AKP niçin hâlâ iktidarda?
Şahin Alpay 01 Ocak 1970
AKP iktidarı altında Türkiye 2011 seçimlerinden, özellikle de 17 / 25 Aralık 2013 Cumhuriyet tarihinin en ağır yolsuzluk soruşturmasından bu yana önceki hiçbir sivil iktidar döneminde görülmemiş bir yönetimde keyfileşme ve otoriterleşme sürecini yaşıyor. Ülke hızla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tek-adam yönetimine doğru sürükleniyor. AKP’nin bir kişi partisi, “Erdoğan Partisi” haline getirilmesi süreci tamamlandı; Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “Erdoğan devleti” haline getirilmesi tehlikesi giderek büyüyor. İktidarın kötüye kullanılmasını önleyecek tüm denge ve denetim mekanizmalarının, yani yasamanın, yargının, kamu bürokrasisinin, sivil toplumun, medyanın, hepsinin yürütmenin tahakkümü altına alındığına tanık oluyoruz.
Temel hak ve özgürlükler giderek artan saldırılarla karşı karşıya. Muhaliflerin hemen tamamı “hain, alçak, terörist” ilan edildi. Şiddet yükseliyor; barış sürecinin terk edilmesinden bu yana PKK ile yükselen çatışmalarda 5 bine yakın yurttaşımız can verdi. Ekonomi daralıyor. Dış politikada sorunlar büyüyor. Dışta da savaş tehlikesiyle burun burunayız. Her alanda artan istikrarsızlığa rağmen kamuoyu yoklamaları AKP’nin seçmenlerin en az yarısının desteğini almayı sürdürdüğüne işaret ediyor. Bu nasıl mümkün oluyor? Giderek bir siyasi ve iktisadi menfaat ortaklığına dönüşen AKP nasıl oluyor da seçmen çoğunluğunun oyunu toplamayı başarıyor? AKP nasıl oldu da 7 Haziran’da kaybettiği tek başına iktidarı, 1 Kasım’da geri almayı başardı?
Bu sorulara cevaben çeşitli teoriler ileri sürülmekte. Kimilerine göre seçmenler cahil ya da aptal, bu yüzden tercihleri çıkarlarıyla uyuşmuyor. Kimilerine göre büyük çoğunluğun bağlı olduğu İslam inancı otoriterleşmeyi besliyor. Kimilerine göre karar verici konumunda olanlar liberal demokrasinin ilkelerini, kültürünü benimsemekten uzak; demokrasi bunun için kurumlaşamadı. Kimilerine göre AKP seçmeni, iktidardan giderse istikrarsızlık ve kaosun hâkim olacağı iddiasıyla kandırıyor. Yine kimilerine göre ise bu durum seçmenin rasyonel, akılcı tercihler yapmasının sonucu. En az yarısı, AKP iktidardan giderse elde ettiği siyasal ve sosyal nitelikte kazanımları kaybedebileceğinden çekindiği, muhalefet partilerine güvenmediği için AKP’ye desteğini sürdürüyor. Evet, AKP 7 Haziran’da tek başına iktidarı kaybetmişti, ama MHP’nin başında AKP’ye hizmet eden bir “Truva atı” mevcuttu.
MEDYA, SİYASETİN ARACI OLMAYA DEVAM EDİYOR
Bütün bu teorilerin gerçeğin bir parçasına işaret ettiği söylenebilir. Ama Türkiye’de siyaseti anlamaya çalışırken gerçeğin hiç ihmal edilmemesi gereken bir parçası daha var. O da, AKP iktidarının medyayı siyasi çıkarları doğrultusunda manipüle etmekte, kısacası seçmenin beynini yıkamakta sağladığı başarı.
Türkiye’de medyanın hiçbir zaman gerçek anlamda özgür olmadığı doğru. “Medya adam olmadan demokrasi adam olmaz…” sözü, daha gerilere gitmeye gerek yok, 1990’larda da geçerliydi. Basın özgürlüğünü kısıtlayan mevzuat boldu. Aşırı mülkiyet temerküzü medyada rekabeti, dolayısıyla yurttaşların farklı mecralardan bilgilenme imkânını ciddi şekilde kısıtlıyordu. Medyayı büyük ölçüde denetimi altında tutan iki büyük sermaye grubu, iki merkez sağ parti ile patronaj (yani, “sen bana ekonomik avanta sağla, ben de sana siyasi destek vereyim”) ilişkisi içindeydi. Medyayı gazeteciler değil, patronlar yönetiyordu. Gazetelerde, özellikle PKK’ya karşı yürütülen mücadele ile ilgili haberler üzerinde yoğun bir denetim ve sansür vardı. Gazetecilerin büyük çoğunluğu, aksi takdirde işlerini kaybetme korkusuyla otosansür uyguluyordu. Basın mensuplarının ne haklarını koruyacak nitelikte örgütleri vardı ne de aralarında meslek dayanışması. TRT ve Anadolu Ajansı, iktidarın borazanı olma vasfını çoktan kazanmıştı.
Bütün bunlar doğruydu. Derken 2002’de çok-partili dönemin en liberal, özgürlükçü parti programını kabul eden, AB üyeliğini siyasi platformunun merkezine koyan AKP iktidara geldi. AB reformları hem genel olarak ifade özgürlüğü hem de basın özgürlüğü alanında gerek yasal mevzuatta, gerekse uygulamada daha önce görülmeyen ölçüde özgürleşme getirdi. Ne var ki, AKP’nin üçüncü iktidar dönemiyle birlikte medyaya AKP iktidarının yeniden üretilmesi için özel bir işlev yüklendi.
KULLANIŞLI YALANLAR
Bu işlevin iyi anlaşılması için ünlü Amerikalı düşünür Noam Chomsky’nin, Edward S. Herman ile birlikte kaleme aldığı “Manufacturing Consent: The Political Economy of the Mass Media / Halkın Rızasının Üretilmesi: Medyanın Politik Ekonomisi (1988)” adlı kitapta öne sürdüğü teori yararlı olabilir. Hâkim sınıfın egemenliğinin esas olarak sömürülen sınıfların zihinleri üzerinde kurduğu “hegemonya” ile açıklanabileceğini savunan Marxist kuramcı Antonio Gramsci’den esinlenen Chomsky’e göre, siyasi iktidarı elinde tutan elitler sahip oldukları medya aracılığıyla insanların beyinlerini yıkayarak, endoktrinasyon uygulayarak halkın kendisi üzerinde tahakküm kurulmasına hizmet eder hale getiriyor. İnsanların yüzde 80’i yönetici elitin yaydığı “Necessary Illusions/Kullanışlı Yalanlar” aracılığıyla uyutuluyor, gerçeklere kör ediliyor.
Türkçeye (yaratıcı bir yorumla) “Kullanışlı yalanlar” olarak çevirdiğim şeylerin Türkiye’deki en çarpıcı örneği muhakkak ki önce askeri darbe sanıkları tarafından ortaya atılan, 17/25 Aralık sonrasında AKP iktidarı tarafından pazarlanan “paralel yapı” safsatası. Söz konusu safsata, gerek darbe girişimi davalarının kapatılmasında, gerekse Cumhuriyet tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının örtbas edilmesinde kullanılmakla kalmadı, sivil toplumun belki en güçlü unsuru olan Hizmet Hareketi’nin hırpalanmasında, hemen her türlü muhalefetin damgalanmasında yararlanılan bir araç oldu.
Şurası muhakkak ki, AKP iktidarı, kamu ihaleleriyle beslenen işadamlarının denetimindeki “Havuz Medyası”nı kurarak, kamu yayın kuruluşları TRT ve Anadolu Ajansı’nı bugüne kadar görülmedik ölçüde iktidar borazanı haline getirerek, bir büyük medya grubunu maliye baskısı altında teslim alarak, muhalif gazetecilerin kovulmasını sağlayarak, araştırmacı gazetecileri “casusluk, silahlı örgüt yöneticiliği” iddiasıyla, eleştirel görüş sahiplerini “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla kovuşturmaya tabi tutarak beyinleri yıkamaya, halkın gerçekleri görmesini engellemeye çalışıyor.
YARGIDA ÇİFTE STANDART
Anayasa Mahkemesi dâhil yargı, “yürütmeyle uyumlu” yani iktidara bağımlı hale getirilmekle kalmadı, medyanın “Dördüncü Kuvvet” işlevi, güç sahiplerinin hukuka aykırı davranışlarının denetlenmesi işlevi suç haline getirildi. Dündar ve Erdem Gül, araştırmacı gazetecilik yaptıkları için “casusluk” suçlamasıyla üç ay tutuklu kaldılar; “gizli kalması gereken bilgileri yayımladıkları” iddiasıyla 5’er yıl hapse mahkûm oldular. Mehmet Baransu “sahte, uydurma” denilen Balyoz darbe girişimi belgelerini yayınladığı için “devletin gizli belgesini temin, ifşa” iddiasıyla 14 aydır tutuklu olarak yargılanıyor. (Hukuka ve adalete inanan herkes Baransu’nun Haberdar internet sitesinde yayımlanan yazı dizisini okumalı.) Gültekin Avcı, 6 adet köşe yazısı nedeniyle “silahlı örgüt yöneticisi” suçlamasıyla 8 aydır tutuklu. Hidayet Karaca, sadece ve sadece iktidara muhalefet eden bir yayın grubunun başkanlığını yaptığı için, hiçbir delile dayanmaksızın “silahlı örgüt yöneticisi” olduğu iddiasıyla 17 aydır hapiste. Anayasa Mahkemesi, Dündar ve Erdem’in tutuksuz yargılanmalarını sağlayan “hak ihlali” kararını Karaca ve Baransu’dan esirgeyerek hukuk tarihine bir “çifte standart” abidesi armağan etti.
AKP iktidarının yanıldığı (Chomsky’nin teorisinin yetersiz kaldığı) nokta şu: “Bazılarını her zaman, herkesi bazen kandırabilirsiniz; ama herkesi her zaman kandıramazsınız…” Beyin yıkayarak halkı uzun süre uyutmak, gerçekleri uzun süre halktan saklamak mümkün değildir. Bir kişinin iki dudağı arasından çıkacak buyruklarla yönetim her zaman her yerde başarısızlığa mahkûmdur. Türkiye’de kötü yönetimin foyası her zaman, er geç ortaya çıkmıştır. Tek-adam yönetiminin sürdürülemez olduğu da er geç büyük çoğunluk tarafından görülecektir.