocaman puntolarla “dikkat kırılır” yazması boşuna değil. Bu sahada dolanırken züccaciye dükkanındaki fil olmamak icap eder. Lakin bizim muhafazakar, iç siyasetteki rahat tavırlarının dışarıda da geçer akçe olduğunu sanacak idrak düzeyinde. Satranç zaten bilmiyor da, dama gibi basit bir oyunu bile kafasını gözünü yararak oynuyor.

Ziyaret -> Toplam : 125,34 M - Bugn : 104472

ulkucudunya@ulkucudunya.com