Derin Devlet anlayışının anatomisi
SEDAT LAÇİNER 01 Ocak 1970
Devletin bir görünür yüzü vardır, bir de görünmeyen (gizli) yönü. Bu durum her devlet için geçerlidir. Devlet makinesi dışarından bakıldığında yekpare görünse de, içinde çeşitli grupları ve fraksiyonları barındırır. Yasalara uymak kaydıyla bürokraside siyasi oluşumlar genelde hoş görülmüş, hatta ‘sistemin cilvesi’ olarak sayılmıştır. Örneğin Amerikan devlet anlayışında Başkanın değişimiyle birlikte bürokrasisinin üst yönetiminde hatırı sayılır bir yenilenme gözlenir.
Köklü devletlerde bürokrasi değişen krallara, değişen başbakanlara rağmen, büyük oranda değişmeden kalmayı başarabilir. Süreklilik, bürokrasinin en önemli silahıdır. Milletvekilleri, bakanlar, başbakanlar, hatta krallar değişir, ama bürokrasi adeta aynı kalır. Bürokratlar birbirlerini hem siyasilerden hem de halktan korumasını öğrenmişlerdir (Bürokratik dayanışma).
Kendilerini ‘devletin sahibi’ görme eğilimi bürokratlarda çok kuvvetlidir. Onlara göre başbakanlar, bakanlar ve diğer siyasiler hata yapmaya daha yatkındırlar. Bürokratlara göre, devleti yeterince tanımayan, hatta belki de yeterince sevmeyen siyasiler hata yapmaktan bürokrasi tarafından korunmalıdırlar.
Bürokrasi bu endişelerini genelde yasaların ve kurumların içine yerleştirdikleri detay bazı kurallar ve uygulamalarla, yani meşru yollardan gidermeye çalışırlar. Siyasileri yanıltarak kendi bildikleri yönde devleti yönlendirirler. Ancak devlet yapısının daha zayıf olduğu, sivil toplumun güçlenemediği, henüz yapılanmasını tamamlayamamış Türkiye gibi devletlerde bürokrasi veya ‘kendisini devletin gerçek sahibi sayanlar’ gizli örgütlenmelere gidebilirler. Türkiye bu durumun canlı bir örneğidir.
DEVLET İÇİNDE DEVLET
Her ne kadar tam anlamıyla ortaya çıkarılamamışsa da, Türk devletinin içinde mevcut devleti aşkın bir ‘derin devlet’in olduğu su götürmez bir gerçektir.
Derin devlet, 1990’ların ikinci yarısına kadar daha çok Gladio olarak tanımlandı ve NATO ülkelerinde ‘komünizmle savaş’ gerekçesiyle oluşturulmuş yarı sivil-yarı askeri bir yapılanmaya işaret edildi. Bu anlayışa göre Gladio, devleti halk arasında oluşabilecek aşırı-sol terör ve ayaklanmalardan koruyacak, aşırı sol yapıların Sovyetler Birliği namına devlet içinde yuvalanmasına karşı gelecekti.
Görünürde NATO üyesi devletleri Sovyet sızmasına karşı korumak üzere tasarlanan bu yapıların ‘sorun çıkaran’ başbakanları, bakanları vs. de hedef aldığı iddia edildi. Bu iddialara göre sivil yöneticiler bazen tamamen ortadan kaldırıldı, bazense korkutmak ve ‘hizaya getirmek’ için bazı suikast ve saldırılar düzenlendi. Nitekim Türkiye’de suikast girişimi ile karşılaşmamış başbakan yok gibidir. Bülent Ecevit, Süleyman Demirel ve Turgut Özal bu isimlerin başında gelir.
Derin Devlet’in hedef aldığı bir kesim siyasilerse, diğer önemli kesim ‘yargı’dır. Normal bir devlette kabul edilemez faaliyetler sayılan işlerini yargı denetiminden kaçırmak isteyen ve bir anlamda dokunulmazlık kazanmayı hedefleyen Derin Devlet unsurları, yargıyı korkutarak veya kendi bünyesine katarak amacına ulaşır. Yapının içerisinde yargıdan ve kolluktan çeşitli üyeler bulunmaktadır. Ancak bağımsız kalmayı tercih eden ve ‘meselenin önemini anlayamayan’ ve sadece işini yapmak isteyen yargı mensuplarına önce küçük çaplı, ardından daha kapsamlı saldırılar yapılabilir.
İlginçtir, Türkiye’de pek çok savcı ve hâkim irili ufaklı silahlı saldırıya uğramış olmasına, hatta bunlardan bir kısmı hayatını kaybetmiş olmasına rağmen savcı ve hâkimler için koruma sistemi hep zayıf kalmıştır ve bu tür haberler basında hiçbir zaman büyütülmemiştir. Bu durum da yargıyı bazı konularda sessiz kalmaya, olayların üzerine gitmemeye yöneltmiştir.
Devleti milletten ve hatta devletin kendisinden dahi koruduğunu düşünen bu ağın doğal üyeleri yukarıda özetlediğimiz üzere sivil ve askeri bürokrasiden (özellikle polis, asker ve istihbarattan), yargıdan ve siyasetten gelmektedir. Bu ağa bir de devlet-dışı aktör olarak mafya oluşumları eklenmektedir. Mafya oluşumlarının bir kısmı kendisini yarı-istihbarat oluşumu, yani devletin doğal uzantısı gibi görürken, diğer kısmı devlet ile iş yapan klasik mafya üyeleridir.
SUSURLUK’TA ORTAYA SAÇILANLAR
Türk Derin Devlet yapılanmasını anlamaya en çok Susurluk skandalından sonra yaklaşıldığı söylenebilir. 3 Kasım 1996'da saat 19.25 sularında Balıkesir-Bursa karayolunda Susurluk ilçesi Çatalceviz mevkiinde meydana gelen trafik kazası sonucunda, devlet-polis-mafya ilişkilerinin ortaya çıkması ile patlak veren skandal, devletin ve toplumun içinde dolaşan ‘hayalet’ konusunda karanlığı bir nebze olsun aydınlatmış ve toplumu harekete geçirmiştir.
Kazanın ardından kamuoyu, "devlet, siyaset, mafya" üçgeninde yasadışı ilişkilerin ortaya çıkartılmasını talep etmiş ve “Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” ismi verilen sivil toplum eylemleriyle ve medyanın desteği ile üstü örtülen ilişkilerin ve faaliyetlerin açıklanması güçlü bir şekilde istenmiştir. Ancak siyasiler, özellikle de Necmettin Erbakan önderliğindeki Refah Partisi, Susurluk sonrası gelişmeleri kendilerine karşı bir tertip gibi görmüş ve olayın üzerine gitmemiştir. Aynı şekilde Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller de bu tür yapılarla mücadele etmek yerine onları görmezden gelmeyi, belki de onlarla uzlaşmayı yeğlemiştir. İşin aslı Bülent Ecevit de dâhil olmak üzere hiçbir siyasi Susurluk’un üzerine yeterince gitmemiş, belki de karşılaştıkları yapılardan çekinmiştir.
Benzeri bir durumu Turgut Özal’a düzenlenen suikast girişiminde de görürüz. Olay 18 Haziran 1988 günü Anavatan Partisi'nin (ANAP) olağan genel kongresi yapıldığı sırada gerçekleşmiş, Özal konuşma yapmak için kürsüye çıktıktan kısa bir süre sonra saat 12:18'de Kartal Demirağ adlı bir saldırgan tarafından iki kez ateş edilmiş ve kurşun Özal'ın önünde bulunan mikrofonun ayağında sekip sağ el başparmağını yaralamıştır.
Özal saldırının üzerinden birkaç dakika geçmeden yaralı halde kürsüye yeniden çıkmış ve şunları söylemiştir:
“Bilhassa belirtmek istiyorum; Allah'ın verdiği ömrü, O'nun isteğinden başka alacak yoktur, biz de O'na teslim olmuşuzdur.”
Özal, bunları söyledi ancak saldırının Özal’ın korkuttuğu çok açıktı. Saldırganın askeri bir eğitim aldığı ve eylemin bireysel bir iş olmadığı da belliydi. Özal, saldırganı azmettirenleri az-çok tahmin ediyordu, ancak olayın üzerine gitmedi ve adeta saldırıyı azmettirenlere “mesajınızı aldım, uyarınızı dikkate alacağım” demiş oldu.
Saldırgan Kartal Demirağ ise Özal'a ateş ettikten sonra kaçmaya çalışmış ancak başbakanın korumalarından birinin açtığı ateşle yaralanmış ve yakalanmıştır. Önce idama mahkûm edilen Demirağ'ın cezası 27 Ocak 1989'da 20 yıl hapis cezasına çevrildi, 4 yıl hapis yatan Demirağ bizzat Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından 1992 yılında affedilmiştir. Özal, böyle davranarak belli ki bir uzlaşmaya gitmiş, olayı kapatmaya çalışmıştır. Bu durumu kardeşi Korkut Özal da bir konuşmasında teyid etmiştir. Korkut Özal’a göre olayı inceleten Turgut Özal, olayın nereye vardığını görünce “madem öyleyse, kalsın” demiştir.
ANAP milletvekillerinden emekli askeri savcı Faik Tarımcıoğlu ise suikast sırasında salonda makineli tüfekli bir kişinin daha olduğunu ve o esnada yaşanan kargaşadan yararlanıp kaçmayı başardığını iddia etmiştir. İddialara göre Demirağ bu suikastı başarabilseydi infaz edilecekti, bu düzenek ona göre hazırlanmıştı, ancak işler ters gitmişti.
NASIL ÇALIŞIYOR?
Derin Devlet, Gladio veya kontgerilla gibi isimler takılan yapılanma, bu konuda yayımlanan çeşitli kitap ve yazılara göre, sivil-askeri bürokrasi, eski asker ve polisler, yargı ve mafya benzeri yapılarla içli dışlıdır. Yapının 1960 ve 1970’li yıllarda çok güçlü olduğu, o yıllarda genelde silahlı sol örgütlere karşı belli bölgelerde direniş yapılanması adı altında kontrgerilla örgütlenmesine gidildiği, sivil veya asker-polis bazı seçilmiş kişilere özel eğitim verildiği, bu kişilerin başına ise resmi olarak hiçbir yetkisi olmayan, kısmen mafya, kısmen istihbarat-vari kişilerin atandığı iddia edilmektedir.
Uzun yıllar boyunca televizyon ekranlarında en çok izlenen dizilerden biri olan Kurtlar Vadisi dizisindeki Polat Alemdar karakteri bu tür kontrgerilla-mafya yapılarının lider tanımlarına çok uymaktadır. Dizide Polat Alemdar kirli işlere mümkün mertebe karışmayan, temiz bir tip olarak canlandırılsa da gerçek hayatta durum tam olarak böyle değildir. Kaldı ki Polat Alemdar denen kişi de dizide gücünü kanunlardan almamakta, kendine göre oluşturduğu kutsallar adına yargıyı ve devletin diğer erklerini dahi yok sayabilmektedir.
SOL VE SAĞ KANAT
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, Derin Devlet’in ideolojisi kendilerine göre tanımladıkları devleti korumaktır. Bunun dışında bir ideolojisi yoktur. Tüm ideolojiler aynı noktaya hizmet edecektir.
Konuyu inceleyen bazı yazarlar örgütün iki temel kanadı olduğunu bunlardan birinin SOL, diğerinin ise SAĞ kanat olduğunu söylerler. Buna göre SAĞ kanadın ağırlıklı olarak ‘ülkücü’ veya ‘sağ milliyetçi’ bir görüntü çizdiği, SOL kanadın ise ‘ulusalcı’ veya ‘sol milliyetçi’ bir çizgide ilerlediği görülür. Dikkat edilirse biri sol, diğeri sağ görünse de ikisi de güya milliyetçi/ulusçu bir ideolojiyi savunmaktadır.
Bu arada şunu belirtmemiz gerekir ki burada bahsettiğimiz sol ve sağ milliyetçilik sokakta karşılığını bulduğumuz kitlesel ideolojilerden daha farklıdır. İşin aslı ikisi de milliyetçi veya ulusçu olmaktan ziyade devletçidir. Ülkücü ve Ulusalcı görünümlü sol ve sağ kanatlar temelde devleti en kutsal varlık saymakta, kendilerini de o kutsal varlığın koruyucusu, günün sonunda ise sahibi saymaktadırlar. Dolayısıyla ister ülkücü görünsün, isterse ulusalcı Derin Devlet veya Ergenekon yapılanmasının ideolojisi devletçiliktir.
İşin sakat tarafı ise katı bir milliyetçilik görünümü altında koyu bir devletçilik ideolojisi izlemesine rağmen Ergenekon, devleti koruması gereken düşmanların başına diğer devletleri veya dış güçleri değil, sözde iç düşmanı, yani yine kendi insanlarını yerleştirmektedir.
Soğuk Savaş’tan, belki de Osmanlı’dan kalan bu reflekse göre devletin karşılaştığı yakın tehlike bizzat milletin kendisinden ve yine devletin içinden gelmektedir. Bu yaklaşıma göre, halkın içinde sayıları milyonlarla ölçülen hainler ve iç düşmanlar vardır. Bunlara göre, Osmanlı bu şekilde yıkılmıştır. Bu nedenle Ergenekon yapılanması devlete içeriden sızmaları engellemeyi kendisine bir numaralı hedef olarak belirlemiştir. Burada en büyük tehlike ise demokrasi olarak görülmektedir. Çünkü demokrasi vasıtasıyla seçilmiş siyasilerin içinde çok sayıda sözde hain ve düşman olabilir. Kendisini devletin gerçek sahibi sayan bu oluşum, bu anlamda ‘gerçek erk’i siyasilere terk etmemek için özel bir gayret sarf etmiştir.
Kimilerine göre 1970’li yıllarda zirve yapan sağ-sol çatışması seçilmiş hükümetlerin stratejik alanlara girmesini engellemek için bizzat bu yapı tarafından hazırlanmıştır. Nitekim o günlerde aynı silah ile sabah sağcı, akşam ise solcu bir kişinin suikasta kurban gittiği birçok örnek yaşanmıştır. Kimi yorumculara göre, derin mahfiller ülke içinde çeşitli çatışmalar çıkartarak hem sivil otoriteyi meşgul etmişlerdir hem de hükümetleri kendilerine daha çok mahkûm etmişlerdir. Bu bağlamda PKK terörünün bile yapay yollarla başlatıldığı, ancak bir süre sonra kontrolden çıktığı iddia edilmiştir.
Kimilerinin Ergenekon dediği, bazılarının ise Derin Devlet demeyi tercih ettiği bu oluşumun iki kanadı iddialara göre ayrı ayrı yapılanmıştır ve sadece tepe noktasında bu iki kanat temas halindedir. Daha aşağıda ise sağ ve sol kanadın temas halinde olmadığı, hatta birbirlerine yakınlık dahi duymayan çok sayıda kişiden oluştuğu görülmektedir.
Kimi yazarlara göre Susurluk Skandalı bu yapının daha ziyade sağ kanadını ortaya çıkarmıştır.
Ergenekon ve benzeri davalara bakıldığında ise bu yapının daha ziyade ‘sol milliyetçi’ (ulusalcı) ayağının ortaya çıktığı iddia edilmektedir.
AK PARTİ UZLAŞTI MI?
AK Parti, 2002 yılında iktidara geldiğinde bu tür yasadışı yapılar ile mücadele edeceği izlenimini verdi. Sağ muhalif ve kısmen İslamcı muhalif bir hareket olarak AK Parti, devlette sivilleşme ve şeffaflaşma vaadinde bulundu. AK Parti’nin bu vaatlerini ilk dönemde tutmaya çalıştığını görüyoruz. Ergenekon ve Balyoz davaları ise Erdoğan Hükümeti’nin derin yapılar ile mücadele edeceği ümidini doğurdu.
Ergenekon ve Balyoz davaları başladıktan sonra Türkiye’de faili/azmettiricisi meçhul suikast ve saldırıların birdenbire kesilmesi manidardır. Ancak davalar, anladığım kadarıyla bilinçli olarak, yavaşlatıldı ve kısmen de mecrasından saptırıldı. Davaları yavaşlatmadaki en önemli neden davalar sayesinde hükümetin askeri ve diğer kurumları kendi kontrolü altına almayı başarmasıdır.
Genelkurmay Başkanı’nın dahi hapsedilebildiği bir davanın Erdoğan için ne kadar kullanışlı olduğu açıktır. Başka bir deyişle, Erdoğan, Ergenekon davalarını bir süre sonra gerçek iktidarı ele geçirmek ve o iktidarın ortaklarını sindirmeye çalışmak için kullanmış görünmektedir.
Ne var ki yukarıda bahsettiğimiz anlayış ve oluşum Ergenekon ve benzeri davalarla sınırlı değildir. Bundan 6-7 yıl önce yazdığım birçok yazıda da belirttiğim üzere davalar görülürken Ergenekon yapılanması da yeni şartlara kendisini uydurmuş ve adeta Ergenekon 2.0 versiyonu devreye girmiştir.
Yeni versiyon hükümetle çatışma değil, uzlaşma üzerine kuruludur. Erdoğan da devlet içinde önce kendi dar dairesini, ardından ise tek adam olarak kendisini hâkim kılmayı başarınca yeni düşmanlarına karşı (liberaller, Kürtçü akımlar, cemaatler ve diğerleri), yeni ittifaklar arama yoluna gitmiştir. İşte ulusalcı sol ile kurulan ittifak burada ortaya çıkmıştır. Erdoğan ve Perinçek gibi siyasi yelpazenin iki ucunda yer aldığını iddia eden iki kişiyi yakınlaştıran bu anlayıştır. Kanaatimce devleti ele geçirdiğini düşünen Erdoğan ile devletin kendisi olduğunu düşünen Perinçek ortak değerlerini (yani kutsal devleti) savunmak için eylem birliğine girmişlerdir.
Devlet Bahçeli’nin Haziran 2015’ten bu yana gizlenemez bir hal almış olan ‘tuhaf ötesi davranışları’na baktığımızda yeni ittifakın ‘sağ milliyetçi’, daha doğrusu ‘sağ devletçi’ kanadının da devreye sokulduğu anlaşılmaktadır.
Gelinen noktada kendisini devleti ele geçirmiş, dolayısıyla devlet olmuş lider olarak gören Erdoğan anlayışı ile kendilerini devletin tabii sahibi sayan Perinçek ve Bahçeli anlayışı yeni koalisyonu oluşturmuştur. Burada ilginç olan sol ve sağ devletçi anlayışın belki de ilk defa bu kadar belirgin olarak aynı safta yer almasıdır. Bir diğer çarpıcı gelişme ise AK Parti gibi merkez sağ kitleyi peşinden sürükleyen bir partinin belki de ilk defa olarak lideri yoluyla bahsettiğimiz devletçilik ile ittifak kurmasıdır. AK Parti’nin katılımı bahsettiğimiz devletçiliğe sandık desteğini de getirmiştir. Bu bağlamda Erdoğan’ın tek başına ülkeyi idare etme hevesi gerek ulusalcı cenahta, gerekse sağ devletçi cenahta en azından şimdilik ‘kullanışlı’ bulunmuştur.
NE OLMALI?
Kanaatime göre yukarıda bahsettiğimiz tablo Türkiye’nin devleti ve milleti ile geri kalmışlığının temel sebebidir. Milleti potansiyel düşman gören her anlayış bu ülke için zararlıdır.
Türkiye’nin yeniden yükselişi devleti değil, milleti esas alan ve bu esas üzerine devletini inşa eden bir anlayışa bağlıdır. Osmanlı’dan, tek parti döneminden ve Soğuk Savaş yıllarından kalmış, devletin içinde bir tür kalıntı gibi duran ve kendisini devlet sanan sayıca az, ancak etki olarak çok kuvvetli bu örgütlenmiş yapıların ve onlara bel bağlayan siyasi uzantıların artık geride kalması gerekir.
Elbette her devlet kendisini korumak için bazı kısmi-gizli yapılanmalara gider. ABD’de CIA, İngiltere’de MI-5 ve benzeri yapılanmalar gibi. Ancak bunların tamamı yasal kurumlardır ve faaliyetleri yargının ve yasamanın etkin denetimi altındadır. Türkiye’de de devleti ve demokrasiyi koruyacak ister gizli, isterse açık yapıların yargı ve yasama denetimine girmesi ve artık kendi insanlarını hain-düşman vs. olarak görmekten vazgeçmesi gerekir.