« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

07 Haz

2016

Furkan'ın kanlı gömleği

KENAN ÇAMURCU 01 Ocak 1970

Washington'ın, Riyad'ı 11 Eylül saldırılarındaki rolünü kanıtlayan gizli belgeleri ifşa etmekle, Ankara'yı ise Rıza Zerrab dosyasını AKP iktidarıyla ilişkilendirmekle tehdit ettiği açık. Ortadoğu barışı dendiğinde eskiden Filistin-İsrail uzlaşması anlaşılırdı. Şimdi ilk akla gelen, Riyad-Ankara ittifakının bölge barışına oluşturduğu tehdidin bertaraf edilmesi oluyor. Yoksa daha dün Suriye'de hükümet devirme ameliyatında omuz omuza verilmiş batı başkentleri, neden durup dururken Ankara'ya dirsek çevirsin. Hatta onunla da yetinmeyip Türkiye'yi her bakımdan köşeye sıkıştırsın.

Ankara, Riyad'la bir olup Esad'a hükümet darbesiyle üç ayda rejim değiştirmeyi umarken eldekileri de yitirmenin hayal kırıklığı içinde. Ayrıca başarısızlığın yolaçtığı ağır aktüel sonuçların da ziyadesiyle farkında. Telafi için geniş viraja girmeye niyetleniyor ama Suudilerle ittifakından da bir çırpıda vazgeçemiyor. Çünkü bu ittifakın dallanıp budaklandığı konu başlığı epey fazla. Hele ki Selman-Netanyahu kader birliğinin, İran'la nükleer anlaşmanın bölgesel barışa etkilerini engellemek için giriştiği sabotajlara iştirak ihtimali, tepemizde kara bulut.

Dolayısıyla şu günlerde sıkça işittiğimiz Ankara-Tel Aviv yakınlaşması, aslında Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi demek değil. Selman-Netanyahu kafadarların barışa balta vurma komplosuna katılma seçeneği. Selman ve Netanyahu'nun, İran'la nükleer anlaşmanın bölgeye barış getirmemesi için canını dişine takmasından Türkiye nasıl bir menfaat elde edebilir? Ankara'nın bu fesat potasında işi ne?

Düşünün, Saddam'ın artığı baasçılarla birlikte Irak'ta tekfirci terör örgütlerinin onlarca eyleminin emrini verdiği mahkemece kanıtlanmış Tarık Haşimi İstanbul'da barınıyor. Haşimi, çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu yargıç heyeti tarafından mahkum edilip hakkında kırmızı bülten çıkarılmış biri. Yani Türkiye, onlarca terör eyleminin talimatını vermekten mahkum olmuş faili kolluyor, saklıyor. Terörden en çok şikayet ederken hem de. Haşimi'nin, Musul'un IŞİD'e teslim edilmesi komplosunda rol aldığı batı medyasında da, Ortadoğu medyasında da defalarca yazıldı.

Ankara, Suudilerin Yemen'deki katliamlarına, Bahreyn rejiminin demokrasi taleplerini kanla bastırmasına ağzını açıp tek kelime edemiyor. Suud rejiminin, hayli itibarlı ve tanınmış Şii dinadamı Şeyh Nimr'i uydurma bahaneyle idam etmesine bile “ülkenin iç işi” diyebildi. Örnek çok.

Bütün bu vakalar yüzünden Rusya'dan ABD'ye, Avrupa'dan İran, Irak ve Suriye'ye kadar bircok başkent Türkiye'yi barış karşıtı cephede konumlandırıyor. Oradan ayrılması için tam saha pres uyguluyor. Ankara'nın şu anki fotoğrafı, duvara dayanma hali. Belli ki Ankara'daki yetkililer şimdilik zaman satın almaya çalışıyor ve koşulların en uygun olduğu sırada Suudilerle ittifakı gevşetip etkisizleştirecekler. Lakin bu aşamaya geçmeye vakit kalıp kalmayacağı belli değil. Uluslararası toplumun terörle mücadele iradesine katılmanın zevahiri kurtarmak şeklinde algılandığı açık.

Türkiye'nin özellikle Suriye ile bağlantılı olarak uluslararası toplumun terörle mücadele iradesine katılması inandırıcı bulunmasa da kaçınılmaz sonuçlar doğurdu. Mesela Ankara, bu kapsamda BM onaylı terörist listesini uygulamaya sokmak zorunda kaldı. Listede Suriye İhvanından isimler de, Hamasçılar da, IHH yöneticileri de vardı. IHH'nın 20 yıldır başkanlık koltuğundaki gedikli yöneticisi, “Bürokrat hatası, düzeltilecek” diyerek kendisine bu suçlamayı kondurmamakla birlikte kardeş STK'ları yanına alıp basın toplantısı düzenlemeyi de ihmal etmedi. Basın toplantısı, Davutoğlu'nun çevresinde toplaşmış grupçukların Erdoğan'a uyarısıydı tabii ki. Aynı grupçuklar 29 Mayıs 2016 günü de İstanbul'da İstiklal caddesinde “biz kaç kişiyiz” tadında Filistin konulu yürüyüş yaptı. 2011'de Mavi Marmara'nın dümenini Suriye'ye kırdıktan bu yana, beş senedir Gazze akıllarının ucundan geçmeyenlerin bu hamlesi, “cumhuriyet mitingi” ruhuyla Erdoğan'a karşı bir tür dikkat çekme işiydi. Davutoğlu sonrasında tasfiye ve hesap sormanın nerelere varacağını kestiremeyenlerin telaş hali yani.

Tekfirci terörizmin Suriye'ye saldırısında Türkiye'den kimlerin rol ve yer aldığı konusunda Ankara'nın çok uzun olmayan bir vadede bağırsak temizlemek zorunda kalacağına hiç kuşku yok. Bu mecburiyet de Erdoğan'ın omuzlarında olacak. Keza Mavi Marmara dosyası da öylece kapatılacak gibi gözükmüyor. Mavi Marmara gemisinde heyecanına hakim olamayan insanların ağır silahlı İsrail komandolarının karşısına çıkarılıp bile göre katledilmelerine sebep olunmasının mahkemeye taşınacağı besbelli. İsrail askerleri gemiye baskın yaptığında televizyonda canlı yayında panik halinde “Hani bize dokunulmayacaktı, söz verilmişti” diye bas bas bağıran IHH'nın başı o sözü kimden aldığını ya mahkemede ya da şartlar sıkıştırdığında mahkemeye de kalmadan açıklayacaktır. Nitekim bir iki sene önce Aydınlık gazetesinden röportaj talebinde bulunarak bazı konularda kendisi konuşmak istemedi mi? “Mavi Marmara'yla Gazze'ye gitmeyi Erbakan hoca tavsiye etti” deyip cevap hakkı olmayan rahmetli Erbakan'ın adını kullanmak da çare ve çözüm değil. Yahut Erbakan'ın tartışmasız meşruiyetiyle duş alıp aklanıp paklanmak da.

Mavi Marmara'da İsraillilerin 10 Türkiye vatandaşını katletmesinin tüm günahını Tel Aviv'e yıkıp dosyanın kapatılması hakkaniyete uygun değil. Onları şehitlikle taltif etme edebiyatının o kadar köpürtülmesinin aslında meselenin örtbas edilmesiyle alakalı olduğunu ortalama zekanın altındakiler bile anlayabilir. Allah katındaki makamlarının, o insanların öldürülmesine hangi kusurun yolaçtığı soruşturmasının karşısına neden çıkarıldığını soranlar haklı. Silahsız gencecik Furkan'ın, ağır teçhizatlı İsrail komandosu tarafından alnının ortasından vurulmasıyla sonuçlanan maceranın hesabı kimseye sorulmayacak mı? Aslında bu maceranın hesabını vermesi gerekirken Furkan'ın kanını bayraklaştırıp muhtelif promosyonlara malzeme yapanlar hicap duymadan ortada dolaşacak mı?

2011 kavşağında Suriye'de hükümet darbesi tertibi ve Arap baharı aldatmacasının turnusol testinde maskeleri düşen siyaseten ve itikaden müflis çıkar gruplarının Furkan'ın kanlı gömleğini tepe tepe kullanmasının sonuçları tabii ki olacak. Olmalı da.

Mavi Marmara'da hayatını kaybeden “en genç şehid” ünvanlı Furkan Doğan'ın kanlı gömleği hâlâ Mavi Marmara rantiyesinin en kârlı ürünü. Fakat “İslami hareketin öncüsü” diye tanıtılan birisinin o gömleği yalan dolanla dolu bir kitaba dönüştürmesi tam tüy dikmiş olmalı ki, Doğan ailesi resmi tebligatla bu sahtekarlığın durdurulmasını istedi. Tebligatta şöyle deniyor:

Sayın muhatap, “Mavi Kırmızı, Bir Şehide Şahitliğim” isimli kitabınızda (...) uydurma hikayeler anlatmaktasınız. Adı geçen kitap baskıya verilmeden önce taslak olarak müvekkilimin ailesine (...) gönderilmiş, müvekkilimin ailesi taslağı inceledikten sonra sizinle irtibata geçerek kitapta hikayesi anlatılan evlatları Furkan Doğan'a dair anıların ya tamamen gerçek dışı, ya abartılmış, ya kendinizi övme vesilesi kılınmış, ya da Furkan Doğan'ın arkadaşlarını tahkir eder nitelikte olduğu vb. gerekçelerle bu kitabı basmamanız gerektiği uygun bir lisanla tarafınıza iletilmiştir. (...) söz verildiği halde sözünüzde durmayarak kitabın basımını yaptığınızı müvekkillerim öğrenmiştir. (...) Kitaplar basıldıktan sonra da (...) kitapların dağıtımının yapılmayacağı konusunda söz vermiş ama bir kez daha sözünüzde durmamıştınız. Furkan Doğan'ın hayatına dair kitapta işlenen uydurma ve çarpıtma hikayeleri Türkiye'nin ve dünyanın birçok şehrinde (...) anlatmaya devam ediyorsunuz.


Selefi muhafazakarlığın sefaletinin örneklerinden biri bu. Selefi temellere oturan ve muhafazakar iktidarın gücünden nemalanan siyasal Sünniliğin kişi ve gruplarının neden Türkiye'de hayra vesile olamadığını güç, iktidar, şöhret, makam mevki hırsıyla yolaçtıkları fenalıklarda aramak gerek. Dünya savaşında girişilen maceralarda yaşanan bozgunla Anadolu'ya sıkışma faciasını bu memlekete ikinci kez yaşatan stratejik derinliğin diyalektik idealizmine mürit grupçuklar bunlar. Türkiye'yi bölgede ve dünyada, İslam'ı da Türkiye'de “mehcur” bırakmaktan mesuller. Tıpkı Peygamber'in feryadında geçtiği gibi: “Allahım, kavmim bu Kur'an'ı mehcur/terkedilmiş hale getirdi.” (Furkan suresi 30. ayet)

Genç Furkan'ın kanının başka amaçlar için kullanılması tipik bir “Osman'ın kanlı gömleği” vakası. Üçüncü halife Osman b. Affan, ayaklanma sonucu öldürüldüğünde Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye'nin, Müminlerin Emiri Ali'ye karşı iç savaş girişimini meşrulaştırmak için Şam'da sergilediği kanlı gömlek.

Üçüncü halife Osman b. Affan'ın akraba kayırmacılığı, Hazret-i Peygamber'e her türlü kötülüğü yapan düşman akrabalarıyla gerçekleştirdiği kadrolaşma, yolsuzluk vs. vakaları yüzünden isyanla karşı karşıya kalması İslam tarihinin trajik olaylarındandır. Hazret-i Ali, hayatı boyunca böyle bir bölünme ve toplumsal patlama yaşanmasın diye çok çaba sarfetti. Hz. Peygamber'in (s) Gadir Hum mevkiinde onu kendisinden sonra ümmetin lideri olarak ilan ettiği vasiyetin tutulmaması karşısında kılıcına sarılan sahabeleri de bu sebeple sakinleştirmişti. Osman b. Affan'ın vahim icraatlarına ve onu ağır biçimde tenkit etmesine rağmen Mısır, Basra ve Kufe'den hoşnutsuz Müslümanlar Medine'ye gelip Osman'ın suyunu bile kestiklerinde Ali, kuşatmayı yararak hem su gönderdi, hem de oğulları Hasan ve Hüseyin ile hizmetlisi Kanber'i Osman'a yakın koruma olarak görevlendirdi.

Osman b. Affan, yönetime kendi akrabalarını doldurmuş olmasına karşın isyan gününde (miladi 656) aşireti Ümeyyeoğullarından bir tek kişi bile yanında değildi. Hal böyleyken Osman katledildiğinde Ümeyyeoğulları ve onların lideri Muaviye, Osman'ın kanını ümmeti paramparça etmenin bahanesi yaptı. “Osman'ın kanlı gömleği” işte o zamandan kalma bir tabir. Şer ve fesat niyetin kamufle edildiği sözde haklılık dayanağı. Türkiye'deki selefi ve muhafazakar muhitin Muaviye'den miras din kültürü.

Konunun biraz dışına çıkma pahasına, burada bir parantez açarak araştırmacıların merakına hitap edecek bir tarihsel tartışmayı aktarmakta yarar var. Üçüncü halife Osman b. Affan, Hazret-i Peygamber'in (s) damadı mıydı? Damadı idiyse neden isyan sırasında ve sonrasında Peygamber'in (s) damadına hürmetsizlikten kimse hiç bahsetmedi? Hatta acaba Hazret-i Peygamber'in kızı olduğu iddia edilen Rukiye ve Ümmü Gülsüm, Hazret-i Hatice ve Allah Rasülü'nün (s) öz kızları mıydı?

Osman b. Affan popüler Sünni kültürde “zinnureyn” sıfatıyla anılır. Yani “iki nur sahibi”. Buradaki “iki nur”dan kasıt, onun Hz. Peygamber'in (s) iki kızıyla (Rukiye ve Ümmü Gülsüm) ardarda evlendiği iddiasıdır. Önce Rukiye ile, o ölünce Ümmü Gülsüm'le. Osman b. Affan'ın Hz. Peygamber'in (s) damadı olduğu ve sırasıyla iki kızıyla evlendiği iddiası Osman için bir fazilet olarak vurgulanır.

Bazı Şii âlimler, Osman'ın evlendiği Rukiye ve Ümmü Gülsüm'ün Hz. Peygamber (s) ve Hazret-i Hatice'nin öz kızı değil, onların evinde büyümüş kızlar olduğunu öne sürer. İlmî araştırmalar yayınlamasıyla meşhur Tebyan internet sitesinde “Peygamber'in (s) iki kızının Osman'la evlendiği doğru mu?” (http://www.tebyan.net/newindex.aspx?pid=934&articleID=791370) başlıklı makalede mesele etraflıca ele alınıyor ve Osman'ın Rasulullah'ın (s) damadı olmadığı öne sürülüyor. Şeyh Necah el-Tai'nin “İzdivacu'n-Nebi ve Benatuhu” kitabı ile Seyyid Cafer Murtaza'nın “el-Sahih min Sireti'n-Nebiyyi'l-A'zam” kitabından bu görüşün delilleri aktarılıyor. Bu görüşe göre bazı Şii muhakkikler, Rukiye ve Ümmü Gülsüm'ün Hazret-i Hatice'nin kızkardeşinin kızı (yeğeni) olduğunu ve Hazret-i Peygamber'in evinde büyüdükleri için kızı gibi kabul edildiğini savunuyor. Makalede üzerinde durulan noktalar özetle şöyle:

Hazret-i Peygamber'in sireti incelendiğinde tüm rivayetlerde Sıddika-i Tahire Hazret-i Fatıma ile olan yakın ve samimi ilişkisi anlatılır. Hangi seyahate çıksa vedalaştığı son kişi hep Hazret-i Fatıma'ydı. Yolculuktan döndüğünde de ilk yaptığı yine Fatıma'yı görmekti. Bu nedenle Şii ve Sünni ulema Hazret-i Fatıma'nın lakabının “babasının annesi (ümmü ebiha)” olduğunu belirtir. İbn Hacer Askalani Tehzib ve'l-İsabe'de, Zehebi Seyru A'lami'n-Nubela ve el-Kaşif'inde, İbnu'l-Esir Üsdu'l-Gabe'de, İbn Abdilber el-İstiab'da bundan bahseder. Halbuki Hazret-i Peygamber'in aynı şekilde Rukiye ve Ümmü Gülsüm'ün evine uğradığına dair ne Sünni, ne Şii hadis kitaplarında zayıf rivayet dahi yoktur. Rukiye ve Ümmü Gülsüm de Peygamber'in kızı ve Hazret-i Hatice'nin yadigarı iseler ne Mekke'de, ne de Medine'de neden onlarla yakın ilişkisine dair hiçbir bilgi yoktur?

Müşrikler Mekke'de Hazret-i Peygamber Kabe'de namaz kılarken üstüne hayvan işkembesi boşaltarak eziyet ettiklerinde (olayı bizzat gören İbn Mesud'dan Sahih-i Buhari ve Müslim'de aktarılan rivayete göre) yardıma koşan Fatıma'ydı. Yine Rukiye ve Ümmü Gülsüm'den hiçbir iz yoktur. İbn Mesud şöyle diyor: “Bir köşede olayı izliyordum. Peygamber secdedeydi, başını kaldırmıyordu. İşkembeyi Hazret'in omuzlarından almaya cesaret edemedim. Nihayet Fatıma koştu geldi, işkembeyi babasının omuzlarından alıp attı ve bunu yapanları azarladı.

Peygamber Uhud savaşında yaralandığında yaralarını tedavi eden sadece Fatıma'ydı. Rukiye ve Ümmü Gülsüm de kızlarıysa neden onların da babalarının yaralarını tedavi ettiğine ilişkin bir tek rivayet yoktur?

Hazret-i Peygamber'in Hıristiyan din adamlarıyla lanetleştiği meşhur mübahele olayında her iki taraf da birinci derecede ailesini seçti. Peygamber (s) neden ayette (Âl-i İmrân 61) çağrılması emredilen “kadınlar (nisa)” arasından sadece Fatıma'yı seçti? Ayette “kadınlarınız” Peygamber'in kızlarını da kapsadığı halde neden sadece Fatıma'yı yanına aldı da, diğer kızlarını almadı?

Amir b. Saad b. Ebi Vakkas, babasından şöyle naklediyor: Muaviye, Saad'a “Ebu Turab'a (Ali b. Ebi Talib) sövmene mani nedir?” diye sordu. Saad cevap verdi: Üç sebeple hatırı var. Bu şeyler yüzünden ona hiç sövmeyeceğim. Birincisi, mübahele ayeti (Âl-i İmrân 61) nazil olduğunda Allah Rasülü Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i çağırdı ve “Allahım, bunlar benim ailemdir” dedi...

Bir diğer önemli konu da, Peygamber'in kızı olduğu iddia edilen Rukiye ve Ümmü Gülsüm'e Medine'de muhacir ve ensardan hiçkimsenin talip olmamasıdır. Bu yönde hiçbir kayıt yoktur. Oysa Peygamber'in kızıyla evlenme onuruna nail olabilmek için muhacir ve ensar adeta yarışmış, bu nedenle Fatıma'yı isteyenlerin ardı arkası kesilmemiştir.

Buhari'nin bir rivayetine göre Ali b. Ebi Talib Fatıma'yla evliyken Ebu Cehil'in kızını istedi. İddiaya göre Fatıma buna çok kızdı ve Peygamber'e şikayet etti. İslam Peygamberi düşmanın kızıyla evlenebilmesi için Fatıma'yı boşamasını istedi. Çünkü Peygamber'in kızıyla düşmanın kızını aynı anda nikah altında tutmak haramdı. Aslında bu rivayet sahih değildir, böyle bir olay yaşanmamıştır. Fakat ilginç olan, Osman, genel kabule göre Peygamber'in kızıyla evliyken Allah düşmanının kızıyla evlenmesine, hem de bunu birkaç kez yapmasına rağmen Peygamber'den hiçbir tepki nakledilmemiş olmasıdır. Halbuki Osman, Rukiye ile evliyken azılı İslam düşmanlarından Şeybe b. Rebia'nın kızı Remle'yle evlendi ve onunla Medine'ye geldi. Soru şudur: Peygamber'in kızıyla düşmanın kızını aynı anda nikah altında tutmak haramsa ve Osman da Ali gibi Peygamber'in damadıysa Peygamber'den (s) neden Osman'a da tepki rivayet edilmemiştir?

Buhari rivayetine göre birisi Abdullah b. Ömer'in yanına geldi. Maksadı onun Osman ve Ali hakkındaki görüşünü öğrenmekti. İbn Ömer, Osman ve Ali'yi mukayese etmeye başladı: “Allah onun [Osman'ın] günahını [Uhud savaşından kaçması] affetti. Fakat siz onu affetmeye yanaşmıyorsunuz [Osman'a isyanı kastederek]. Ali'ye gelince, o, Peygamber'in amcasının oğlu ve damadıdır.” İbn Ömer'in Osman'dan sadece Uhud savaşından kaçmakla işlediği günahın affedildiğini söyleyerek bahsettiğine dikkat edilmeli. Damadı olduğunu konu etmemiş, bağışlanması için en önemli nokta olarak Uhud savaşından kaçanların Allah tarafından bağışlandığı gerekçesini göstermiştir. Ama Ali'den bahsederken damadı olduğunu özellikle vurgulamıştır. Osman Peygamber'in damadı olsaydı İbn Ömer ve başkaları isyan sırasında Osman'ı bu önemli özelliğiyle mutlaka savunurlardı.

Hz. Fatıma, babasının vefatından sonra babasından miras Fedek arsasına el konmasına tepki gösterirken mescidde bir hutbe irad etti. Ehl-i Sünnet kaynakları bu hutbeyi nakleder. Hutbede şöyle dedi: “Ben Fatıma'yım. Babam Muhammed. Benim babam başka hiçbir kadının babası değildir.” O sırada onu dinleyen Osman ve diğer sahabeler (özellikle de Ali ve Fatıma'ya karşı olanlar), Osman eğer Peygamber'in damadı olsaydı ona itiraz eder ve Rukiye ve Ümmü Gülsüm'ün de Peygamber'in kızı olduğunu söylerdi. Kimse çıkıp böyle bir şey söylemedi.

İbnu'l-Dımeşki ve Muhibbuddin Taberi şöyle yazar: Allah Rasülü Ali'ye buyurdu ki, “Ey Ali, Allah Teala'nın sana bahşettiği üç lütuf hiç kimsede, hatta bende bile yok. Biri, benim gibi bir babanın kızıyla evli olman. İkincisi, sana pâk, doğru sözlü ve inci tanesi bir eşle merhamet etmesi. Üçüncüsü, Hasan ve Hüseyin'e sahip olman. Ben sizdenim, siz de bendensiniz.” Rivayette Hz. Peygamber, Ali'den başka hiç kimsenin kızının kocası olmadığını ve başka bir kızı bulunmadığını net biçimde söylemiştir.

Osman b. Affan'a isyan eden sahabeler ve çeşitli bölgelerden Müslümanlar, onu, Peygamber'in hürmet edilmesi gereken damadı görseydi bu mutlaka rivayetlerde yer alırdı. Ayrıca Osman'ın kendi aşireti Ümeyyeoğullarının elinde böyle bir dayanak olsaydı bunu sonuna kadar kullanırlardı.

İsyan sırasında Osman b. Affan'ın katledilmesine hiçbir şekilde engel olmayan Ümeyyeoğullarının başı Muaviye b. Ebu Süfyan, olaydan sonra Müslümanlar Hz. Ali'yi lider olarak seçince, Medine'den kendisine gönderilen Osman'ın kanlı gömleğini bayraklaştırdı ve sözde Osman'ın kanının hesabını Ali'den sormayı bahane ederek isyan örgütlemeye çalıştı.

Osman öldürüldüğünde yönetime doldurduğu Ümeyyeoğullarından önde gelen isimler Şam'a Muaviye'nin yanına kaçtı. Bunların başında da ünlü müşrik düşman Mugire b. Şube vardı. Muaviye, Osman'ı isyancılardan korumaya çalışan Ali'yi, Amr b. As'ın önerisiyle Osman'ın katili ilan etti ve Osman'ın kanlı gömleği ile eşi Naile'nin kesik parmağını Şam'da camiye astı.

“Osman'ın kanlı gömleği” işte böyle bir politik kültür. Mavi Marmara'da İsrail komandolarının silahsız ve savunmasız gencecik Furkan'ı acımasızca katletmesinden sorumluluk hissedip hesap vermesi gerekenlerin Furkan'ın kanlı gömleğini propaganda için kullanması nasıl bir kültürel kirlilikle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Şan şöhret için tevessül etmedik yöntem ve yapmadık iş bırakmayan nicesi var. Mesela Mavi Marmara'da durduğu yerde bacağını incitmiş, ortada Bedir gazisi gibi dolananlar mı istersin, gemiye bindi diye tüm hakikatlerin kendisine ayan olduğunu sananlar mı, onları böyle görenler mi. Neler neler. Gemiye binmiş olmayı âlim, stratejist, uzman, lider, önder, herşey olmak için yeterli gören bir kültürel çoraklık muhafazakarınki. En sıradan, en cahil, en kaba saba olanı dahi sırf gemiye binmiş olma imtiyazıyla şehir şehir gezdirilip çoluk çocuğa hitap ettiriliyor. Zifiri karanlık bir cehalet, şuursuzluk, akıl sır ermez fetret ahvali.

Bu diyarda pazu akıldan üstündür. Menkıbe ilmi döver. Yalan hakikati piyasadan kovar. Bedevilik medeniyeti gömer. Hileli terazi, bilhassa Selefi İhvancı muhafazakar muhitte baştacıdır. Tekfirci terörizmin muhibbi Selefi İhvancılığın neşvü nema bulmasına en münbit toksik toprağı ve en elverişli zehirli atmosferi sağlayan da muhafazakar iktidar.

Bir yalan tezvirata kanıp 2006'da Kabe'nin dibinde bu fakire beddua eden, kalp krizi geçirmemi de bedduasının tutmasına bağlayan Davutoğlu'nun müritleri. Madem nefesi o kadar kuvvetliydi, beddua silahının namlusunu neden benim gibi gariban bir mümine doğrultup da İslam düşmanı zalimlerden esirgediğini sormaya yeltensek, nafile. Stratejik derinlikçi aklın Ortadoğu sahasında icra ettiği dışpolitika zaten bundan ibaret değil mi? Hedef aldıkları sadece Müslümanlar. Düşmanlık eden gavurlarla bir sorunu yok. Müslümanlarla hesaplaşırken bile adını “aslında batılılarla hesaplaşıyoruz” koyan bir mankurtluk numunesi.

Furkan'ın kanlı gömleğini bayraklaştıranlar muhasebe ve muhakeme edilmekten kurtulamamalı. Mavi Marmara'yı tam teçhizatlı İsrailli komandoların üzerine gönderen kimlerdi? Neden tüm uyarılara rağmen savunmasız insanları ölümün gözbebeğine sürdüler? Yetmezmiş gibi ellerine geçirdiklerini silahlı askerlere fırlatıp veya onları yakalamaya falan çalışarak çatışma bahanesi verdiler?

1981'de suikastle katledilen İran cumhurbaşkanı Ali Recai'nin eşine ait Rajanews internet sitesi Erdoğan'a hitaben “Bahane yaratıp Suriye'ye savaş ilan edeceğine Mavi Marmara'nın hesabını sor” demişti. Sene 2012. (http://www.rajanews.com) Hem İsrail'den, hem de Mavi Marmara'yı ölümün üzerine sürenlerden hesap sorulmalı. Bilhassa da hicap duymaksızın Furkan'ın kanlı gömleğini ve diğer şehitlerin anısını tepe tepe kullananlardan.

Cevapsız ne çok soru var oysa:

İsrail'le anlaşınca yerel mahkemenin Mavi Marmara davasına bakma yetkisinin kalkacağını Haaretz 2013'te yazmıştı (Top Turkish Delegation Coming to Israel for Flotilla Compensation Talks). Neden IHH ve çevresindeki gurupçuklar o vakitler coşmayıp Filistin yürüyüşleri düzenlemedi?

Davutoğlu'nun sırdaşı Feridun Sinirlioğlu ta 2013'te “Mavi Marmara mağdurları istemese de İsraille anlaşacakları”nı söylediğinde Mavi Marmara rantiyesinden neden tek kelime çıkmadı? Mavi Marmara'ya katılanlar neden çelişmeyen öyküler anlatma çabasındaydı? Gördükleri, bildikleri hiçbir tuhaflığı neden anlatmadılar? Kim tenbihledi?

Eski İsrail büyükelçisi Oğuz Çelikkol, Mübarek'in ajanının Mavi Marmara'yı faciaya sürüklediğini iddia etmişti. Neden takip edilmedi?

Mavi Marmara katliamı vuku bulduğunda nedense hükümetten sadece Davutoğlu, alelacele “Onlara gitmeyin demiştik” çıkışı yaptı. IHH'nın 20 yıllık gedikli başkanı, “Hükümetten kimse bize tavsiyede bulunmadı” demişken Davutoğlu'nun bu beyanından sonra neden derin sessizliğe gömüldü?

Türkiye er ya da geç Mavi Marmara vakasının muhasebesini yapacak. Belki IHH'nın başına kayyım atandığını bile görürüz. Karanlıkta öyle çok şey var ki çünkü.

Ziyaret -> Toplam : 125,19 M - Bugn : 71684

ulkucudunya@ulkucudunya.com