Başımız belâda, hem de çok fena
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın belirlediği gündemlerin peşine takılıp taraf olmak ve tavır koymak, emek vermeden günü tüketmek için ideal. Misal: Yargı kime bağlı, ne kadar bağımsız? Bu sun’i gündemlere takılıp ahlakî bir duruş, demokrasi ve hukuktan yana bir tavır sergilemek yeterli olmamalı. Fotoğrafın bütününü gözden kaçırıyoruz. Bu sun’î gündemlerin ülke olarak sıkıştığımız darboğazdaki yerini ve anlamını çoğu zaman dikkate almıyoruz. Nedensel analizlerin, soğukkanlı öngörülerin pencereleri hep kapalı duruyor.
Önce sebep-sonuç ilişkilerine odaklanıp, sadece iktidarın değil topyekûn Türkiye’nin başının çok fena belâda olduğunu fark etmeli, sonra da çare aramaya girişmeliyiz. Zarrab olayı, iktidar üzerinden Türkiye’nin elini kolunu bağlayan bir rehin alınma olayına dönüştü. ABD’li askerlerin Suriye’de YPG kokartı ile dolaşmaları, Putin’in leş kokusu almış akbaba gibi birden iştahlı mesajlar vermeye girişmesi, PKK’nın sıkışıp kaldığı meskûn mahal çatışmalarını inatla sürdürmesi, Suriye’de her şeyin birden tükenmesi bu rehin durumuyla ilgili.
İktidarın kapattığı 17/25 Aralık dosyası, New York’ta eksiksiz bir içerikle yeniden açılıyor. Tablo netleşiyor. Reza Zarrab’ın tıpkı Zencanî gibi İran’da Devrim Muhafızları’nın, ambargoyu aşmak ve petrolü pazarlamak için geliştirdikleri bir proje adam olduğu, yeteri kadar anlaşılmış olmalı. Etrafa para saçarak devletin zirvesine sıçrayan bu proje, belli ki birçok muktedir politikacıyı yoldan çıkartmış. Sadece dağıtılan rüşvetler değil, Amerikalı savcının asıl tutuklama gerekçesini oluşturan ambargoyu delme suçları da bu muktedir politikacıların dahil olduğu geniş-kirli ilişkiler ağı içinde gerçekleşmiş. İran işini bitirmiş kenarda, Zarrab ve onunla ilişkili kim varsa kafesin içinde.
17/25 Aralık soruşturmalarının konusu, Zarrab’ın merkezde yer aldığı işte bu kirli ilişkiler ağı idi. İktidarın kapattığı dosyalar, -bu dosyaları kapatmak için işlenen suçlar da dahil- New York’ta bütün dünyanın huzurunda tiyatro sahnesindeki gibi, sarsıcı şoklar eşliğinde sergilenecek. Türkiye’de herkesin bildiği ama hiçbir şey yapamadığı kirli çamaşır sandığının içindekiler tek tek projektörler altında incelenecek.
Daha kötüsünün işaretleri, Amerikalı savcının kefalet başvurusuna verdiği karşılıkta var. Amerikalılar, Türkiye’de rüşvet vererek cezaevinden çıkan, bunun için siyasetçilerin savcıları, polisleri görevden alıp hapse attığı bir davanın sanığı olarak ilan ediyor Zarrab’ı. Şöyle diyorlar: “Ne ülke ama? Bir suçluyu serbest bırakmak için savcılar, yargıçlar ve polisler hapiste yatıyor.”
Kirli çamaşırlar ortalığa bu kadar döküldükten sonra, iktidarın tek seçeneği var: İçerde daha da zorbalaşan bir yönetime dönüşmek, dışarda ise ulusal çıkarlardan yüklüce tavizler vererek “Beni muhatap alın” mesajları üretmek.
Normal şartlar altında Başbakan Yardımcısı bir pot kırıp, “Yargı Cumhurbaşkanı’na bağlı” dediği zaman, Cumhurbaşkanı’nın “Estağfurullah, ne demek efendim, yargı bağımsızdır, Türkiye bir hukuk devletidir.” demesi gerekirdi. Bu söz hem makamının hem de Türkiye’nin prestijini artırırdı. Peki, neden “Ben yargının da cumhurbaşkanıyım.” diyerek, bu acemi pasla gol atmaya çalışıyor?
MGK, yargının tekelinde olan bir konuda durup dururken, kime ne mesajı veriyor? “Pilotun hatası” lafı, “sınır ihlali yapan Rus pilotun hatası” anlamına geliyorsa, o zaman Cumhurbaşkanı, Rusya’ya yumuşama mesajı vermiyor, kavga arıyor demektir. Hangisi doğru? Yüksek yargı temsilcilerinin Cumhurbaşkanı ile uyumlu hallerini, yine getirip şu 17/25 Aralık’a bağlayıp, yargı erkinin New York’ta yürütülen soruşturma karşısında millî çıkarlarımızı koruma refleksi olarak yorumlayabilirsiniz.
Hepsi başımızın belâda olduğunu gösteren fena işaretler. Türkiye’nin kurtuluşu yok, ama belki iktidar daha da zorbalaşarak paçayı sıyırabilir. Bunun için zorbalığın daha çıplak, onun için de yargının daha bağımlı olması lâzım. Belâdan kurtuluş yok mu?