« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

23 May

2016

AKP: Neydi, ne oldu, ne olacak?

Selin Ongun 01 Ocak 1970

Nasıl kuruldu? İlk kırılma neydi? AK Parti’nin koalisyon ortakları ile yolunu ayırma süreçlerindeki tasfiye adımları nasıl şekillendi? Tek adamlaşmanın miladı nedir? Kurucular, partinin Erdoğanlaşmasına neden sessiz kaldı?



Erdoğan, tabanı nasıl ve neye dönüştürdü? İslamcı Hareketi temsil eden medyada çalıştığı yılları da içeren, “Şatafatlı Mağlubiyet-İslamcıların İktidarla İmtihanı” kitabının yazarı Levent Gültekin: “Erdoğan, Akit çizgisine geri döndü. Dönüşüme ayak uyduramayanları partiden, medyadan, bürokrasiden tasfiye etti.”



‘Kavgayı Akit çizgisi kazandı’



-Sizce AK Parti’nin çekirdeği en çok hangi kısımdan?



AK Parti, gelenekçiliği esas alan Milli Görüş hareketindeki yenilikçilerin ayrılmasıyla kurulmuştu. Erbakan’ın çizgisine göre daha “seküler”, “özgürlükçü”, demokratik değerlerle kısmen de olsa daha barışık bir görüşün adıydı. İslamcı harekette özellikle 90’lardan sonra belirginleşen iki damar vardı. Bu iki damar her geçen gün daha da farklılaşan bir anlayış ve üslup barındırıyordu.



-Hangi iki damar?



Şöyle bir örnekle anlatayım. Bunlardan biri benim Akit gazetesi çizgisi dediğim, daha fanatik, daha lümpen, düşünceden uzak, demokrasi ve insan hakları gibi değerlere burun kıvıran, dışlayıcı, dinin en kaba yorumunu benimseyen bir çizgiydi. Diğeri ise Yeni Şafak gazetesi çizgisi dediğim, daha modern, daha nezih bir dindarlık anlayışını benimseyen, kısmen demokrat, uzlaşmacı denilen çizgiydi. Bu iki ana hattın ayrışmasında kişiliklerin de etkisi vardı. Bu iki çizgi geçmişte siyasette Refah Partisi’nde beraber hareket ediyordu. Erbakan’ın kısa süreli iktidarında yaşanan sorunlar iki çizginin ayrışmasını hızlandırdı. AK Parti, bu Akit çizgisine itiraz edip ayrılanların kurduğu partiydi.



İtikatte gelenekçilik



-Yeni Şafak ekolü Akit’e, Akitçiler onlara nasıl bakardı?



Çok mesafeliydiler birbirlerine.Yeni Şafak çizgisinden biri asla Akit’te gözükmek istemez, olumlu bile olsa adının orada geçmesini istemezdi. Akit gazetesi ise bu çizgidekilere sayfalarından hakaret eder, burun kıvırırdı. Mesela Yeni Şafak çizgisine yakın yazarlardan, siyasetçilerden birinin adı Akit’te geçtiğinde “lütfen benim adımı geçirmeyin” diye kızardı. Akit’e vebalı muamelesi yapılırdı. Akit de Yeni Şafak çizgisindeki İslamcılara “liboş”, güvenilmez, muamelesi çekerdi.



-AK Parti’yi kuranlar hangi çizgiyi benimsedi?



AK Parti’yi kuranlar Akit çizgisi ile bir yere varılamayacağını, bu tarz ve anlayışın doğru olmadığını düşünenlerdi. Abdullah Gül, Abdüllatif Şener kısmen Bülent Arınç gibi AK Parti’nin kuruluşunda yer alanlar, Yeni Şafak çizgisi diyeceğimiz bu çizgideki düşünceye sahiptiler. Fakat yenilikçilerin arasında olup kişiliği, tarzı, İslamcılık anlayışı yani özü Akit çizgisinde olan önemli biri vardı:



Hareketin lideri olarak görülen Tayyip Erdoğan. Erdoğan, kendi benimsediği yöntemle yol alamayacağının farkındaydı. Arkadaşlarının yardımıyla, önerisiyle ve kamuoyundan gelen talep çerçevesinde yenilikçi çizgide hareket edip siyaset yapabileceğini ve daha başarılı olacağını gördü. Çoğunluğu yenilikçi çizgiden olan arkadaşlarıyla partiyi kurup yola çıktılar. Uzun süre bu çizgiye uygun politikalar ürettiler. Demokrasi vurgusu, Türkiye’nin AB politikalarını benimseyen, süreci hızlandırıcı çabalar, 2007’ye kadar sürdü. Sonra işler değişmeye başladı.



İlk meydan okuma anı



-Neden 2007’e kadar?



Bunun iki nedeni var: Birincisi partiye kapatma davası açılması, diğeri ise Abdullah Gül’ün Erdoğan’a rağmen cumhurbaşkanı olmasıydı. Kapatma davası Erdoğan’da yeniden eski çizgisine dönüşü yani gelenekçi damarı kabarttı. “Ben ne kadar uzlaşmacı olursam olayım bunlar rahat durmayacak” düşüncesi zihinde yer etmeye başlamıştı. Erdoğan hem itikatte gelenekçi hem de amelde gelenekçiydi fakat mecburi olarak amelde yenilikçi davranmaya çalışıyordu. Gül ve arkadaşları ise itikatta da, amelde de yenilikçiliği savunuyorlardı.



-O meşhur soru: “Erdoğan’ın yenilikçiliği takıyye miydi?”



Bütünüyle takıyyeydi diyemeyiz. Belki de gerçekten olmak istiyordu. Ama bunu başaramadı. Etkin olma hırsı buna engel oldu. Erdoğan için amelde yani eylemde yenilikçi olmak bir anlamda benimsemeye çalıştığı bir roldü. İçinden geldiği gibi değil, siyasi kazanç gereği davranmak anlamına geliyordu. Gül’ün “ben de varım” demesi Erdoğan’ı bir anlamda hem ürküttü, hem de tedirginliğe sevk etti. Bu iki durum Erdoğan’daki bu damarın kabarmasına yol açtı, en iyi bildiği tarzda siyaset yapmazsa bu sürece ayak uyduramayacağının farkına vardı.



-“Erdoğan’a rağmen Gül’ün cumhurbaşkanı olması” dediniz.



Evet, Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını istemiyordu, engellemek için çok uğraştı. Kendi liderliğini ön planda tutacak, düşük profilli bir isim istiyordu. Aynen bugün Başbakanlık’ta istediği gibi. Uzlaşmacı çizgisi, “konuşulabilir” tutumu Gül’ü her geçen gün daha etkili bir faktör haline getiriyordu. Bu iki olay Erdoğan’da şöyle bir düşüncenin oluşmasına neden oldu: Ben rol yaparak, onlar gibi davranıp politikalar üreterek onların üzerinde etkin olamam. Öğretmen onlar, denileni yapan ise kendisiydi. “En iyi bildiğim, rahatça, sahici hareket edebileceğim kendi öz çizgime geri döneyim” anlayışıyla kendisi için sığınak olarak gördüğü gelenekçi, Akit çizgisine geri döndü. Gül ve arkadaşları ise Erdoğan’ı tanıyorlardı. Fakat şartların onu bütünüyle eski çizgisine dönmekten alıkoyacağını düşünüyorlardı.



Ama ‘efendim’ciler



-Neden?



“Zaman içerisinde toparlarız” diye bir düşünceleri vardı sanırım. Fakat işler öyle bir noktaya geldi ki, Tayyip Bey kendisi eski çizgisine dönmekle kalmadı bütün mahalleyi o çizgiye taşıdı. Bunun ilk adımını Gezi’de yaptı. Yenilikçilerin söylemlerinden, politik tarzlarından bütünüyle uzaklaşıp kendi yaklaşımını, tarzını ortaya koydu ve herkesi ona uymaya mecbur etti. Bu, partideki, medya ve bürokrasideki yenilikçi İslamcılara karşı ilk meydan okumasıydı. Zaman içinde yazarlar, gazeteciler, siyasetçiler hatta seçmen Erdoğan’ın çizgisine doğru bir dönüşüm geçirmeye başladı. Çünkü lider oydu. Oyu alan oydu. O ne derse öyle olacaktı. Bu dönüşüm o kadar hızlı ilerledi ki, bu sürede Yeni Şafak bile kendi çizgisinden vazgeçmiş Akit gazetesi çizgisine gelmişti gelmişti. Yani Erdoğan bütün bir mahalleyi Akit gazetesi çizgisine taşımıştı.



-Öyle ise mahallenin Yeni Şafak ekolünü benimseyen kısmı nasıl konumlandı?



Onları zaman içerisinde ayak uyduramaz hale getirdi. Erdoğan’ın dediklerine uyuyorlardı ama bazen de “Ama efendim şöyle yapsak daha iyi olmaz mı?” diyerek kendi çizgilerine göre tarz önerisinde bulunuyorlardı. Erdoğan’ın isteklerini inanarak yapamıyorlardı. Bu durum Erdoğan’ı fazlasıyla rahatsız etti. Dönüşüme ayak uymakta zorlananları, kendi tarzını bütün Türkiye’de etkin kılmanın önünde ayak bağı olarak görmeye başlamıştı. Çareyi hepsini, medyadan, partiden, bürokrasiden tasfiye etmekte gördü. Tasfiye edilenlerin yerine devşirme diyebileceğimiz türden Akit tarzı politikaların uygulayıcısı olmakta sorun görmeyen İslamcılıkla alakası olmayan insanları aldı.



Akitleşenlerin zaferi



-Davutoğlu’nun tasfiyesini de mi böyle açıklıyorsunuz?



Tasfiye edilenler son bir umutla Ahmet Davutoğlu’na tutundular. Davutoğlu her ne kadar itikatta gelenekçi olsa da amelde yenilikçiydi. Bu iki çizginin buluşabileceği bir düşünce yapısına sahipti. Bu ekibin Davutoğlu üzerinden yeniden partide etkinlik kurma çabası Erdoğan’ın gözünden kaçmadı. Davutoğlu’nu göndermek bir anlamda Erdoğan’ın çizgisini benimsemekte zorlanan İslamcıların bütünüyle tasfiyesi anlamına geliyor.



-Tezinize göre kim kazandı?



Bu kavgayı Erdoğan sayesinde Akit çizgisi kazandı. Akit tarzı yaklaşım sadece İslamcıları değil, bütün Türkiye’yi teslim aldı. Akit çizgisi şu anda iktidarın medyasının dili haline geldi. Erdoğan, seçmeni de bu çizgiye taşıdı. Her alanda artık o dil hâkim. Yenilikçi kökendeki İslamcı siyasetçilerden Akitleşenler Erdoğan’ın yanında kaldı, diğerlerinin tamamını tasfiye etti. Sadece siyasette değil, her alanda bunu yaptı.



Portre



1972, Ardahan doğumlu. Lisans eğitimini Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi’nde, yüksek lisansını Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler’de tamamladı. “Şatafatlı Mağlubiyet-İslamcıların İktidarla İmtihanı” kitabında İslamcı hareketteki yolculuğuna dair izlenimlerini de aktarıyordu. Gültekin, Yeni Şafak, Star ve Cine5’te yöneticilik yaptı. Halen Diken.com.tr’de köşe yazarlığı yapıyor.



‘AKP kendi çekirdeğinden koptu’



Partizanlaşmanın miladı nedir? Tayyip Erdoğan 2007’de neyi terk etti? Erdoğan’ın parti üzerindeki hâkimiyeti neden sonra mutlak oldu? AK Parti ne zaman devletleşti? Erdoğan, seçmeni ve tabanı neye dönüştürdü? “Savunma hattını sokaktan kurma” stratejisine ne zaman geçildi?



Siyasal süreçlerin analizinde her “taraf”ın görüşlerine kulak verdiği isimlerden KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır: “Bugün tamamen içine kapanmış, tüm entelektüel ve insani beslenme kanalları tıkanmış, savunduklarını kalemşörlere bırakmış, kendi çekirdeğinden kopmuş bir parti var.”



-AK Parti’nin 2002’deki yüzde 34’üyle başlayalım mı?



2002’de Meclis’te temsil edilen oy sadece yüzde 55 olunca, AK Parti yüzde 34 oyu ile iktidar fırsatı yakaladı. Seçmen niye öyle yaptı; AK Parti’nin kuruluşunun ipuçları da orada. 1990-2002 arası bu ülke yönetilmedi. Kürt meselesinin, terörün, can kayıplarının en yoğunlaştığı, kırdan kente göçün hızlandığı, dış dünyadaki reformlara ayak uyduramayan Türkiye, dört hadise yaşadı.



1) 28 Şubat



2) Marmara depremi



3) 2000 krizi



4) 2001 ekonomik krizi.



Bu dört unsurun toplumda yarattığı travma, 2002’deki o meşhur parti tasfiyesini oluşturdu. AK Parti o tarihte bütün bu gelişmelere itiraz gibi gelişen dalga ve İslamcı hareketteki yenilenme çabaları, metropollerdeki yeni dayanışma ağlarıyla, yeni bir örgüt biçiminin taze bir vizyonla buluşmasıydı. Siyasal İslamdan gelen kadrolar, kendilerini yenilediklerini, laiklik, demokrasi, küreselleşme konularında fikri bir dönüşüm yaşadıklarını ilan ettiler. Ancak sadece toplum bu yeni “ürünü” takdir ettiği için iktidar olmadılar. Diğer siyasi partilerin cezalandırılması sonucu da iktidar oldular. Bu birinci aşamaydı.



İkinci aşamaya geçiş



-Ne kadar sürdü bu aşama?



2002-2007 iktidarı. Belki en doğrusu olmayabilir ama geriye bakıldığında partinin 2002 programının Türkiye için bir fırsat olduğu açık. Bugünkü AK Parti’nin o 2002 programına imza atması ise olası görünmüyor. 1) Ellerinde Refah yıllarından, yerel yönetimlerden gelen tecrübe ve başarı hikâyeleri vardı. 2) Dünyada sıcak paranın olduğu, 11 Eylül sonrası “ılımlı İslam arayışı” ve 2004 AB ile müzakere gibi konjonktürel gelişmelerle bu öykü birleşti. AK Parti doğru bir strateji ile kendisine İslamcı renginden dolayı itiraz edecek unsurlara karşı da demokratikleşme ve hizmet üretme modeline yöneldi.



2007’ye kadar devletin toplumla ilişkisinde ve ekonomide başarı üretti. Hatırlayalım; bütün başarılarına rağmen 2007’de “Türkiye Malezya mı İran mı olacak” tartışmalarını, Cumhuriyet mitinglerini yaşadık. Laik kesimdeki şeriat/irtica korkusundan üreyen kodlamaların manipülasyonlarını da yaşadık. 27 Nisan e-muhtırası ilk kırılma oldu. AK Parti’nin “muhtıraya karşı dik duralım” tavrı hem kendi örgütünde hem de memleket siyasetinde farklı sonuçlar üretti. 2007 seçimlerinde seçmen bu tartışmalara değil, ekonomik başarılara oy verdi. Toplumun her kesiminden oy aldılar. Fakat seçimlerden sonra AK Parti başka bir yere yöneldi.



-Neydi o?



Devletin bürokratik mekanizmalarının içinde yaslanacağım cemaatçi kadrolar dışında başka kadrolar yoksa ve önüme hep engel çıkarılıyorsa, sokakta da bu engelleri diri tutacak başka dinamikler varsa o zaman ben de bana hizmet için oy veren seçmeni AK Parti’lileştiririm ve savunma hattımı sokaktan/toplumdan kurarak bana karşı olan hamlelerin önünü keserim” anlayışlı bir stratejiye döndü. Beyaz Türklerin “rüşvet” dedikleri sosyal politikalardaki yardımlar ve o güne kadar doğal mecrasındaysa da 2007 sonrasında politikalar partizancılığı esas almaya başladı. Kamu istihdamı, ihaleler, kamu bankacılığı, teşvikler ve ayrıcalıklar üzerinden kendi tabanı ve destekçileri AK Parti’lileştirilmeye çalışıldı. İnşaat, medya, enerji, perakendecilik, özellikle gıda perakendeciliği gibi sektörlerde yeni bir sermayedar kitle ve ekosistem yaratılma hedeflendi. Başarıldı da.



Referandum kopuşu



-Partizanlaşmanın miladı?



AK Parti’lileştirmenin miladı 2007. Tayyip Erdoğan’ın örgütü, ekip ruhu ve çalışmasının içinden sıyrılmasının da başlangıcı bu. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin onaylandığı andan itibaren 2002’deki parti lideri Erdoğan ile 2007’deki Erdoğan’ın parti üzerindeki ağırlığı aynı değil artık. Ama her şeye rağmen o tarihte hâlâ AK Parti’nin kolektif aklı geçerli. 2010 referandumunun sonucu ise iki önemli kırılma üretti.1) Erdoğan yüzde 58 evet oyunu kendi oyu gibi görme kanısına kapıldı.2) Erdoğan’ın cemaatle işbirliğinden bile memleketin lehine olacağını varsaydığı hesap, cemaatin ise Erdoğan’ın kendisiyle paylaşacağını sandığı iktidar alanı hesabı referandumun hemen ertesinde değişti. Bence kavgaya karar verdikleri tarih 2010 referandumunun hemen ertesi hafta. Yargıç camiasının anlatıp yazdıklarından anlıyoruz ki, cemaat ile AK Parti’nin ilişkisi yeni HSYK’nin nasıl oluşacağı meselesinde koptu. Dolayısıyla 2010’daki referandum hem cemaatle ilişkileri kopardı hem de Erdoğan’ın parti içinde tek adam olmasının kapısını açtı.



-“AK Parti devletleşiyor” yazdığınızda henüz 2011 seçimleri yapılmamıştı.



Doğru, 2011’deki adaylara bakıldığında siyasi hareketten gelen adaylardan çok bürokrasiden gelen Muammer Güler gibi adaylar vardı. Ayrıca 2011 seçimlerinden önce iki ay içinde çıkarılan kanun hükmünde kararnameler, 2002-2007 arasında devleti demokratikleştirmeye çalışan AK Parti’nin ve Erdoğan’ın nasıl yön değiştirdiğinin en somut göstergeleriydi. O kırk küsur kararname, merkeziyetçiliğin tahkimatını yeniden üreten, bağımsız kurulları Başbakanlık’a bağlarken bakanlıkların teşkilat yapılarını da değiştiriyor ve merkezileştiriyordu. 2004’te Ahmet Necdet Sezer’in veto ettiği AK Parti’nin kamu yönetimi reformu ile 2011 seçimlerinden önceki o kararnameler, gece ile gündüz gibi iki farklı siyasi zihniyetin örnekleri.



-Bugünkü AK Parti hangisi?



Merkeziyetçiliğin de ötesine geçen, 2004’teki kamu yönetimi kanuna imza koymayacak bir parti. 2010 referandumu ve Gezi arasındaki dönemde strateji, seçmeni AK Parti’lileştirmek ise Gezi’den itibaren tabanı AK Partilileştirme stratejisinden Erdoğancılaştırma stratejisine geçildi. Medya ve iletişim sektörlerinin hem yapısı değiştirilmiş hem de çoğu denetim altına alınmış bir ortamda, iç ve dış düşmanlar söylemine yönelindi. İçeride yükselen muhalefet, Arap Baharı ve sonrasında gelinen Suriye krizi, diğer yandan da sönmeye başlayan AB ilişkileri ortamında bazen dinci, bazen şoven dil ile toplum manipüle edilmeye başlandı. Ama darbe ama yolsuzluk ama ekonomik kriz kendi iktidarına karşı gördüğü her türlü riske karşı savunma hattını sokaktan kurma stratejisini benimseyen Erdoğan’ın bu stratejisinin 2010’deki dozu ile 2016’daki dozu farklı. Geldiğimiz noktada Erdoğancıların bakışı ile “her türlü meşru muhalefeti iktidarına karşı darbe olarak görme ve bu darbeye direnme” iç savaş ruhunu üretecek bir ruh haline doğru dönüşüyor.



Makbul vatandaş tanımı



-Siz varılan noktayı üç adım ile açıklıyorsunuz...



Doğru, üç adımlık bir mesele var ortada. 2002’de “ulus devleti reforme edeceğim, makbul vatandaş tanımına itirazım var” diye gelen parti şimdi aynı makbul vatandaşı kendi dindar kodlamalarından yaparak tanımlıyor. Kamu yönetimi reformu yapmaya çalışan AK Parti, bugün her şeyi tek adama ve merkeziyetçi devlet nizamını güçlendirmeye yönelmiş durumda. 2002’de değiştirmeye ve çoğulculaştırmaya talip oldukları geleneksel ulus devlet nizamını bugün yeniden tahkim eden bir AK Parti’ye geldik.



Tam bir tur yapıp, halkayı tamamladılar. Bu noktaya gelirken, Erdoğan tek adamlaşırken AK Parti’nin zihni dönüşümünü üreten kadrolar da tasfiye edildi. 2002-2007 arasında farklılıklardan beslenen, iç koalisyonlara dayanan bir parti iken bugün tam tersi, tamamen içine kapanmış, bütün entelektüel ve insani beslenme kanalları tıkanmış, kendi savunduklarını sonradan AK Parti’li olmuş kalemşörlere, cengaverlere bırakmış, kendi hareketinin çekirdeği ile kopmuş bir AK Parti var.

Portre



1979, ODTÜ İşletme Bölümü mezunu. Demokratik Cumhuriyet Programı kurucusu olan Ağırdır, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasi Araştırmalar Vakfı ve Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı yönetim kurulları üyesi. 2005 yılından bu yana KONDA Araştırma Genel Müdürü olan Ağırdır, siyasal süreçlerin analizinde her “taraf”ın görüşlerine kulak verdiği bir isim.



AKP’nin yükselişindeki 3 flört



Kültürel kimlik, din, etnik yapı ve siyaset ilişkileri üzerine çalışmalarıyla kabul gören Prof. Dr. Tayfun Atay: “AKP’nin Türkiye’deki yükselişi üç flörte dayanır. Liberallerle flörtün bitiminde Gezi, cemaatle flörtün bitiminde 17 Aralık patladı. Kürtlerle flörtün bozulmasıyla ülke ateş topuna döndürüldü.”



Prof. Atay’a göre “Önce Milli Görüş’ün ruhuna fatiha dediler. Ne zaman cemaatle çatışma başladı, Milli Görüş’ü yeniden hortlattılar. Erdoğan, sadece bir retorik olarak, özellikle Nakşibendilik nezdinde bir sempati kazanmak için Milli Görüş’e sığındı. Oysa bu sözde bir dönüştü. Çünkü Milli Görüş ölmüştü.”



-AK Parti 2002’de neydi?



Dünya ve Türkiye için bir umuttu.



-Nasıl bir umuttu o?



Bugünden bakıldığında bu görüşe hemen dudak bükecekler mutlaka olacaktır, ama niyet okumaların dışında dönem itibarıyla “olgusal” çerçevede değerlendirildiğinde AKP, kuruluşunda dünya ve Türkiye için bir “seküler İslam” umudu taşımaktaydı. Aslında bu umudu destekleyen emareler, 2011’lere kadar da mevcuttu. Hatırlayalım, o yıl Erdoğan, başbakan olarak ziyaret ettiği Tunus ve Mısır’da adeta sekülerizm dersi vermiş, bunun Müslüman ülkeler açısından da hayati düstur olduğunu söylemiş ve en çok da Müslüman Kardeşler gibi Sünni-Arap coğrafyasına hâkim oluşumları rahatsız etmişti. AKP, kapitalist küresel sistem açısından da “seküler” bir İslam umudu olarak ortaya çıktı.



Yine hatırlayalım, 2001, küresel- kapitalist sistem karşısında küresel cihatçı bir örgüt olarak El Kaide’nin patlama yaptığı yıldır. 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ni patlatan El Kaide, küresel kapitalizmin kalbini hedef seçti. Bir bakıma, küresel sistemin ondan pay alamayan geniş kitlelerde yarattığı hoşnutsuzlukların İslami “aksan”la karşılığıydı El Kaide. Amerika başta olmak üzere dünyanın önde gelen güçlerine zarar verdi. O noktada dünyanın önünde iki seçenek vardı.



AKP’nin tarih öncesi



-Neydi onlar?



Ya tüm İslam dünyasını deyiş yerindeyse “otopark alanı”na çevirecekler, yani yerle yeksan edeceklerdi ya da böylesi bir radikal-cihatçı dalgayı nötralize edebilmek için İslam dünyasının içinden, kendilerinden yana, diyalog kurabilecekleri bir güç ya da güçler bulacaklardı. AKP, Gülen Cemaati ile birlikte koalisyon olarak ortaya çıktığında küresel sistem açısından bu nedenle bir umuttu.



Türkiye açısından da Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana dindar-muhafazakâr kesimde söz konusu olan ve on yıllardır süren hoşnutsuzluklar, rahatsızlıklar, mağduriyet hissine bağlı tepkiler, bu tepkilere karşı müdahaleler, sözgelimi 28 Şubat darbesi ve Erbakan’ın başına gelenler de toplumun pek çok kesiminde “artık bunun böyle gitmeyeceğine” dair bir anlayışı güçlendirmişti. Katı devletçi laiklik anlayıştan sivil-toplumcu, çoğulcu laiklik anlayışa doğru bir geçişin olması, başörtüsü, din ve vicdan özgürlüğüne dair hakların hayata geçmesi yolunda daha esnek anlayış ve arayışlar da bu harekete dönük umutları teşvik etti.



AKP, kendi tarihöncesini oluşturan Erbakan’ın antikapitalist çizgisinden kopup “pro-kapitalist” yani kapitalizm yanlısı bir çizgiye gelerek Türkiye’de sermaye çevrelerinden sağlı sollu liberal çevrelere kadar geniş bir kesime umut vererek bir ivme yakaladı.



-Bu ivmenin ilk firesi nedir?



2002’den 2011’e kadar neler olduğuna bakmadan da bunu açıklamak mümkün değil. Arada Cumhurbaşkanlığı krizi, 27 Nisan e-muhtırası, 2007 seçimleri, parti kapatma krizi, 2010 anayasa referandumu var. Burada özellikle e-muhtıra’nın hemen ertesi gün Cemil Çiçek’in yaptığı protesto ve kınama konuşmasını hatırlamak uygun olur. Askeri bürokratik vesayetin kırıldığı en sembolik an. O kırılma noktasına da sadece iç dinamikler üzerinden bakamayız.



Oradaki soru, 1960’ta, 1980’de ve 28 Şubat’ta (1997) ordunun arkasında duran dünya gücünün niçin 27 Nisan’da ordunun arkasında durmadığıdır. Başta belirttim, demek ki 2002’de AKP kurulurken söz konusu o “umut”, dünya sistemi açısından 2007’de hâlâ devam ediyordu. Bu umudu taşıyıp AKP’yi 27 Nisan sürecinde dışarıda olduğu gibi içeride de destekleyenler oldu, ki bunlardan 2011 sonrasında “liberal hainler” olarak söz edilecektir.



-AK Parti koalisyon ortakları ile yolunu ayırmaya ilk kez liberallerin tasfiyesiyle başladı.



Doğru, ilk tasfiye liberallerle başladı. AKP’nin Türkiye’deki yükselişi üç “flört”e dayanır. Liberallerle flört, cemaatle flört ve Kürtlerle flört. Liberallerle flörtün bittiği noktada Gezi olayları patladı. Cemaatle hem de sıkı mı sıkı flörtün bittiği noktada 17-25 Aralık’la patladı. Ve 7 Haziran seçimleri sonrası, kendi bekasından korkan bir muktedirin zorlamasıyla Kürtlerle flörtün bitirildiği noktada halen de devam eden kanlı tedhiş olayları patladı. İktidarda kalabilmek için Kürtlerle flört bozulup ülke bir ateş topuna döndürüldü ki hâlâ kan, dehşet, şehitler ve ölümlerle yuvarlanıp giden bu topun içindeyiz.



-AK Parti’nin Erdoğan partisi olmasının miladı nedir?



Gezi süreci ilk işaretleri karşımıza çıkardı. 17-25 Aralık sonrası gelişmeler bunu daha da kristalleştirdi ve 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonraki balkon konuşmasında kanımca bir tek adam rejimine merhaba dedik.



-Erbakan’ın “Milli Görüş”ü ve “Adil Düzen”i AK Parti’li yıllarda neye evrildi?



Önce Milli Görüş’ün “ruhuna fatiha” dediler, sonra böyle dedikleri Milli Görüş’ü hortlattılar! Tayyip Erdoğan’ın 2001’de George W. Bush ile görüşmeye gittiği nokta, küresel sistemin AKP’yi Gülen Cemaati ile birlikte bir seçenek olarak değerlendirdiğinin en somut şekilde görüntülenmiş halidir. Milli Görüş, Erdoğan’ın yanında oturduğu George W. Bush’un temsil ettiği sisteme “Batıl Düzen” diyordu. Batıl düzen, kapitalist ekonominin dünyada açtığı hasarlar karşısında kendince İslami formüller üzerinden bir endüstriyel kalkınma modeli yaratmaya çalışan, elbette ki “fantastik” bir sistemdi.



Cemaatin garantörlüğü



Ama ne olursa olsun, temel karşıtlık Batı kapitalizmiydi onda. Erbakan, bu bakımdan bütün siyasi hayatı boyunca bu kapitalizme karşı bir çizgide durdu. Milli Görüş gibi adil düzen de bir İslami kalkınma projesi öneriyordu. İşte Tayyip Erdoğan’ın George W. Bush’un yanında oturduğu o kare, bu anlamda Milli Görüş’ün de Adil Düzen’in de ruhuna fatiha okunduğu andır. Zaten Erdemliler Hareketi olarak bu motifle ortaya çıktılar.



AKP, Türkiye’de Özal’la birlikte ortaya çıkan, 90’larda gürbüzleşen ve 2000’lerde iyice güçlenmiş Müslüman burjuvaziyi, MÜSİAD’ın iktisadi gücünü arkasına alarak Batı kapitalizmine karşıt değil, onunla barışık bir İslami hareket olarak doğdu. Burada cemaatin kültürel ve lojistik desteğini de unutmamamız gerekir. Gülen Hareketi de küresel kapitalizmi lanet değil nimet sayan bir harekettir ve AKP’nin küresel sistem açısından kredi kazanmasında garantörlük yapmıştır.



Özde değil sözde dönüş



-Milli Görüş sonra hortlatıldı, dediniz. O ne zaman?



17-25 Aralık sonrası süreçte Cemaat’le yollar ayrılıp kapışmaya girişilince uzun zaman cemaat nedeniyle ihmal ettiği, Nakşilik başta olmak üzere tarikat çevrelerini ve diğer dini cemaatleri Gülen cemaatine karşı dalga kıran oluşturma yolunda hareketlendirdiler. Bu çevrelere kur yapmaya başladıklarında Milli Görüş’ü de bu çerçevede kullanmayı, dolayısıyla hortlatmayı denediler. Mesela şurası çok ilginç:



Az önce Gülen Hareketi, küresel kapitalizmi nimet sayar ve onun tarafından da itibar ve güvene mazhardır, dedim ya, bunun en bariz göstergesi cemaatin inançlar-arası diyalog hareketine İslam adına yaptığı katkıdır. Bu, işler yolundayken AKP açısından hiç sorun edilmedi, hatta zımnen de olsa desteklendi. Ama ne zaman ki çatışma başladı, bu inançlar-arası diyalog pratiği, cemaati memlekette dindar-muhafazakâr camia nezdinde kötülemek, lanetlemek, şeytanlaştırmak için kullanıldı.



İşte bununla bağlantılıdır biraz da “Milli Görüş” retoriğine yeniden dönüş. Ama işte, zaten “retorik” diyoruz ya, bu, özde değil, sözde bir dönüştür. Çünkü Milli Görüş ölmüştü ve fatihasını da AKP okudu. Erdoğan, içi boşalmış halde, sadece bir retorik olarak Milli Görüş’e sığındı.



-Neden sığındı?



İçi boşaltılmış olarak Milli Görüş’ü harekete geçirmesi, tarikatlar, özellikle de Nakşibendilik nezdinde yeniden bir “sempati” kazanmak içindi. Erbakan, Nakşi gelenekten çıkan bir insandı ve Milli Görüş bu gelenek bünyesinde harmanlandı, mayalandı, şekillendi. Erbakan ve İslami hareketin 1970’lerden 90’ların sonuna kadar taşıyıcılığını, Nakşibendilik başta olmak üzere diğer bazı tarikatlar veya Nakşilik’ten türeme bazı İslami ekoller yapmıştır. Gülen cemaati ise bir post-tarikat oluşumdur.



Portre



Okan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Atay, kültürel kimlik, din, etnik yapı ve siyaset ilişkileri üzerine çalışan Türkiye’nin kıdemli sosyal antropologlarında biri. Atay’ın başlıca eserleri arasında “Batı’da Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısi Örneği”, “Din Hayattan Çıkar”, “Yaşasın Meşhuriyet Çağı”, “Göl ve İnsan”, “Türkler, Kürtler, Kıbrıslılar: İngiltere’de Türkçe Yaşamak” yer alıyor. AKP’nin siyasal performansını değerlendirdiği yeni kitabı ise yakında yayımlanacak.



‘Sonuca herkesin katkısı var’



Milli Görüş’ün adil düzeni AK Parti’li yıllarda neye evrildi? 28 Şubat’ın hangi mantığı tedavülde? Taban, Davutoğlu’nun gidişini nasıl karşıladı? 14 yıllık iktidarın eksi hanesinde en çok ne var? 22 Mayıs kongresi ile Gül’ün aday olduğu Fazilet kongresi neden benziyor?



Barış İçin Akademisyenler bildirisinin imzacılarından ve AK Parti’nin kurucularından Fatma Bostan Ünsal: “Olanları tek kişiye bağlamak, kendi sorumluluğumuzu inkâr etmek, demek. İnsanı güçlendiren bir yapı kuramadık. Partide yer alan herkesin gücü nispetinde bu sonuçta katkısı var”



-Sizce ilk kırılma noktası?



2007 seçimlerine girerken bağımsız adaylarla ilgili bir değişiklik yapılmıştı. O zamana kadar seçimlerde bağımsız adaylar kendi bastırdıkları müstakil oy pusulasını kullanıyorlardı. Müstakil oy pusulası kullanılması bağımsız aday için bazen dezavantaj oluşturabiliyordu. Her sandığa oy pusulanızı bağımsız aday olarak sizin temin etmeniz gerekiyordu hatta bazen bu pusulaları imha eden kötü niyetli kişilerin olduğunu da hesaba katarsanız bağımsız adayların işi zordu. 2007 seçimleri öncesindeki değişiklik ile artık bağımsız oy pusulası kullanılmayacak birleşik oy pusulasına isimleri yazılacaktı.



O zaman Ahmet Türk, okuma yazma bilmeyen seçmenleri olduğu için bu değişikliğin kendileri için bir dezavantaj oluşturacağını ifade etmişti. Bir grubun dezavantajını (okuma yazma bilmeme) kendi yararına kullanma ihtimalini içeren böyle bir değişiklik bana hiç etik gelmemişti. Şimdi bu durum çok önemsiz bir olay gibi görünebilir ama 2007 seçimlerindeki bu olay problemleri müzakere ile çözememenin bir örneği olarak beni rahatsız etmişti. Bugün muhafazakâr kesimin başörtüsü yasağı gibi sorunları çözülmüştür ama müzakere zemini ile değil, siyasi çoğunluk yoluyla olmuştur. Şu soruyu sormamız gerekiyor: Siyasi çoğunluk sağlayamadığı için hakları gasp edilen gruplar sorunlarını nasıl çözecek?



28 Şubat’ın bitmeyenleri



-Partiye Milli Görüş’ün hiyerarşisini taşımama notuyla giriyorsunuz. Milli Görüş’ün hiyerarşisi AK Parti’de neye evrildi?



Türkiye’de çoğunlukla özellikle de bugün 50 yaş üstü insanların aileden itibaren sosyalleşmesinde olumlu değer “uyma” yani otoriteye itaattir. Parti gibi rasyonel bir organizasyon olmasına rağmen Milli Görüş partileri neredeyse “manevi” bir yapıya sahipti ve bu durum sosyalleşmenin ana değer olarak “uyum”u gördüğü bir ekip için sorgulamamayı normal”, “istenen” bir değer olmasını pekiştirdi. 28 Şubat gibi, kriz halleri hariç bu uyumun devam etmesi şaşırtıcı değil.



-28 Şubat’ın neleri hayatta?



28 Şubat’ın boyutlarından biri de bir anda yapılan değişikliği hukuka aykırı olarak geriye yürütmekti. Hukuka aykırı durumların adeta olağanlaşmasını ifade eden “Burası Türkiye” gibi sözlerin arkasındaki genel ortam budur. Bu durumu anlatan örnekler ne yazık ki günümüzde de var.



28 Şubat’ta nasıl meslek lisesi ile ilgili katsayı kararı bazı meslek liseliler “tehdit olarak” görülüp bu tehdidi elimine etme çabası olarak yapılmışsa bugün de mesela Polis Lisesi ve Polis Akademisi’nin acele şekilde dağıtılması da aynı mantıkla izah edilebilir. Alınan kararlar eğitim odaklı olmadığı için “acilen” uygulanması gerekiyordu ve bu kararı geriye yürütmenin nasıl mağduriyetlere yol açabileceği hiç dikkate alınmadı. Konuları müzakere edecek ortamı Türkiye hâlâ sunamıyor.



İktidarın sağırlaşması



-2011 yılındaki “Başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyasının partinin “erk”lerinde rahatsızlık yaratması neyin işaret fişeğiydi?



2011 yılındaki bu deneyim “insan hakları” perspektifinin toplumumuzda yerleşmediğini bana birinci elden göstermişti. Başörtülü milletvekili aday olması gerektiğini çeşitli medya organlarında tartışırken şunu fark etmiştim, 1999 yılında Merve Kavakçı’nın başörtülü olduğu için milletvekili olmasına karşı çıkan kesimin büyük çoğunluğu şimdi “Neden olmasın” derken destekleyen kesim “Şimdi sırası değil” diyordu. Bu durum da meseleleri kaba tarafgirlik ile ele aldığımızın bir başka örneğidir.



-14 senelik iktidarın eksilerinde en çok ne var sizce?



Bence en büyük eksiklik, farklı kesimlerin bu iktidar tarafından “makbul görülmediği” şeklinde bir algıya sahip olmasıdır. İktidar böyle olmadığını iddia edebilir ancak böyle bir algının toplumun çeşitli kesimlerinde var olduğu bir gerçek. Toplumda güven yerine ne yazık ki birbirini tehdit, hain olarak görme eğilimi teşvik ediliyor gibi. Bırakın farklı partilerdeki kişilerin birbirlerine karşı suçlayıcı ifadelerini, düne kadar işbirliği halinde olan aynı partideki insanlar ani bir politik rüzgârda birbirlerini hain olarak damgalamaktan kaçınmıyorlar. Muhataplarınızı “hain”, “satılmış” olarak gördüğünüzde onun görüşlerine, sorunlarına hakiki ilgi göstermek de imkânsız oluyor. Başkalarına karşı sağır kesiliyorsunuz ve sorunlar kangrenleşiyor. Ve en çok hayıflandığım konu, AK Parti’nin kurulduğu gün, kurucu başkanımızın Voltaire’nin ifade hürriyeti ile ilgili, “Görüşlerine katılmıyorum ama görüşlerini ifade edebilmen için canımı vermeye hazırım” şeklindeki görüşünden uzakta bir görüntü verilmesidir artık.



-Kimi kurucu üyelerden duyulan bir ortak söz: “Parti sonradan Erdoğancıların oldu.” Bu neyin dönüşümü?



Aslında bu görüşe fazla katılmıyorum. Şöyle ki bugün AK Parti’nin son durumundan şikâyet eden ve bu durumu da tek bir kişiye bağlayan bu görüşler kendi sorumluluğumuzu inkar anlamına geliyor. Daha önce söylediğim gibi AK Parti böyle bir “uyum” geleneğinden geliyordu ve zamanla bu durum pekişti. Şimdi şikâyet ediyoruz ama süreç içinde bu uyumun pekişme sürecinde inisiyatif alıp “insanı güçlendiren” bir yapı kuramadık. Partide yer alan herkesin gücü nispetinde bu sonucun oluşmasında katkısı vardır, diye düşünüyorum. Tabii Türkiye’deki Siyasi Partiler Kanunu’nun lideri güçlendiren hükümlerinin de katkısını inkâr etmemek gerek. Zaten tek bir kişinin “muhteşemliği” veya “diktatörlüğü” ile her şeyin belirlendiği düşüncesi hem durumu tam açıklamaz hem de neticede bizi götürebileceği yer çıkmaz sokaktır. İlahi mesajın ve toplumsal bilimlerin bize gösterdiği gibi “herkes layığı ile yönetilir” ya da “siz kendinizi değiştirmedikçe Allah da sizin durumunuzu değiştirmez.”



-“AK Parti, Gezi’den ve 17 Aralık’tan sonra Erdoğan partisine dönüştürüldü” değerlendirmesi önceleri daha ürkekken, Davutoğlu’nun gidişinde yüksek sesle söylenir oldu. Yeni dönemin adı ne olur?



Evet, artık bu ifadeler daha yüksek sesle söyleniyor. Fakat bu sonradan olan bir durum değildir. Hem Siyasi Partiler Kanunu gibi düzenlemeler hem de kültürel kodlarımız rasyonel, eleştiriye açık, bırakın genel başkan yardımcıları gibi partinin etkin konumlarında bulunanları her düzeydeki üyenin etkin olduğu bir parti yapılanmasını doğuracak bir zemini üretmekten çok uzak. Bu sorun sadece AK Parti ile de sınırlı değil.



Fazilet kongresi ve bugün



Ancak insan, tabiatı icabı inisiyatif alan bir varlıktır, partililer de aslında inisiyatif almaya yatkın ve istekli bireyler olarak partileriyle ilgili bir karar aşamasındadır: Ya var olan durumu devam ettirecek yani bırakın partinin sıradan delegeliğini en üst düzeyde genel başkan yardımcısı veya genel başkan olsanız bile etkili olamayacağınız bir durumu devam ettireceksiniz ya da her aşamadaki partilinin ağırlığının olduğu bir “parti”ye dönüştüreceksiniz. Bu dönemi Refah Partisi kapatıldıktan sonra kurulan Fazilet Partisi’nde merhum Necmettin Erbakan’ın kendisi siyasi yasaklı olduğu için genel başkan olarak desteklediği Recai Kutan’a karşı Abdullah Gül’ün aday olduğu kongreye benzetiyorum. Abdullah Gül’ün o zamanki önerisi “çarşaf liste” hâlâ aklımdadır ve ne yazık ki bu kongre -ki çoğu zaman AK Parti’nin nüvesinin oluştuğu dönem olarak adlandırılır- sonrasında kurulan AK Parti’de de bu husus hayata geçirilememiş yani kurumsal bir değişimden ziyade kişilerin değişikliğinden ibaret kalmıştır değişim.



Portre

Yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yaptı. Georgetown Üniversitesi bünyesindeki Center for Muslim-Christian Understanding’de Türkiye ve Amerika’nın laiklik anlayışlarını karşılaştırmalı olarak çalıştı. Dani Rodrik’in “Küreselleşme Sınırı Aştı mı?”, Noam Chomsky’nin “Korsanlar ve İmparatorlar” ve Roy Mottahade’nin “Peygamber Hırkası” kitaplarını çevirdi. AKP’nin 64 kurucusundan biri olan Ünsal, Muş Alparslan Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapıyor.

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 15477

ulkucudunya@ulkucudunya.com