HZ. MUHAMMED (ŞAHSİYETİ)
M. Yaşar Kandemir 01 Ocak 1970
A) İsimleri. Hz. Peygamber kendine has beş adının bulunduğunu, bunların Muhammed, Ahmed, Mâhî, Hâşir ve Âkıb olduğunu, bu isimlerin daha önce kullanılmadığını söylemiştir (Buhârî, “Menâkıb”, 17, “Tefsîr”, 61/1; Müslim, “Fezâ?il”, 124, 125, 126). Muhammed, Resûl-i Ekrem’in en çok bilinen adı olup “övgüye değer bütün güzellikleri ve iyilikleri kendinde toplayan kişi” anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Muhammed ancak bir peygamberdir” (Âl-i İmrân 3/144); “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir” (el-Ahzâb 33/40); “Rableri tarafından hak olarak Muhammed’e indirilene inananların günahlarını Allah bağışlamıştır” (Muhammed 47/2); “Muhammed Allah’ın elçisidir” (el-Feth 48/29) meâlindeki âyetlerde geçen bu isim aynı zamanda kırk yedinci sûrenin adıdır. Hz. Peygamber’in en çok kullanılan ikinci ismi Ahmed’dir. Bu isim de “hamd” kökünden türemiş olup “Allah’ı herkesten daha iyi ve daha çok öven; herkesten daha çok övülen” mânalarına gelmektedir. Ahmed ismi Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde geçmekte ve burada, Hz. Îsâ’nın İsrâiloğulları’na kendisinden sonra gelecek Ahmed adındaki peygamberi müjdelediği belirtilmektedir (es-Saf 61/6). Yuhanna İncili’ndeki Parakletos kelimesiyle de bu adın kastedildiği ifade edilmektedir (bk. FARAKLİT). Mâhî ismi küfrün onun eliyle yok edileceğini, Hâşir kıyamet gününde insanların onun ardından giderek haşrolacağını, Âkıb da kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini bildirmektedir. Resûlullah’ın yine kendi isimlerinden olduğunu söylediği diğer adlar arasında “nebiyyü’l-melhame” (kendisi için savaşın meşrû kılındığı peygamber) (Müsned, IV, 395, 404), Mukaffî (son peygamber), “nebiyyü’t-tevbe” ve “nebiyyü’r-rahme” (tövbe etmeyi ve merhametli olmayı insanlara öğreten) (Müslim, “Fezâ?il”, 126) bulunmaktadır. Hadislerde Resûl-i Ekrem’in daha başka adlarından bahsedilmesi, yukarıdaki beş ismin sadece ona has olduğunu (Tecrid Tercemesi, IX, 252), öteki isimlerinin diğer peygamberlere de verilebildiğini göstermektedir. Hz. Peygamber’in yaygın adlarından biri de Mustafâ olup “seçilmiş” anlamında bir sıfattır. Bir hadiste, “Allah Teâlâ, İbrâhim’in çocuklarından İsmâil’i seçti; İsmâil’in çocuklarından Kinâneoğulları’nı, Kinâneoğulları’ndan Kureyş’i, Kureyş’ten Hâşimoğulları’nı ve Hâşimoğulları’ndan da beni seçti” (Müslim, “Fezâ?il”, 1; Tirmizî, “Menâkıb”, 1); bir diğerinde, “Ben son peygamberim (âkıb), ben seçilmiş (mustafâ) nebîyim” (el-Müsned, VI, 25) denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Resûl-i Ekrem için “müzekkir” (el-Gaşiye 88/21), “beşîr” (el-İsrâ 17/105; Fâtır 35/24), “şâhid, mübeşşir, nezîr, dâî ilallah, sirâc” (el-Ahzâb 33/45, 46) ve “rahmet” (el-Enbiyâ 21/107) gibi isimler de zikredilmektedir. Abdullah b. Selâm, Tevrat’ta Allah’ın ona verdiği adlardan birinin “mütevekkil” olduğunu söylemektedir (Dârimî, “Mukaddime”, 2). Bu konuda müstakil eserler kaleme alınmış olup Hz. Peygamber’in 300’ü aşkın adı ve sıfatı hakkında bilgi verilmiştir.
B) Şemâili ve Üstünlükleri (Hasâis). Resûl-i Ekrem’in ilk bakışta insana güven veren bir görünümü olduğu belirtilmektedir. Nitekim Medine’ye hicret ettiği zaman onu ziyaret edip ilk defa gören yahudi âlimi Abdullah b. Selâm bu yüzün sahibinin yalancı olamayacağını söylemiştir (Tirmizî, “Sıfatü’l-kıyâme”, 42; İbn Mâce, “İkame”, 174). Hz. Peygamber’in güzelliği kendisini görenleri etkilerdi. Onu tasvir etmek isteyen sahâbîler yüzünü aya, güneşe benzetmişler ve on dördüncü gecesindeki aydan daha güzel olduğunu ifade etmişlerdir (Dârimî, “Mukaddime”, 10; Müslim, “Fezâ?il”, 109).
Resûl-i Ekrem’in şemâilini onun en yakınında bulunanlardan Hz. Ali, Enes b. Mâlik, Berâ b. Âzib gibi sahâbîler tasvir etmiştir. Bunlar arasında Resûlullah’ın terbiyesi altında yetişen üvey oğlu Hind b. Ebû Hâle’nin tasviri meşhurdur. Hind’in belirttiğine göre Allah’ın elçisi iri yapılı ve heybetliydi. Yüzü ayın on dördü gibi parlaktı. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, saçları hafif dalgalıydı. Saçı bazan kulak memesini geçerdi. Rengi nûrânî beyaz, alnı açık, kaşları hilâl gibi ince ve sıktı. Burnu ince, hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omuzunun arası genişçe, mafsalları kalıncaydı. Bilekleri uzun, avucu genişti. Yürürken ayaklarını yere sert vurmaz, sakin fakat hızlı ve vakarlı yürür, meyilli bir yerden iniyormuş görünümü verirdi. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi. Konuşmadığı zaman daha çok yere doğru bakar ve düşünceli görünürdü. Arkadaşlarıyla yürürken onları öne geçirir, kendisi arkadan yürürdü. Yolda karşılaştığı kimselere önce o selâm verirdi” (İbn Sa‘d, I, 422; Taberânî, XXII, 155-156; Beyhaki, II, 154-155; Heysemî, VIII, 273-274; ayrıca bk. HİLYE; ŞEMÂİL).
Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde dünya ve âhirette sadece Hz. Peygamber’e ve onun ümmetine bazı meziyetlerin verileceği belirtilmektedir. Bu özel durum Resûl-i Ekrem’in diğer peygamberlerden, insanlardan ve hatta meleklerden üstün olduğunu ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ’nın bütün peygamberlerden Resûl-i Ekrem’e inanmaları ve kendisine yardım etmeleri için söz alması (Âl-i İmrân 3/81), onu bütün varlıklara peygamber gönderip rahmet vesilesi kılması (el-Enbiyâ 21/107; Sebe’ 34/28), kendisini son peygamber olarak gönderip dini onunla tamamlaması (el-Ahzâb 33/40), varlığının sadece inananların değil inanmayanların da dünyada ilâhî azapla yok olup gitmesine engel olması (el-Enfâl 8/33, 34), Allah’ın insanlar içinde sadece onun adına yemin etmesi (el-Hicr 15/72), diğer peygamberlere adlarıyla hitapta bulunurken ona “nebî” ve “resûl” diye yüceltici bir üslûpla hitap etmesi (el-Mâide 5/41, 67; el-Enfâl 8/64, 65), sahâbîlerin ona birbirlerine seslenir gibi seslenmelerine izin vermemesi (en-Nûr 24/63), onun bütün günahlarını bağışlaması (el-Feth 48/2), kıyamete kadar değişmeyecek olan Kur’ân-ı Kerîm’i ona vermesi (el-Hicr 15/9), kendisini isrâ ve mi‘rac ile şereflendirmesi (el-İsrâ 17/1; en-Necm 53/3-18), âhirette en yüksek derece olan vesîle, fazîle ve makam-ı mahmûdu, ümmetini âhiret sıkıntılarından kurtaracak olan şefaati sadece ona lutfetmesi kendisine olan üstün muhabbetini ve ona verdiği şerefi göstermektedir.
Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekrem’in ümmetini en hayırlı ümmet kabul etmiştir (Âl-i İmrân 3/110). Ümmetine ganimetler helâl, yeryüzü temiz ve mescid kılınmış (el-Enfâl 8/68, 69; Buhârî, “Teyemmüm”, 1; Müslim, “Mesâcid”, 3), din konusunda kendilerine zorluk ve güçlük yüklenmemiş (el-Hac 22/78), en hayırlı gün olan cuma özellikle onlara tahsis edilmiş (el-Cum‘a 62/9; Buhârî, “Cum?a”, 1; Müslim, “Cum?a”, 17-22), yaptıkları az işe çok sevap verilmiş (Buhârî, “İcâre”, 11; “Enbiyâ?”, 50), gönüllerinden geçen kötü düşünceler bağışlanmış (Buhârî, “Eymân”, 15; Müslim, “Îmân”, 201), yeryüzünün şahitleri sayılmış (el-Bakara 2/143; Buhârî, “Şehâdât”, 6; Müslim, “Cenâ?iz”, 60) ve namazda bağladıkları saflar meleklerin safları gibi değerli kabul edilmiştir (Müslim, “Mesâcid”, 4; ayrıca bk. HASÂİSÜ’n-NEBÎ).
C) Ahlâkı. Hz. Peygamber kıyamete kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiği için (el-Ahzâb 33/21) hayatın her yönünü kapsayan üstün bir ahlâkla donatılmıştır (el-Kalem 68/4). Devlet başkanlığından aile reisliğine kadar her sahada üstün bir ahlâk ortaya koymuştur. İlâhî destek ve denetim altında bulunduğu ve gerektiğinde rabbinin yardımını gördüğü halde sıradan bir insan gibi hayatın bütün zorluklarını yaşamıştır. Onun bütün hayatı kucaklayan bu tabii yaşama biçimi, ahlâkının her devirde birbirinden farklı insanlar tarafından örnek alınabileceği inancını güçlendirmiştir.
Hz. Âişe, Resûlullah’ın ahlâkının Kur’an’dan ibaret olduğunu belirtmiş (Müslim, “Müsâfirîn”, 139), Hz. Peygamber de Cenâb-ı Hak tarafından en güzel şekilde eğitildiğini ifade etmiştir (Münâvî, I, 429). Resûl-i Ekrem güzel ahlâk üzerinde özellikle durmuş, ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildiğini söylemiş (el-Muvatta?, “Hüsnü’l-huluk”, 8; Müsned, II, 381) ve yüzünü güzel yarattığı gibi huyunu da güzelleştirmesi için Allah’a dua etmiş (Müsned, I, 403; VI, 68, 155), mükemmel imanın güzel ahlâklı olmakla sağlanabileceğini bildirmiştir (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15; Tirmizî, “Radâ?”, 11). Onun başkalarına tavsiye ettiği ahlâk ilkelerini hayatı boyunca uygulaması (Buhârî, “Rikak”, 18) bu ilkelerin daha çok benimsenmesini sağlamıştır.
Hz. Peygamber’in insanları kendisine hayran bırakan özelliklerinden biri de herkese değer vermesi ve hiçbir şekilde nezaketi ihmal etmemesidir. Gördüğü insanlara ayırım yapmadan önce o selâm verir, erkeklerle tokalaşır, muhatabı elini bırakmadıkça o da bırakmazdı. Karşısındakine bütün vücuduyla dönerek konuşur ve muhatabı yüzünü çevirmedikçe Resûl-i Ekrem de çevirmezdi (Tirmizî, “Sıfatü’l-kıyâme”, 46). İnsanlara güzel söz söyler, güleryüz gösterir ve böyle davranmanın sevap olduğunu söylerdi (Buhârî, “Sulh”, 11, “Edeb”, 68; Tirmizî, “Birr”, 36). İki şeyden birini yapmakta serbest bırakıldığında kolay olanı tercih ederdi (Buhârî, “Menâkıb”, 23; Müslim, “Fezâ?il”, 77). Kendisi binek üzerindeyken yanında bir başkasının yaya yürümesinden rahatsızlık duyardı (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 127, 128; Nesâî, “İsti?âze”, 1). Kendisini evlerine davet edenleri kırmaz ve gönüllerinin hoş olması için orada nâfile namaz kılardı. Birinin yanlış bir davranışını veya uygun olmayan kıyafetini gördüğü zaman utandırmamak için ona hatasını söylemez, bu uyarıyı başkalarının yapmasını tercih ederdi (Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 8; “Edeb”, 4). Ağzından çirkin söz çıkmaz, ahlâkı güzel olanın hayırlı insan olduğunu söylerdi (Buhârî, “Edeb”, 38). Hayatında hiçbir kadını ve köleyi dövmemiş, şahsına yapılan haksızlıktan dolayı intikam almamıştır (Müslim, “Fezâ?il”, 79). On yıl boyunca hizmetinde bulunan Enes b. Mâlik’e bir defa bile kızmamış, yaptığı bir hata yüzünden onu azarlamamıştır (Müslim, “Fezâ?il”, 51). Son derece edepliydi ve hayânın imandan olduğunu söylerdi. Bir şeyden hoşlanmadığının ancak yüzünden anlaşıldığı, hanımların bazı özel hallerine dair sordukları sorulara cevap verirken oldukça zorlandığı belirtilmektedir (Buhârî, “Hayız”, 13, 14, “Salât”, 8, “Menâkıb”, 23, “Edeb”, 72, 77).
Hz. Âişe, Resûl-i Ekrem’in ahlâkından söz ederken onun kötülüğe kötülükle karşılık vermediğini, insanları bağışlayıp kusurlarını görmezden geldiğini söyler (Tirmizî, “Birr”, 69). Görgüsüz bedevîlerin kaba davranışlarına rağmen bu davranışlar karşısında gülümsemekle yetinirdi (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 1; Nesâî, “Kasâme”, 23, 24). Ganimet dağıtırken kendisine âdil davranılmadığını söyleyen bir kimsenin saygısızlığına kızmakla beraber Hz. Mûsâ’nın daha ağır hakaretlere sabrettiğini belirterek tahammül göstermiş (Buhârî, “Farzü’l-humus”, 19; “Megazî”, 56), Huneyn Gazvesi’nden dönerken ganimetleri bir an önce taksim etmesini isteyen bedevî Araplar’a kendisinin cimri olmadığını, elinde sayılamayacak kadar çok mal bulunsa bile hepsini kendilerine paylaştıracağını ifade etmiştir (Buhârî, “Cihâd”, 24). Bir yolculukta mola verildiğinde Resûl-i Ekrem’in ağaca asılı kılıcını alarak, “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” diyen bir bedeviye, “Allah kurtaracak” diye cevap vermiş, bu cevabın şaşkınlığıyla kılıcını elinden düşüren bu şahsa, “Ya şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” diye sorduktan sonra kendisini serbest bırakmıştır (Buhârî, “Cihâd”, 84; Müslim, “Müsâfirîn”, 311). Kötü isim yapmış biri dahi ziyaretine geldiğinde onu huzuruna kabul eder, kendisine güleryüz gösterip ikramda bulunurdu (Buhârî, “Edeb”, 38, 48).
Resûlullah, şahsına yapılan kabalıkları ve kusurları anlayışla karşılamakla birlikte tavsiye ettiği ibadetlerle yetinmeyip daha fazla ibadet yapmaya kalkışanları veya yapılmasında sakınca görmediği davranışlardan sakınmaya çalışanları hoş görmezdi. Onların, “Biz senin gibi değiliz; Allah senin bütün günahlarını bağışlamıştır” demelerine öfkelenir ve Allah’tan en çok korkan ve O’nu en iyi bilenin kendisi olduğunu söylerdi (Buhârî, “Îmân”, 13; Müslim, “Fezâ?il”, 127, 128). Verdiği hükme itiraz edenlere, gereksiz soru soranlara ve âyetler üzerinde ihtilâfa düşenlere öfkelenirdi (Buhârî, “Müsâkat”, 6-8; Müslim, “Fezâ?il”, 138, “?İlim”, 2).
Resûl-i Ekrem müslümanlara karşı çok merhametliydi. Yaptığı bazı nâfile ibadetleri onların da coşkuyla ifa ettiğini görünce bunların farz kılınabileceğini ve sonuçta müslümanların zor durumda kalacağını düşünerek bu tür ibadetleri yapmaktan vazgeçerdi (Buhârî, “Teheccüd”, 5). Çocuklara da sonsuz bir şefkat gösterirdi; onları kucaklayıp öper, bağrına basardı (Buhârî, “Cenâ?iz”, 32). Duada bulunması için kucağına verilen bebeklerin üstünü kirletmesini önemsemez (Buhârî, “Vudû?”, 59), kız ve erkek torunlarını omuzuna alıp mescide gider, hatta onlar omuzunda iken namaz kılardı (Buhârî, “Salât”, 106). Namaz sırasında ağlayan bir çocuğun sesini duyunca namazı çabuk kıldırırdı (Buhârî, “Ezân”, 65). Kadınların hiçbir şekilde incitilmesini istemezdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun müminlere olan düşkünlüğünden, şefkat ve merhametinden söz edilmiş, müslümanların sıkıntıya uğramasının onu çok üzdüğü bildirilmiştir (et-Tevbe 9/128).
Hz. Peygamber son derece cömertti. Kendisinden bir şey istendiği zaman ona çok ihtiyacı da olsa verirdi. Bir defasında yamaçta yayılan koyun sürüsünü görüp birkaç koyun isteyen bedevîye bütün sürüyü vermişti (Buhârî, “Cenâ?iz”, 28; “Edeb”, 39). Bir hanımın kendisi için dokuduğu bir kumaşı onun üzerinde görerek isteyen sahâbîye hemen çıkarıp hediye etmişti (Buhârî, “Libâs”, 18). Sahâbîlerin belirttiğine göre özellikle ramazan aylarında “yağmur yüklü rüzgâr”dan daha cömert olurdu (Buhârî, “Bed?ü’l-vahy”, 5). Yardıma ihtiyacı bulunan herkesin yardımına koşar, yetimlerle ilgilenilmesini teşvik eder, dul kadınlara ve yoksullara yardım edenlerin Allah yolunda cihad etmiş gibi sevap kazanacağını söylerdi. Kölelerin bir emanet olduğunu ifade ederek köle sahiplerinin yediklerinden onlara da yedirmesi, giydiklerinden giydirmesi gerektiğini belirtir ve güçlerinin yetmeyeceği işlerin onlara yaptırılmamasını isterdi (Buhârî, “Îmân”, 22, “Büyû?”, 34, “Nafakat”, 1, “Edeb”, 24; Müslim, “Zühd”, 41). İlk vahiy sırasında duyduğu bazı endişeleri gidermek isteyen Hz. Hatice kendisine “Sen akrabanı koruyup gözetirsin, konuştuğun zaman dosdoğru konuşursun, işini görmekten âciz olanlara yardım edersin, fakirlerin elinden tutarsın, misafiri ağırlarsın ve haksızlığa uğrayan kimselere arka çıkarsın” demişti (Müslim, “Îmân”, 252).
Düşmanları bile Resûl-i Ekrem’in üstün şahsiyetini övmek zorunda kalırdı. Ebû Süfyân, ticaret için gittiği Suriye’de Bizans İmparatoru Herakleios’un Peygamber hakkındaki sorularına cevap verirken onun en belirgin özelliklerinin doğruluk, iffet, ahde vefa ve emanete riayet olduğunu söylemişti (Buhârî, “Bed?ü’l-vahy”, 7). Dürüstlüğüyle tanındığı için Kur’an’da da belirtildiği gibi İslâm karşıtları onu yalanlayamamış ve Allah’ın âyetlerini inkâr etmeye yeltenmişlerdi (el-En‘âm 6/33). Hz. Peygamber, toplumun hakları söz konusu olduğunda suçlu kim olursa olsun onu bağışlamaz, bu hususta kimsenin aracılığını kabul etmez, suçlu kendi çocuğu dahi olsa onu cezalandıracağını söylerdi (Buhârî, “Fezâ?ilü ashâbi’n-nebî”, 18). İstemeden birinin canını yaktığında ona kısas yapma yetkisi tanırdı (Ebû Dâvûd, “Diyât”, 14). Resûl-i Ekrem’e ödünç deve veren bir bedevî devesini kaba bir üslûpla geri isteyince sahâbîler ona haddini bildirmek için harekete geçmişler, fakat Hz. Peygamber, “Alacaklının konuşma hakkı vardır” diyerek onları teskin etmiş ve bedevîye daha iyi bir deve verilmesini söylemiştir (Buhârî, “Vekâlet”, 5, 6; Müslim, “Müsâkat”, 120). İslâmiyet’e ve Resûlullah’ın şahsına karşı ağır hakarette bulunanlar onun huzuruna çıkıp müslüman olduklarında canları teminat altına alınırdı (el-Muvatta?, “Nikâh”, 20; Buhârî, “Megazî”, 23; Müslim, “Cihâd”, 98). Resûl-i Ekrem cesaretiyle de tanınmıştı. Bir gece Medine’de korkunç bir ses duyulmuş, birçok kimse baskına uğradıkları korkusuna kapılınca o kılıcını alıp bir ata binmiş, şehrin etrafını tek başına dolaşarak müslümanlara endişe edecek bir şey olmadığını haber vermişti (Buhârî, “Cihâd”, 24, 82).
D) Günlük Hayatı ve İbadeti. Hz. Peygamber Mekke’de önce dedesinin, ardından amcasının himayesinde büyümüştü. Bir ara çobanlık yapmış ve ticaretle uğraşmış, nihayet zengin bir hanım olan Hz. Hatice ile evlenmişti. Medine’ye hicret ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Diğer muhacirler gibi o da bir süre ensarın yardımıyla geçindi. Bedir Gazvesi’nden sonra nâzil olan ve ganimetlerin beşte birinin Allah’a, resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu bildiren âyet (el-Enfâl 8/41) Peygamber ailesinin başlıca geçim yolunu belirlemiş oldu. Resûl-i Ekrem’e büyük hayranlık duyan, Uhud Gazvesi’nde Mekkeliler’e karşı onun yanında savaşan, bu savaşta ölmesi halinde Benî Nadîr arazisindeki hurma bahçelerinin tasarrufunu Resûlullah’a bıraktığını bildiren yahudi din âlimi, mühtedî sahâbî Muhayrîk en-Nadrî, Uhud Gazvesi’nde ölünce bahçelerinin geliri Resûl-i Ekrem’e kaldı. Mekkeliler’le gizli bir anlaşma yapan Benî Nadîr yahudilerinin Medine’den sürgün edilmesi üzerine Hz. Peygamber ailesinin yıllık geçimine yetecek kadar miktarı onların topraklarında yetişen ürünlerden almaya başladı (Buhârî, “Megazî”, 14; “Nafakat”, 3). “Fey” denilen bu tür gelirlere fethedilen yerlerden alınan bazı mallar, Hayber ve Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da ilâve edildi.
Böylece Medine’ye geldikten bir süre sonra maddî imkânlara kavuşan Resûl-i Ekrem malını müslümanların ihtiyaçlarına harcar, kendisi son derece mütevazi bir hayat sürerdi. Rızkının ailesine yetecek kadar olmasını ister, canı ve malı emniyette, vücudu sıhhatte, günlük yiyeceği yanında bulunan kimseyi bahtiyar sayardı (Buhârî, “Rikak”, 17; Tirmizî, “Zühd”, 34). Elde ettiği geliri hemen ihtiyaç sahiplerine dağıttığı için bazan birkaç gün yemek yemediği, gün boyu aç kaldığı, evinde bir iki ay boyunca yemek pişmediği olurdu. Kendisi ve ailesi buğday ekmeğini pek nâdir görür, çok defa arpa ekmeği yer, bununla bile iki gün arka arkaya karınlarını doyuramazlardı (Buhârî, “Hibe”, 1; Müslim, “Zühd”, 22, 34, 36; Tirmizî, “Zühd”, 38). Hz. Peygamber’in vefatı sırasında, daha önce bir yahudiye zırhını rehin bırakarak aldığı 30 ölçek arpadan geriye pek az bir şey kalmış (Buhârî, “Cihâd”, 89; “Farzü’l-humus”, 3), tereke olarak da sadece bir katırla silâhı yanında sadaka olarak ayırdığı bir araziyi bırakmıştı (Buhârî, “Vesâyâ”, 1). Onun bu kadar sade yaşamasının sebebi dünyanın insanı cezbeden güzelliklerine değer vermemesiydi. Uhud dağı kadar altını olsa borcunu ödeyeceği miktarı ayırıp geri kalanı üç gün içinde dağıtacağını söylerdi (Buhârî, “İsti?zân”, 30; Müslim, “Zekât”, 31). Yatağının yüzü tabaklanmış deriden, içi de yumuşak hurma lifindendi (Buhârî, “Rikak”, 17). Daha çok bir hasırın üzerinde yatar, hasırın vücudunda iz bırakması sahâbîlerini üzdüğü halde kendisi buna aldırmazdı (Tirmizî, “Zühd”, 44). Oturması için kendisine minder verildiğinde minderi bir başkasına verip yere oturmayı tercih ederdi (Buhârî, “Savm”, 59). Kendisini ashabından üstün görmez, onların yaptığı işi o da yapardı. Hendek Gazvesi’nde hendek kazılırken kendisi de çalışmış, Kubâ Mescidi ve Mescid-i Nebevî inşa edilirken sırtında toprak ve kerpiç taşımıştı (Buhârî, “Cihâd”, 34, 161).
Evinin, ailesinin işlerini kendi görür, bu konuda kimsenin yardımını kabul etmezdi. Evde bulunduğu saatlerde ev işlerine yardımcı olurdu (Müsned, VI, 256). Genç bir hanım olan Hz. Âişe’nin arkadaşlarıyla birlikte eğlenmesine, mescidde yapılan bazı gösterileri seyretmesine izin verirdi (Buhârî, “?Îdeyn”, 2; “Edeb”, 81). Önüne getirilen yemekte kusur aramazdı; hoşuna giderse yer, gitmezse yemezdi (Buhârî, “Et?ime”, 21). Yakınında bulunanlara ve komşularına karşı lutufkârdı. İyi bir mümin olabilmek için komşularına iyi davranmak, onları rahatsız etmemek, kendisi için istediğini onlar için de istemek, komşusunun güvenini kazanmak, pişirdiğinden komşusuna ikram etmek gerektiğini söylerdi (Buhârî, “Menâkıbü’l-ensâr”, 20, “Nikâh”, 80, “Edeb”, 31; Müslim, “Îmân”, 71-75, “Birr”, 142; Tirmizî, “Birr”, 28).
Hz. Peygamber ibadet etmekten derin bir zevk alır, İslâmiyet’in temeli olan namaz, zekât, hac ve oruç gibi ibadetlere büyük önem verirdi (Buhârî, “Îmân”, 2). Bazan ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı olurdu (Buhârî, “Rikak”, 20). Bazan her namaz için abdest alır, bazan da bir abdestle birkaç namaz kılardı. Farzlardan önce veya sonra sünnet namazları kılar, sabah namazının sünnetine hepsinden fazla ihtimam gösterirdi (Buhârî, “Ezân”, 14, 16, “Teheccüd”, 27; Müslim, “Müsâfirîn”, 94, 96, 105, 304). Gecenin bir kısmında uyur ve dinlenir, özellikle son üçte birinde uyanıp doğrulur ve gökyüzüne bakarak Âl-i İmrân sûresinin son on bir âyetini okur, ardından sonuncusu vitir olmak üzere dokuz, on bir veya on üç rek‘at namaz kılardı (Buhârî, “Teheccüd”, 10, 16, “Tefsîr”, 3/17-20; Müslim, “Müsâfirîn”, 105, 121). Yolculuk sırasında bineğinin üzerinde de nâfile namaz kılardı. Ramazan ayının son on gününde mescidde itikâfa çekilerek bütün vaktini ibadetle geçirirdi (Buhârî, “İ?tikâf”, 1, “Taksîr”, 7-10; Müslim, “Müsâfirîn”, 69, 74, 78, 79, 143).
Resûl-i Ekrem ramazan dışındaki oruçlarında bazan bir ay boyunca hiç oruç tutmayacağını düşündürecek kadar oruca ara verir, bazan da oruca hiç ara vermeyeceği sanılacak kadar uzun süre oruç tutardı; ancak şâban ayının tamamına yakınını oruçlu geçirirdi. Zaman zaman hiç iftar etmeden ardarda oruç tutar (savm-i visâl), bu sırada kendisini Cenâb-ı Hakk’ın yedirip içireceğini söyler, ancak açlığa dayanamayacakları gerekçesiyle başkalarının bu şekilde oruç tutmasına izin vermezdi (Buhârî, “Savm”, 20, 48-50, 52, 53; Müslim, “Sıyâm”, 55-61, 172-180). Zekâta tâbi olacak kadar bir malı evinde iki üç günden fazla tutmadığı için hiçbir zaman zekât mükellefi olmadı. Hayatının son yılında Vedâ haccı diye bilinen ilk ve son haccını yaptı. Her yıl ramazan ayında Cebrâil ile o güne kadar inen âyetleri birbirlerine okurlardı (Buhârî, “Fezâ?ilü’l-Kur?ân”, 7). Resûl-i Ekrem her gün Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım sûrelerini, yatmadan önce Secde ve Mülk veya İsrâ ve Zümer sûrelerini okurdu (Tirmizî, “Fezâ?ilü’l-Kur?ân”, 9, 21). Kendisi veya bir başkası rahatsızlandığı zaman ise Muavvizeteyn gibi bazı sûre ve âyetleri okurdu (Müslim, “Selâm”, 50, 51).
Allah’ı her durumda anıp zikreden Hz. Peygamber’in (Müslim, “Hayız”, 117) günlük dua ve zikirleri vardır. Her gün yetmiş defadan fazla tövbe ve istiğfar ettiğini söyler, yerken ve içerken, evine girerken ve çıkarken, yatarken ve kalkarken, el-bisesini değiştirirken çeşitli dualar okurdu. Dua etmek için belli bir zamanı seçmemekle beraber gündüz ve gecenin çeşitli saatlerinde, özellikle geceleyin ibadet etmek için kalktığında ve Baki‘ Mezarlığı’na gittiğinde uzun uzun dua ederdi (Buhârî, “Teheccüd”, 1, “Da?avât”, 3; Müslim, “Zikir”, 42; Nesâî, “Cenâ?iz”, 103).
Resûl-i Ekrem’in ibadetleri ölçülüydü. Ashabına güçlerinin yettiği kadar ibadet yapmayı tavsiye eder, Allah katında en değerli ibadetin az da olsa devamlı yapılanı olduğunu söylerdi (Buhârî, “Îmân”, 43, “Savm”, 52; Müslim, “Müsâfirîn”, 215-221). Bir gecede Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmek, sabaha kadar namaz kılmak, ramazan dışında bütün bir ay oruç tutmak gibi bir âdeti yoktu (Müslim, “Müsâfirîn”, 139; Nesâî, “Kıyâmü’l-leyl”, 17). Hz. Peygamber’in ne kadar ibadet ettiğini onun eşlerinden sorup öğrenen üç sahâbî günahları bağışlandığı için onun ibadette aşırıya gitmediğini, kendilerinin ise daha çok ibadet etmeleri gerektiğini düşünmüş, biri hayatı boyunca bütün gece namaz kılacağını, diğeri her gün oruç tutacağını, bir diğeri de ibadetini kesintiye uğratmamak için evlenmeyeceğini söylemişti. Resûl-i Ekrem onlara Allah’tan en çok korkan ve O’na en üstün saygıyı besleyenin kendisi olduğunu, bununla beraber bazan oruç tutup bazan tutmadığını, hem namaz kıldığını hem uyuduğunu, kadınlarla da evlendiğini söyleyerek verdikleri kararın yanlış olduğunu bildirmişti (Buhârî, “Nikâh”, 1). Genç sahâbî Abdullah b. Amr b. Âs’ı eşini bile ihmal edecek derecede ibadete düşkünlüğünden dolayı uyarmış, ona vücudunun, gözünün, ailesinin ve misafirlerinin de kendisi üzerinde hakkı olduğunu hatırlatarak bazan oruç tutup bazan tutmamasını, bazan namaz kılıp bazan uyumasını tavsiye etmişti (Buhârî, “Teheccüd”, 20; “Savm”, 54-59).
E) Eşleri ve Çocukları. Resûl-i Ekrem’in ikisi câriye (Mâriye ve Reyhâne) olmak üzere değişik zamanlarda on iki hanımı oldu. Hatice, Zeyneb ve Reyhâne kendisinden önce vefat etti. Hz. Hatice, Resûlullah’ın ilk eşi ve İbrâhim dışındaki bütün çocuklarının annesidir. Resûlullah’a ilk inanan kadın olması ve İslâmiyet uğrunda bütün servetini ortaya koyarak Allah’ın elçisini desteklemesi onun en önde gelen özellikleridir. Hatice’nin vefatından sonra Hz. Peygamber ilk müslümanlardan beş çocuk annesi Sevde bint Zem‘a ile evlendi ve üç yıl boyunca sadece onunla evli kaldı. Sevde Resûl-i Ekrem’den beş hadis rivayet etmiştir. Resûlullah’ın bâkire olarak aldığı tek eşi hicretin 2. yılında evlendiği Hz. Âişe’dir. Âişe, ensâb ilmini ve Arap edebiyatını iyi bilen Hz. Ebû Bekir’in kızı olarak ilim ve kültür atmosferinde yetişti, müminlerin anneleri sayılan Peygamber eşleri arasında onun özel hayatının bilinmesine en büyük katkıyı sağladı ve en çok hadis rivayet eden yedi sahâbî arasında yer aldı. Resûl-i Ekrem, hicretin 3. yılında (625) Hz. Ömer’in yirmi yaşında dul kalan kızı Hafsa ile evlendi. Hafsa Resûl-i Ekrem’den altmış hadis rivayet etmiştir. Hz. Peygamber aynı yıl Zeyneb bint Huzeyme ile evlendi. Üç (veya sekiz) ay sonra vefat eden Zeyneb hadis rivayet etmemiştir. Ertesi yıl Habeşistan muhacirlerinden yaşlıca bir hanım olan Ümmü Seleme’yi nikâhladı. İlim bakımından Hz. Âişe’den sonra gelen ve hanımlarından en son vefat eden Ümmü Seleme 378 hadis rivayet etmiştir. Resûl-i Ekrem, hicretin 5. yılında (627) yapılan Benî Mustalik Gazvesi’nde esir düşen ve savaşta kocası ölen Cüveyriye bint Hâris’in fidyesini ödedikten sonra ona evlenme teklif etti ve kabilelerine mensup bir hanımın Resûlullah ile evlenmesi onların İslâmiyet’i benimsemesini sağladı. Cüveyriye yedi hadis rivayet etmiştir. Hz. Peygamber aynı yıl, kocası Zeyd b. Hârise’den boşanan halasının kızı Zeyneb bint Cahş ile, “Onu sana nikâhladık” âyetinin (el-Ahzâb 33/37) işaretiyle evlendi. Zeyneb yirmi hadis rivayet etmiştir. Resûl-i Ekrem’in, Benî Kureyza Gazvesi’nde (Zilhicce 5 / Mayıs 627) esir alınanlar arasında bulunan Reyhâne bint Şem‘ûn’u câriye edindiği rivayeti yanında kendisini âzat edip nikâhladığı da kaydedilmektedir. Hicretin 7. yılında (628), ilk müslümanlardan olup kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret eden, kocası orada hıristiyan olunca gurbet elde kalan, Kureyş kabilesinin reisi Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe ile evlendi. O da Hz. Peygamber’den altmış beş hadis rivayet etmiştir. Resûl-i Ekrem, daha sonra Hayber Gazvesi’nde esir alınan ve ikinci eşi bu savaşta ölen Safiyye bint Huyeyy’i nikâhı altına aldı. Safiyye on hadis rivayet etmiştir. Aynı yıl, başından iki evlilik geçen Meymûne bint Hâris ile evlendi. Meymûne yetmiş altı hadis rivayet etmiştir. Resûlullah vefat ettiğinde geride dokuz eşi kalmıştır (Nevevî, s. 33). Onun nişanlanıp nikâh kıymaktan vazgeçtiği ve nikâhladığı halde bazı sebeplerle beraber olamadığı bazı hanımlarla ilgili rivayetler de nakledilmektedir (Abdülmü’min b. Halef ed-Dimyâtî, s. 89-120; Zehebî, II, 253-261; ayrıca bk. ÜMMEHÂTÜ’l-MÜ’MİNÎN).
Hayatının yaklaşık son on yılına kadar tek evli olarak yaşayan Hz. Peygamber’in bundan sonraki evliliklerinin her biri özel sebeplere dayanmaktadır. Bunları başlıca dört noktada toplamak mümkündür. 1. Dine son derece bağlı bazı müslüman hanımları kocaları ölüp dul kalmaları üzerine himaye etmek. 2. Araplar arasında evlilik konusunda yerleşmiş yanlış bazı âdetleri fiilî örnekle değiştirmek. 3. Bir kabileden veya aileden kız alarak bu yolla İslâm toplumunun kaynaşıp bütünleşmesini sağlamak. 4. Kadınları ilgilendiren bazı özel bilgileri hanımları vasıtasıyla diğer müslüman hanımlara öğretmek (geniş bilgi için bk. ÇOK EVLİLİK).
Hz. Peygamber’in dördü erkek, dördü kız olmak üzere sekiz çocuğu olmuş, oğullarının sayısının üç olduğu da söylenmiştir. Peygamberlikten önce doğan ve kendisinin Ebü’l-Kasım künyesiyle anılmasına sebep olan ilk oğlu ve ilk ölen çocuğu Kasım’ın ne kadar yaşadığı konusunda ihtilâf vardır (DİA, XXIV, 538). Onun ardından sırasıyla Zeyneb, Rukıyye, Ümmü Külsûm ve Fâtıma doğdu. Oğulları Tayyib ile Tâhir peygamberlikten önce vefat etti. Tayyib ile Tâhir’in iki ayrı çocuk değil Abdullah adlı bir oğlunun lakapları olduğu da rivayet edilmiştir (Belâzürî, I, 405; İbn Abdülber, IV, 1819; Nevevî, s. 28; Mizzî, I, 191). Câriyesi Mâriye’den 8. yılda (630) doğan oğlu İbrâhim on sekiz ay yaşadıktan sonra öldü. Resûl-i Ekrem’in soyu, kendisinden altı ay kadar sonra vefat eden küçük kızı Fâtıma’dan olma torunlarıyla devam etmiştir.