Susmak ya da Hakkı Söylemek İşte Bütün Mesele…
Hüseyin Çelik 01 Ocak 1970
1.Bölüm: İslâm Dini Açısından
Konuşmak, tüm varlıklar içinde sadece insanlara bahşedilmiş bir nimettir. İnsanın en önemli özelliği nâtık olmasıdır. Nutuk, yani konuşma, rastgele anlamsız sözler söylemek değil; aklın süzgecinden geçmiş anlamlı kelime ve cümlelerin dille, yazıyla, tavırla, edayla, jest ve mimiklerle dışa vurulmasıdır.
Konuşulması gereken zaman ve zeminlerde susmak veya susturanlara boyun eğmek, sadece ahlâkî bir problem değil, aynı zamanda Allah’ın gazabına uğramaya vesiledir.
İçte ve dışta yaşanan haksızlıklar, alenî hak ihlâlleri, güçlülerin zayıfları ezmesi, hukuk maskesi altında sergilenen keyfilikler, her türlü gasp ve yağma, zulmün yaygınlaşması, mazlumların göz yaşları gibi konularda susmak, bu fiillerle işlenen zulme ve günahlara ortak olmak anlamına gelir.
Zira Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim, zulme meyletmenin, yani hafif bir eğilim göstermenin bile, zulmun ateşinde yanmak anlamına geldiğini buyurmaktadır. (Hud Suresi, 113. Ayet)
Yine başka bir ayette, “Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz,masumları da yakar.“(Enfal, 25)
Zalimlerin zulmü niçin masumları da yaksın? diye düşünülebilir. Çünkü masum dediğimiz insanlar, o zulme rıza göstermişlerdir.
Peki, yaşanan hak ve hukuk ihlâllerine, her türlü baskı ve sindirmeye karşı insanlar nasıl tepki gösterecek? Bunun da cevabını, Kur’an’ı, insanlara ders vermekle mükellef olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) veriyor: “Bir kötülük gördüğünüz zaman, onu elinizle düzeltin, buna gücünüz yetmezse, dilinizle düzeltin, buna da gücünüz yetmezse, kalbinizle buğzedin. Zaten bu da imanın en düşük derecesidir” (Müslim, İman, 78) Şüphesiz ki, burada ifade edilen “elle düzeltme“, herkesin kendisini savcı, hakim, polis vs. yerine koyması anlamına gelmez. Hadis alimleri, elle düzeltmenin devletin işi olduğunu; dille müdahale etmenin alimlerin, bugünkü ifade ile aydınların,okuyup yazmışların, sorumluluk konumunda olanların işi olduğunu; kalp ile buğz etmenin de elinden başka bir şey gelmeyen sıradan vatandaşın işi olduğunu ifade etmişlerdir.
Nitekim, Hz. Peygamber, bir başka hadisinde bizzat bu meseleye açıklık getiriyor: “Allah indinde en büyük ve en sevgili sadaka: İnsanların hak üzerine konuşmasıdır.Hak üzerine konuşmak, hakkı siyanet etmek(korumak) herkese vacip ise de, ilim adamlarına farzdır.”
Yüce kitabımızda, birçok ayette mü’minlere sabır emredilmiştir. Hz.Peygamber’in birçok hadisinde de başta bela ve musibetler olmak üzere tüm olumsuzluklar karşısında sabır gösterilmesi tavsiye edilmiştir. İslâm dini, sadece olumsuzluklar karşısında değil, ibadette ve hayırlı işlerde de sabretmeyi emretmiştir.
Ne var ki, Emevilerle beraber, saltanatla yönetilen müslüman topluluklarda, İslâm’ın esas aldığı “sabır” çoğunlukla yöneten elitler tarafından anlamından ve bağlamından saptırılarak kitleleri susturma ve sindirme aracı olarak kullanılmıştır.
Halbuki, Allah, insanların canını, malını ve ırzını kutsal saymış ve bunları korumak ise farz kılınmıştır. Bunlara saldırı olduğu zaman susmak, sineye çekmek yani bu konuda sabır göstermek sabrın haram olan kısmındandır. Yaygın bilinen şekliyle “ırz” sadece insanın cinsî varlığını değil, insanın bütün manevi varlığını, yani şeref, haysiyet, hürriyet ve bir bütün olarak şahsiyetini ifade etmektedir.
Peygamberimiz’in “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” şeklindeki hadisi tam da sabrın haram olan kısmını ifade ediyor.
Haksızlığa karşı çıkmanın, yani dille müdahil olmanın da ölçüsünü Allah(C.C) ortaya koymuştur: Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz söylemektir. (en-Nahl, 125)
Başka bir ayette de Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın, seninle arasında düşmanlık olan kişi, candan sıcak bir dost oluvermiş. Amma kötülüğe karşı iyilik hasleti ancak sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır.” (Fussilet, 34,35)
Haksızlık karşısında hakkını savunan, zulme baş ve boyun eğmeyen kişilerin bu onurlu duruşu Kur’an-ı Kerim‘de övülmüştür:
“Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa artık onların aleyhlerine bir yol yoktur. ( onlara başka bir ceza verilmez, onlara başkaca bir yaptırım uygulanmaz.)” (Şura,41)
Alimlerin serdarı Hz.Ali, “Haksızlık önünde eğilmeyiniz , çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.” derken şerefli bir insanın takınması gereken tavrı tarif ediyordu.
Tarih boyunca bir çok islâm alimi, gücü ellerinde bulunduranlarla girdikleri mücadelede, hayatlarından vazgeçmişler ama vakar ve haysiyetlerinden taviz vermemişlerdir.
Nitekim, asrımızın büyük alimi Bediüzzaman Hazretleri, onu birçok makam ve imkan vadederek râm olmaya, boyun eğmeye davet eden muktedirlerin tekliflerini “ben ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz asla” diyerek red ediyordu.
Unutmayalım ki, haksızlık sadece şahsımıza yapıldığı zaman haksızlık değildir. Esas fazilet, başkasına haksızlık yapıldığı zaman buna suskun kalmamaktır. Haksızlığa uğrayan Müslüman olur, gayrimüslim olur, ateist olur; sağcı olur, solcu olur; Türk olur, Kürt olur; Sünnî olur, Alevî olur, hiç farketmez.
Haksızlığa uğrayan insanların hakkını savunmak, onlarla aynileşmeyi de gerektirmez. Olup bitenlere karşı duruş sergileyenlerin, ortaya karşıt görüş koyan herkesin “hain“, “terör yandaşı“, “paralelci“, “yabancı güçlerin maşası” gibi yaftalarla yaftalanması,itibarsızlaştırmaya yönelik bir algı operasyonudur.
Ve bu durum, hiç de hayra alamet değildir.
Konuşan bir toplumda sosyal ve siyasî patlamalar olmaz. Esasen susan veya susturulan toplumlarda patlama olur. Fikir sıkışması gaz sıkışmasından daha tehlikelidir.
Fikirlerde isabet olur veya olmaz, bilenlerin konuşması, yönetenler açısından da büyük bir şanstır. Şirin görünmek için öksürüklerimizde bile musiki makamları arayanlar, uyarıcı, tamamlayıcı ve yol gösterici olamazlar.
Elbette kanunların suç saydığı fiilleri kim işlemişse işlesin, adil işleyen yargı onun yakasına yapışsın. Hak yerini bulsun. Ama ne kadar rahatsız edici olursa olsun, sadece düşünceyi serdetme, insanların mahkeme kapılarında sürünmesine sebep olmasın.
Unutmayalım ki, biz AK Parti’yi kurarken medya ve düşünce özgürlüğünde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesini esas almıştık. Ki bu madde, prensiplere bağlanması halinde ülkelerin milli bütünlüğü ve güvenliği açısından sınırlılıklar getirilmesine de imkan veriyor. Yani sınırları geniş tutulan özgürlükle, sorumluluk ortadan kaldırılmıyor.
Esas sıkıntı, keyfiliklerin ve kişiden kişiye değişen yorumlarla insanların mağdur edilmesidir. Milli Güvenlikle özgürlük dengesi, başından beri AK Parti hükümetlerinin çok hassasiyet gösterdiği konular olmuştur. O halde, AK Parti’nin kuruluşundaki prensiplerden sapmalara müsaade edilmesin.
İtidale, teenniye, yumuşak sözle uyarıya, yapıcı eleştiriye, nezâket ve zerâfetten zerre kadar taviz vermemeye, özetle müspet hareket etmeye sonuna kadar “evet” ama susmaya, pısmaya, kaba söze, küfre, hakârete, şiddete, seyirci kalmaya, “bana nasılsa dokunmuyor, bana ne“demeye sonuna kadar “hayır” demeliyiz.