EROL GÖKA
Ulusu ve Kimliği Olanlar 16 Ocak 2007
Bölgemizde "Büyük Ortadoğu Projesi" adı altında, ırkçı siyasetler ve oluşumlara göre biçimleneceği belli olan yeni alçaklıklara karşı, ulusu ve kimliği olan insanlar olarak direnebilirsek, ulusal kimliğimizi ve ulus-devletimizi, doğru düzgün restore etmeyi başarabilirsek, zaten kazanacak çizgiyle aynı safta bulunmanın ötesinde bizatihi kazanacağız.
[…Biz İstanbul’da kendi açımızdan eski ve yeni bütün Türkiye hudutlarını kapsamak şartıyla geçici olarak Amerikan mandasını ehvenişer görüyoruz. İçimizde kalacak olan Hıristiyan azınlıkların hem Osmanlı tebası olma hakkından yararlanarak hem de Avrupa Devletlerine dayanarak çıkaracakları karışıklıklar ve sebep olacakları askeri müdahalelerle zaten tartışmalı olan bağımsızlığımızı parça parça kaybetmemizin önüne bu zayıf halimizle geçemeyeceğimizi düşünüyoruz. Birbirini suçlayan, menfaat, hırsızlık, macera ve şöhret peşindeki kişilerin ihtirasını tatmin eden hükümet yerine, milletin refah ve gelişmesini sağlayıp ahaliyi çağdaş bir halk seviyesine yükseltecek çalışmalar için gerekli para ve bilgiye sahip olmadığımızdan da Amerika işimize geliyor. Dış güçleri memleketimizden uzak tutmak için de Avrupa dışındaki kuvvetli bir Amerikan gücüne ihtiyacımız olduğuna kaniyiz.]
Sivas Kongresi’nin son günündeki yegane gündem konusu, Amerikan mandası tartışılırken sunulan, Kara vasıf Bey, Bekir Sami Bey başta olmak üzere yirmi imzalı mektup.
Yukarıdaki satırlardaki ifade edilen çizgi, gerçekçi ama alçakça ve trajiktir. Ulusal kimlik sorununun bilim çevrelerinde ele alınması konusunda bugün egemen olan çizgi ise, gerçekçi bile olamadığı için trajik olmaktan öte komiktir. Onlar öncelikle ortada duran, daha doğrusu bizzat kendilerince ortaya bırakıverilmiş kavramı tartışmaya girişirler. Sanki kimlik, soğansı bir topografiye sahip, üst üste geçmiş zarlardan oluşan bir "şey"dir, öyle bir üst-zar bulunmalı ki, altta kalanları örtsün; sanki ulus, belirli bir zaman diliminde moda olarak ortaya çıkmış, şimdi anlamını yitirmiş, yukarıdan aşağıya inşa edilen bir "şey"dir; şimdi moda olan neyse ulusun yerine artık o alınmalıdır.
Öncelikle şu "ulusal kimlik"le ilgili akademide ve literatürde genel geçer bilgi haline gelmiş söylemin ana uğrak noktalarındaki cümleler yığınına bir bakalım:
a) "Ulusal kimlik" oluşumu, ulus-devletleşme sürecinin aracıdır ve her ikisi de modern çağın ürünüdür.
b) Modern öncesi dönemde devletler, meşruiyetlerini "ulusal kimlik"te değil, geleneksel örfi-bir zeminde bulmaktadırlar.
c) Ulus-devletin anası, burjuvazidir. Ekonomik iktidarı paylaşan ama siyasi iktidardan uzak olan burjuvazi, gelişen ulusal ekonomiden de güç alarak feodaliteye karşı yeni meşruiyet kaynakları olarak "yurt" ve "yurttaş" kavramlarını ileri sürmüştür.
d) Bütün toplulukların "ulus" formu içinde örgütlenmesini şart koşan modern çağın toplumsal örgütlenişinin de gereği olarak, "ulus" adı altında tek bir kimlik referansına dayalı, türdeş, ahenkli ve dayanışmacı bir toplum yapısı hayali hedefiyle yola çıkılmış, "toplumsal sözleşme"ye ya da kurgusal bir etnisiteye dayanan "ulusal kimlik"ler inşa edilmiştir. Yeni oluşturulan bir resmi tarih yazımı ve matbaa kapitalizminin ürünleri aracılığıyla inşa edilen bu "ulusal kimlik" sayesinde birey, kendisini ötekilerden ayırt etmesine yarayan muhayyel bir cemaat olan ulusun varlığı ile özdeşim kurmuş, bu kimliğin içinde asimile olmuştur.
e) Ulusal kimlik oluşumunda yukarıda sözü edilen iki farklı tipolojiden birincisi Fransa'ya, Devrim'e ve Aydınlanma'ya özgüdür ve "anayasal yurttaşlık" anlayışına dayanmaktadır; buna göre yurttaş olmanın ölçüsü, aynı ülke ve toprak üzerinde yaşayan siyasal irade sahibi insandır. Ancak ulusal kimlik arayışı serüveni burada bitmemektedir.
f) İkinci tip ulusal kimlik tipolojisi, burjuvazisi az gelişmiş, ulusal birliğini sağlama konusunda gecikmiş olan Almanya'ya aittir. Almanya, romantik düşünce geleneğinin de etkisiyle, bu tarihsel geriliği yüzünden ve onu aşmak için, ulusal kimlik tanımına Fransa ve Britanya Aydınlanması'ndan apayrı bir kapsam getirmiş; aynı dili konuşmak ve aynı kültürden olmak koşullarını ulusal kimliğe eklemiş; toprağa kan karıştırmış, "yurttaş" ile "soydaş"ı bitişik anlama kavuşturmuştur.
g) Dünya sistemi, bir süreden beri ise, ulusal kalkınmacı-modernist çizgisini terk etmiştir. Uluslararasılaşan ve tüm dünyada ipleri eline geçiren birkaç mali sermaye grubu, üretimin riskli alanlarından çekilmesinin yanı sıra, sermayenin önündeki ulusal sınırları kaldırmakta, her türlü ulusal mekanizmayı devre dışı bırakmaktadır. Artık böyle bir yeni dünya düzeninde ulus-devletin gönüllü bir bağlanma mercii olarak varlığını sürdürmesi güçtür; dolayısıyla ulusal kimlikler de önemini yitirecek, bu kargaşada çareyi cemaatlere (ırksal, dinsel, kültürel, vs.) sığınmakta bulan insanlar için cemaat kimlikleri değer kazanacak, siyaset de bir kimlik siyaseti haline dönüşecektir.
Sondan başlayalım:
Gerçekten de yaşadığımız dünya-tarihsellik durumunu niteleyen en belirgin özellikler arasında "ulus-devletlerin sona erdiği", "ulusal kalkınmacılığın iflas ettiği" gibi ifadeler de yer almaktadır. Dünyanın yeni bir düzen için bir süreden beri biçimlendiğini herkes gibi biz de görüyoruz ama dünyanın alacağı bu yeni biçimin ne olacağı konusunda, yukarıdaki söylemi birçok aydının zihnine yükleyen "küreselleşmeci"lerden ve postmodernistlerden oldukça farklı düşünüyoruz.
Bize göre, halen revaçta olan ve akademik çevreler ve medya tarafından pompalanarak yaygınlaştırılan "küreselleşmeci" söylemin aksine, dünyanın yeni biçimlenişinin ekseninde yine ulus-devletler bulunacaktır. Elbette bu süreçte "ulus", "devlet" ve "ulus-devlet" tanımlarının her biri anlam ve içerik kaymalarına uğrayacak ama son tahlilde, yaşanan kaos, "ulus-devlet"in (belki görünülürlüğündeki apaçıklık epeyce silikleşse bile) etki gücünün devasa bir işlevsellik kazanmasıyla çözülecektir. Yine mevcut psikososyopolitik durumun fenomenlerini biraz ileriye doğru izlediğimizde gördüğümüz odur ki, düşünürler, bir süre sonra postmodern gevelemelere ve kekemeliğe son verecekler, yeni ve restore edilmiş bir Aydınlanma'nın ışığı altında tekrar düzgün ve akıcı konuşmaya başlayacaklardır. Elbette bu yeni konuşmanın da tematiği ve iletişim kanalları çok değişik olabilecek ama gramatiği "asıl"a bağlı kalmakta ısrar edecek, buna özen gösterecektir. "Yeni Dünya Düzeni", hiç de vazedilip durulan gibi olmayacaktır.
Yeni Türkiye Dergisi’nin Eylül-Aralık 1998 tarihli nüshasında ulusal kimlik ve ulus-devletin geleceği hakkında bunları söylemiştik. O günden bugüne çok zaman geçti. ABD’de Neocon’lar iktidara geldi, 11 Eylül olayları ve ardından Afganistan ve Irak işgalleri oldu. II. Bush, kendi vatandaşlarını travmayla korkutarak yeniden seçimi kazandı ve Neocon treninin bir süre daha durmadan ilerleyeceğinin işaretini verdi. Biz de boş durmadık bu 6 yıl boyunca. Yeni hükümetler denedik, yağma ekonomisinin önünü almaya, bir yandan Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini önlemeye bir yandan da kendi Kürtlerimizle ulusal birliğimizi pekiştirmeye çalıştık. AB de, ABD ve İsrail de kendi Kürt kartlarını asla elden bırakmadılar; bu uğurda PKK bile parçalandı. İlk kez Kara Budun’dan birisini Başbakan yaptık, devletle milleti, tarihi ve geleneği barıştırmaya uğraştık. AB hedefimiz için her türlü ev ödevini aksatmadan yerine getirdik ama Avrupa’nın bizi içine alıverme ihtimaline karşı, " O kadar da değil, biz sadece tarih istiyoruz!" fikrinde olduğumuz belli olsun diye "Zina edenin canına okuruz, biz Türk’üz" diye AB’ne efelendik. Bir ara "tezkere krizi" sırasında posta koyduğumuz, "Bak onlara giderim haaa!" diye İran ve Rusya’dan bile bahsettiğimiz ABD’nin hala stratejik müttefikimiz olduğunu asla unutmadık. O da bizi unutmadı; müstakbel taliplerimiz İran ve Rusya’nın devlet başkanları, nasıl olduysa ülkemizi ziyaretten vazgeçmek zorunda kaldılar. İsrail’i "Seninle işimiz zor, bölgede bizsiz olamayacağını bilmelisin, her yere burnunu sokup durma, yoksa karışmam!" diye uyarma cüretini çeşitli yollardan gösterdik. Böyle bir dünya ve ülke tablosu içinde "ulusal kimlik" alanında, bundan böyle neler olacağını anlayabilmek için öncelikle şu "ulusal kimlik" hakkında önceden söylediklerimizi netleştirmeye devam etmeliyiz.
Fransız gibi konuşmak,
Alman gibi davranmak
Ulusal kimlikle ilgili yukarıda özetlenen akademide revaçta olan tezler, hem teorik hem pratik olarak sorunludurlar. Bu tezler, modernliği ve kapitalizmi tarihten kopuk süreçler olarak ele almakta "ulus-devlet"in, ulusal kimlik ve resmi ideolojinin modern-öncesi kökenlerini görmezden gelmektedir. Yine örneğin bırakalım ulus ve burjuvazi ilişkisinin dünyadaki gerçekliğe kısa gelmesini, "ulusal kimlik"in, resmi tarih yazımı ve matbaa kapitalizminin marifetleriyle böyle kolayca inşa edilebileceğine inanmak, insanları saf olarak görmekle eşdeğerdir. Elbette hayatta manüpülasyon ve kandırma aygıtları vardır ama onlar asla hayatın aslını teşkil edemezler; devletin siyasal düzlemdeki "inşa" çabalarının sosyopsikolojik sağlam karşılıkları olmadan hiçbir inşa başarılamaz. Eğer bir kimlik inşa faaliyetinin inşa edilen de böylesine kolay alımlanacak sağlam karşılıkları varsa, o zaman kimin neyi inşa etmiş olduğu diyalektik bir hal alır; bu anlamda pekala "milletin kurduğu devlet" şeklinde beliren sözüm ona "sağ" denilen söylemin de bariz bir meşruiyeti ortaya çıkar.
Kaldı ki, bu tezler, yaşadığımız dünyanın fenomenlerini açıklama gücüne sahip değillerdir. Ulus-devlet, yalnızca sınıfsal olarak açıklanamaz, onun da, tarihte devletin diğer formları gibi çok derinlerde ontolojik kökleri vardır ve bu kökler asla tamamen soy-sopla ilgili değildir ama ister istemez soy-sopla bağlantılıdır. Bu nedenle modern zamanlarda tüm devletler Fransız gibi konuşup (yani aynı topraklarda yaşayan eşit yurttaşların gönüllü sözleşmeleri neticesi kurulan bir devlete sahip olduklarını söyleyip) Alman gibi davranma (yani devleti oluşturan tarihsel-kültürel-etnik oluşumları her alanda gözetme) yolunu seçmişlerdir. Rusya ve Çin’de olup bitenler, sosyalizm ve halk cumhuriyeti görüntülerinin altındaki temel saikin "ulus-devlet" olduğunun görülmesi, akademideki bu tezleri zaten darmadağın etmeye yeter ama tezleri en çok destekliyormuş gibi görünen Fransa örneğini de tezlere karşıttır. Kilise'ye ve ancien regime'e karşı verilen siyasi mücadelenin sonucunda gündeme gelen Devrimi yaymak ve Avrupa monarşilerine karşı korumak ideali, felsefi temellenişini Aydınlanma düşüncesinde bulan yepyeni bir cumhuriyetçi ulus yapısının doğmasına ve 19. Yüzyılın "milliyetçiliğin yüzyılı" olarak adlandırılmasına neden oldu. Bu süreçte Fransa'da ortaya çıkan milliyetçilik, siyasal ve popülist bir nitelik taşımaktaydı ve halkın bir davaya adanmış yurttaşlar topluluğu olarak kutsanmasına yol açmıştı. Ama çok kısa bir sürede "yurttaşların birliği" şeklindeki "ulusal bilinç" "Fransızların birliği" bilincine, devrimi savunma iradesi bir "Fransız misyonu"na, devrimin beşiği Fransa, "kutsal vatan"a dönüşmekten geri kalmadı. Hatta devrimi yayma adına yola çıkan Napoleon, Fransa İmparatorluğu'na yeni çıkar ve hayat alanları aramak gibi o bildik tarihsel misyonla yüz yüze geldi. Gelenek, Fransa'nın yakasına yapışmış; Napoleon Fransa'sı kendinden türeme idealleri savunan ulusal direnişleri yok etmeye çalışmak gibi bir trajediyi yaşamak zorunda kalmıştı. Tarihsel gerçekler, idealleri ters yüz etmişti.
Tarih sahnesine sonradan çıkan Alman ulusal anlayışı, yurttaşlık yerine, soy, toprak ve kültür gibi "ilkel" (!) kavramlara dayandığı için küçümsense ve eleştirilse de, Fransız gibi özgürlük ve eşitlikten konuşup Alman gibi davranmak artık çıkmamacasına insanlığın gündemine yerleşmiştir. Fransa, bugün Avrupa'nın en büyük göçmen toplumudur; cumhuriyetçi ideallerle çok-kültürcülük taleplerinin tazyiki arasında sıkışıp kalmıştır. Orada insanlar, Fransız dilini öğrendikleri, kendilerini cumhuriyete adadıkları, çocuklarını devlet okullarına gönderdikleri ve Bastille gününü kutladıkları ölçüde yurttaştırlar. Norman, Breton ve Occitanean gibi azınlıklardan olduğunu söylemek, göçmenlerin kendilerine özgü yaşantıları için özgürlük talep etmek devrimin beşiği Fransa için imkansızdır. Vestiyerinde biraz daha şık görünümlü giysiler assa da Fransa, "Alman kültür devleti" modelinin en güzel örneklerinden birisini oluşturmaktadır.
Peki nedir ulusal kimlik?
Akademide yukarıdaki egemen anlayışa alternatif görüşler de yok değildir. Örneğin ulusu ve milliyetçiliği tarih içinde daima mevcut gören, kolektif kültürel bağların ve duyguların doğal ve evrensel olduğunu ileri süren bir anlayış vardır. Bu anlayışa göre, modern ulusların ve milliyetçiliğin daha önceki çağlardaki ilkel ve minyatürleşmiş biçimleri, kolektif birimler ve duyuşlar tarzında hep bulunmaktadır. Bu anlayışın Habermas tarafından günümüzün Avrupa Birliği'ne uyarlı biçimde savunulan Fransız tipi anayasal yurttaşlık tezine karşı oldukça düzeyli bir savunusu Rusconi tarafından yapılmakta; anayasal yurttaşlığın asla bir siyasal oluşum için yeterli olamayacağı vurgulanmaktadır. Rusconi, anayasal yurttaşlığın amacının yurttaş-ulus bağlantısını koparmak olduğunu ama kişinin ulusal tarih ve kültür içinde ve onlar aracılığıyla yurttaş olması nedeniyle bu amaca ulaşmanın imkansızlığını belirtir. Onun için "ortak tarih" ve "ortak orijin" le ilgili argümanlara başvurmaksızın sadece evrenselci dayanaklara bağlı kalırsak, yurttaş dayanışmasını anlayamayız ve yüreklendiremeyiz.
Doğrusu etnisite gibi zayıf ve gevşek bir kavrama yaptığı vurgu, bir arada yaşantının önemini biyolojik benzerliğe indirgemesi nedeniyle, Rusconi’nin anlayışına uzağız ama modern ulusun tarihsel kökenleri sorununu gündeme getirmesi, bizi belli ölçülerde bu anlayışa yakınlaştırıyor. Modern ulusun tarihsel kökenleri sorununa bir çözüm bulabilmek için "ulus"tan daha farklı ama onunla ilintili bir başka kavrama daha ihtiyacımız var. Sanıyorum "millet" kavramı, dinsel kullanılışının biraz dışına itilerek, bu ihtiyacımızı giderebilir. (Bilerek, "tamamen" değil "biraz dışına" diyorum çünkü, her köken sorununun beraberinde onto-teolojik bir çağrışımı getirmesi kaçınılmazdır.) İnsan, ontolojik olarak bir grup-varlıktır; dolayısıyla "ben kimim?" sorusuna verilen cevabın oluşturduğu "bireysel kimlik", her zaman şöyle ya da böyle, "biz kimiz?" sorusuna verilen cevabı da, yani mensubiyet ve aidiyet unsurlarını da içermek zorundadır. Bu unsurlar yer almaksızın bütünleşmiş bir kimliğin ayrılmaz parçası olan tutunum çerçevesi sağlanamayacak, bireysel kimlik fragmante veya kırılgan kalmaya mahkum olacaktır.
Bir topluluk yaşantısının millet düzeyine yükselebilmesi ise, etnisite ve sosyobiyolojik reflekslerden ziyade, kültürel ve siyasal olarak organize olabilmeyi gerektirmektedir. Kültürel ve siyasal olarak organize olabilmek, ortak bir tarihsel toprak, mit, bellek, kamu kültürü, ekonomi örgütleyebilmek; bireylerin tamamı için bağlayıcı hak ve ödevler sistemini oluşturan ve denetleyen bir devleti kurup yaşatabilmek demektir. Millet, varoluşunu kültürel ve siyasal olarak organize edebilen topluluktur; bu toplulukta yer alan birey, manüpülasyonlarla değil, spontan bir biçimde, kendisini bu oluşuma mensup hisseder; o tinsellikten kendi kimliğine kolay sindirilebilen ögeler alır. Bu yüzden "Alman kültür devleti" modeli, kültür ile ırkı ve toprağı eşitleyen yanını hesaba katmazsak, Fransız modeline göre daha sahicidir; hayatın sahiciliği tüm ulus-devletleri Fransız gibi konuşup Alman gibi davranmaya zorlamaktadır. Elbete aynı soy-soptan gelmek devleti oluşturan ortak zemin için muhteşem bir vasat oluşturmaktadır ama soy-sop birliği devletin oluşumu için ne yeterli ne de olmazsa olmaz düzeyde gereklidir. Alman kültür devleti modelinde kültür ile ırkın eşitlenmesi, en büyük hatadır ve bu hata Avrupa’nın göbeğindeki büyük bir toprak parçasına yerleşmiş Alman ırkının tinselliğinden türemektedir. Yoksa dünya genelinde insanlar, örneğin Yugoslavya’da olduğu gibi aynı ırktan gelen insanlar farklı kültürel zihin ve yaşantıya sahip oldukları için birbirlerine girmişler ve farklı devlet yapılarında bir araya gelmişlerdir. Başkalarıyla bir devlet çatısı altında birleşip aynı soydan kardeşine savaş açmanın Türk tarihinde de birçok örneği vardır; hatta denilebilir ki, Türk siyasal tarihi kardeş kavgalarının tarihidir.
Devlet, milletin kendi iradesiyle meşru güç kullanımını, erki devrettiği organizasyondur. Ulus, milletin modern zamanlardaki görünümüdür. "Ulus-devlet" ve "ulusal kimlik", kendinden önceki devletin ve kimliğin (geleneğin) temelleri üzerine kurulur ama aynı zamanda modernin gelenekselden kopukluğu ölçüsünde, onlardan bir kopukluğu gerektirir. Ulus-devlet, modern bir organizasyondur ve pek doğallıkla modernliğin karakteristikleri olan rasyonaliteyi ve teknolojileri kullanır. Modern rasyonalite ve teknolojinin, geleneksel yaşantı ve teknikten farkı kadar, ulus devletin ve ulusal kimliğin tarihsel öncüllerinden farkı vardır. Bu farkın en belirgin yanlarından birisi, düşünümselliğe dayalı, "yukarıdan aşağıya inşa"dır; en "demokratik" olanları da dahil olmak üzere, her modern ulus-devletin bir dizi siyasal öğreti, tarihsel anlatı, örnek şahsiyetler, kutlamalar ve anma törenlerinden oluşan bir "sivil din" (resmi ideoloji) oluşturmaya girişmesi bu nedenledir. Ama ne ki, modern yönetim teknolojilerinin öngördüğü, "yukarıdan aşağıya inşa"ya rağmen, aslolan milletin tarihsel-tinsel varlığı ve onun "aşağıdan yukarıya doğru" yaydığı dalgalardır.
Modern-geleneksel, ulus-millet, tarihsel kimlik-ulusal kimlik arasındaki diyalektik ilişkiyi anlamaksızın, soruna çözüm getirmeye çalışan tüm çabalar akim kalacak; gerçeklikle asla uyuşmayan biyolojik-ırkçı, hümanist-ütopik vs. görüşlerin kör dövüşü biteviye sürecektir.
Türkiye’de kimliklerimize ne oldu?
Türkiye Cumhuriyeti kurucuları, sahip oldukları devlet geleneği ve yaşanan acı günlerin getirdiği müthiş siyasal tecrübe ile gerçeğe uygun davranmış; çok-dilli, çok-dinli hezimete uğramış bir imparatorluğun külleri ve kalan toprakları arasında yaşayan insanları çağa uygun bir biçimde birleştirecek bir devlet çatısını oluşturabilmişlerdir. Cumhuriyet, sınırları içinde yaşayan insanları ırk değil bin yıldır birlikte yaşayan insanları bir arada tutan değerler manzumesi anlamında kültür temelinde değerlendirmiş, devletin ve toplumsal hayatın geleneksel değil modern bir yönde gelişmesini hedeflemiştir. Ama bir yandan da dinin toplumsal yaşamdaki değerinden vazgeçmemiş, laikle din ve diyanet işlerini bir arada yürütebileceği bir formül aramıştır.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki toplumsal formasyonda bu hedeflerin gerçekleştirilmesi, hatta karartılıp çarpıtılmaması çok zordur. Toplumun kendi içindeki etnik, dinsel ve sınıfsal çelişkiler, toplumla yönetici elit sınıf arasındaki çelişkiler, Cumhuriyet projesini torpilleyecek mayınlarla doludur; tüm bunlara uluslar arası konjonktürün gerekleri de katıldığında bu zorluk kat be kat artmaktadır. Cumhuriyet, geçen yıllar boyunca her şeye rağmen yolundan dönmemiştir; mayınlar birer birer patla(tıl)mış, fay hatlarında büyük çatlaklar meydana gelmiş, büyük acılar yaşanmış, büyük çok büyük hatalar yapılmış ama Türkiye Cumhuriyeti projesi yolundan dönmemiştir.
Her ne kadar bazı çevreler, belirli bir "Kemalizm" anlayışını Cumhuriyet'in resmi ideolojisi olarak sunmaya kalkışsalar da, bu doğru değildir. Resmi ideoloji Cumhuriyet tarihinin her aşamasında, koşullara göre çoğu zaman kaba, abartılı ve hatta trajikomik yeni biçimler almıştır. Resmi ideolojinin içerikleri ve uygulamaları elbette tartışılabilir, tartışılmalıdır ama Türkiye Cumhuriyeti'nin temel yöneliminin bugün de vazgeçilemeyecek kadar tutarlı, yoğun bir siyasi aklın ürünü olduğu kesindir.
Bir noktaya açıklık getirmekte fayda var; çünkü bizim doğru diye nitelediğimiz Cumhuriyet'in yönelimi içinde en çok eleştirilen, biyolojik-ırkçı safsatalarla sislendirilen, çarpıtılan nokta burasıdır. Türkiye Cumhuriyeti, Türk etnisitesine göre temellenen ırkçı bir devlet olmakla suçlanmakta ya da alkışlanmaktadır. Devletin temel çizgisini hükümet politikalarında aramaktan kurtulan bir anlayışla konuya yaklaştığımızda, böyle bir değerlendirmenin insafsızlık olduğu görülecektir. Bu temel çizgi, 1924 Anayasası'nın 88. Maddesi'nde kendini apaçık göstermektedir: "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur. [...] Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izae edilir." 1924 koşulları göz önüne alındığında, "Türk" sıfatının asla bir ırki gönderme taşımadığı, bu sıfatın seçilmesinde bizim kendimizi değil, onların (Batılıların) bizi üstelik pejoratif bir biçimde nitelemesinin esas alındığı görülecektir. Devlet, vatandaşlarına birleştirici "Türk" sıfatı yükledi diye, (belki bir avuç Türkçü aydın dışında) düğün bayram eden bir etnik grup, hatta Türk olduğundan haberdar bir üst-ırk söz konusu değildir. "Türk", yukarıdan aşağıya inşanın temel direği olarak, üstelik Batı nezdindeki tüm olumsuz çağrışımlarına rağmen seçilmiştir. "Türk", Cumhuriyet sınırları içinde yaşayan vatandaşların ortak bir niteleyicisi, onların bir arada oluşturdukları milletin, "uluslar çağı"ndaki adıdır.
Resmi ideolojiyi ve bu uğurda yapılan her türlü girişimi, despotik bularak (soldan) ve millet gerçekliğine uygun görmeyerek (sağdan) kolayca eleştirmek, acemiliklerini ve çelişkilerini göstererek işi ironiye vurmak mümkündür. Bu mümkünat, zaten ortaya ciddi bir külliyat da çıkarmıştır. Ama tüm bu çabalar, "resmi ideoloji"nin modern devletin olmazsa olmaz bir rüknü olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi, aslında ne yapılması gerektiği konusuna da bir ışık düşürmemektedir.
Bize göre ulusal kimliğin aşağıdan yukarıya doğru seyreden dalgaları, tarihten ve psikososyopolitik hayattan fışkırmaktadır ve kimliğin özünü oluşturmaktadır ve ulusal devleti olanca siyasal hataya rağmen ayakta tutan işte bu tarihsel ve kültürel zemindir.
Ve sonra
"Elin üstünde el", her hesapta hesaba katılmayan bir boyut vardır. İmparatorluk heveslerinin entelektüel organonu olan postmodern teoriler, farkı öne çıkararak mikro-milliyetçilikleri kışkırtmak ve ulus-devletlere darbe indirmek amacıyla hareket ederken uygulamada öylesine başka farklılıklar da kışkırtıldı ki insanın ve toplulukların ontolojik bütünlüğü tehdit edilmeye başlandı. Tek başına homoseksüel-heteroseksüel ayrımı Batı kültürünü, hiçbir İskender’in açamayacağı biçimde kendi içinde düğümledi. İslami fanatizme karşı savaşalım derken ondan daha vahşi Hıristiyan ve Yahudi fanatizmine çanak tutuldu; İslam dünyasında demokrasiye kapı aralayalım derken sonu gelmez bir Batı-karşıtlığı yayıldı. Şimdilerde ulus-devletlerin bitmediğini çok daha yüksek sesle işitmeye başladık, daha da işiteceğiz.
Bölgemizde "Büyük Ortadoğu Projesi" adı altında, ırkçı siyasetler ve oluşumlara göre biçimleneceği belli olan yeni alçaklıklara karşı, ulusu ve kimliği olan insanlar olarak direnebilirsek, ulusal kimliğimizi ve ulus-devletimizi, doğru düzgün restore etmeyi başarabilirsek, zaten kazanacak çizgiyle aynı safta bulunmanın ötesinde bizatihi kazanacağız.