« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

27 May

2008

Vak'a-i Hayriyye ve her olayın çözümünü tarihte aramak

SERKAN DELİCE 27 Mayıs 2008

Kürt sorununda çözümü Vak’a-i Hayriyye gibi büyük karşılaşmalarda aramak ve tahayyül ettiğimiz büyük rövanşın örneklerini resmi tarihten gelişigüzel çıkarmak yerine böyle bir tarih anlayışından ve devlet/ordu merkezli analizlerden olabildiğince kaçınmalıyız.

Bugün yaşadığımız siyasi ve toplumsal sorunları tarihten yardım alarak veya ona göndermeler yaparak aşmaya çalışmak bazen ciddi sıkıntılar yaratıyor. Bugünün dinamikleri hem geçmiş hem de onun belli bir şekilde düzenlenmiş, kurgulanmış şekli olarak düşünmemiz gereken tarih tarafından biçimlendirilir. Bu sebeple tarihe bugün içinde bulunduğumuz siyasi açmazları daha iyi anlamak ve bunların daha kolayca üstesinden gelmek için yaklaşırız. Bir bakıma tarihi bugün için, bugünün sorunlarını merkeze koyarak yapmaya, geçmişi seçici bir gözle okumaya çalışırız. Kaldı ki tarihçinin her eylemi, aslında hiçbir zaman tam anlamıyla yeniden inşa edilemeyecek bir geçmişin karmaşık bütünlüğünden kendi siyasi, akademik, bireysel dertleri için malzeme damıtmaktan ibarettir. Dolayısıyla tarih zannettiğimiz kadar nesnel bir araştırma alanı değildir ve olmamalıdır. Diğer taraftan tarihi, içinden bir takım basit formülleri rahatça devşirebileceğimiz ve bugüne tatbik edebileceğimiz bir “malzeme deposu” olarak görmemek gerekir. Öncelikle tarih, geçmişin belli bir şekilde seçilmiş, ayıklanmış, kurgulanmış bir özetidir. Bu özetin çıkarılmasında hâkim siyasi, ideolojik görüşler, tarihsel, toplumsal, dönüşümler ve bunlar karşısında tarihçinin duruşu son derece belirleyicidir. Bu yüzden tarihi bize verildiği gibi almamak, ona mutlaka eleştirel gözle bakmak, bugünden bağımsız, kendine özgü, içkin bir değeri olmasa da geçmişin karmaşık diline ve gerçekliğine bir nebze yaklaşabilmek için epey zaman ve emek sarf etmek gerekir.

Bunları Aytekin Yılmaz’ın 06.05.2008 tarihinde Radikal’de yayımladığı “Kürt sorunu neden çözülemiyor?” başlıklı yazısı vesilesiyle düşündüm. Yılmaz, Kürt sorununa dair çözüm önerileri ve paketlerin günü geçirmekten öteye gitmediğini, iktidarların bazı esaslı dönüşüm projelerini hiçbir zaman dikkate almadığını söylüyor. Haklı olarak, en büyük sıkıntının Kürt sorununa hala temelde ekonomik bir sorun olarak yaklaşma eğiliminden ve sorunu siyasi bir sorun olarak tanımlamama inadından kaynaklandığını vurgulayan Yılmaz, çözümün önündeki en büyük engel olarak gördüğü ordunun soruna salt militarist bakış açısıyla ve baskı politikasıyla yaklaştığını, AKP hükümetinin de orduyla tam bir ittifak halinde olduğunu ifade ediyor. Yılmaz’ın çözüm önerisi ise “Türkiye siyasetinde günümüz şartlarına uygun yeni bir Vak’a-i Hayriyye hareketinin” gerçekleştirilmesi ve böylelikle ordunun sivil siyasete müdahalesinin engellenmesi! Böylece bir umut ışığı olarak yeniden 1826 senesini, Osmanlı-Türk tarih yazımında “Vak’a-i Hayriyye” olarak bilinen, Yeniçeri Ocağı’nın lağvedildiği ve nihayet gerici, azgın ve zalim yeniçerilerin II. Mahmud ve yandaşları tarafından tasfiye edilebildiği, modernleşme ve reformlar önündeki en büyük engelin kaldırılabildiği “hayırlı olay”ı hatırlıyoruz.

Yılmaz’ın Kürt sorunundaki büyük kördüğümün çözülebilmesi için adeta son umut olarak ortaya attığı bu çözüm önerisi bize şunu öğretiyor: Günümüzün Kürt sorunu, Ermeni tehciri gibi hayati önem taşıyan siyasi sorunlarında bu türden yüzeysel bir tarih okuması ihtiyacımız olan son şeydir. Resmi tarih yazımının dayatmalarından henüz kurtulamamış, üzerinde ana hatlarıyla bile olsa mutabakata varılamamış ve varılamayacak olan hadiselere göndermeyle siyasi çözüm üretilmez. Siyaset mutlaka geçmişe duyarlı olmalı ama geçmişin hiç de nesnel olmayan bir tavırla yaratılmış bir konfigürasyonu (yapılandırması) olan tarih karşısında epey ihtiyatlı olmalı, çözümü mümkün olduğunca siyasi konjonktür içinden pragmatik ama indirgemeci olmayan ve yok saymayan bir tavırla çıkarmalıdır.

Öncelikle “Vak’a-i Hayriyye” hala büyük ölçüde tartışmalı bir hadisedir. Değerli Osmanlı tarihçisi Cemal Kafadar 1981 senesinde yazdığı ve yeniçeri-esnaf ilişkilerini incelediği tezinde, resmi tarihin ve onun temel dayanaklarından biri olan modernleşme paradigmasının yeniçerilere ve yeniçeri ayaklanmalarına dair ürettiği bilgiyi ciddi biçimde sorgulamıştır. Resmi tarih bize yeniçerileri yobaz, iflah olmak bilmeyen, mütemadiyen ulema ile işbirliği yaparak yeniliklerin, reformların önünü tıkayan, devlete kafa tutan, padişahları acımasızca katleden bir güruh olarak tanıtıyor. Yeniçerilerin yozlaşmışlığı paradigması, tarih yazımında bir taraftan klasik Osmanlı düzenini bir “altın çağ” olarak idealize ederken diğer taraftan da imparatorluğun tarihini 16.yüzyıldan itibaren bir gerileme tarihi olarak kurguluyor; bu gerilemenin başlıca müsebbiplerinden biri olarak yeniçerilere işaret ediyor; böylece imparatorluğun selameti ve modernleşmesi açısından Vak’a-i Hayriyye denilen büyük kıyımın nasıl kaçınılmaz ve meşru hale geldiğini gösteriyor. Oysa Kafadar’ın çalışması, yeniçeriler ile devlet arasındaki büyük gerilimin bir taassup ve reform çatışmasından ziyade yeniçerilerin sosyoekonomik çıkarlarıyla ilgili olduğunu, yeniçerilerin 17. ve 18.yüzyıllarda ticari alanda kazandıkları ayrıcalıkları ve sivil alandaki hareket özgürlüklerini gittikçe merkezileşen ve piyasa ilişkilerine egemen olmaya çalışan devlete kaptırmak istemediklerini ortaya çıkarmıştır. Yeniçeriler, Osmanlı bağlamında gerektiğinde son derece ceberrut hale gelebilen modern devletin toplumdan izole, dolayısıyla kolay gözetlenebilen ve disipline edilebilen askerlik tasavvuruna bu sebeple direniyorlardı.

Basit bir gönderme bile olsa Vak’a-i Hayriyye gibi korkunç bir hadisenin ne örnek gösterilecek ne de günümüz şartlarına uygun hale getirilebilecek bir tarafı vardır. Bu sözüm ona “hayırlı” olayda binlerce insan öldürülmüş, İstanbul’da kan gövdeyi götürmüş, bir o kadar insan şehirden sürülmüş, yeniçerilere öykünmek için vücutlarına yeniçeri ortalarının dövmelerini kazıtan ama aslında yeniçeri olmayan gençler bile yakalanıp cezalandırılmıştır. 1829 senesinde Londra’da yayımladığı iki ciltlik eserinde yeniçerilerin son dönemde ne kadar yozlaştığını tekrar eden İngiliz seyyah Charles Mac Farlane bile Vak’a-i Hayriyye’nin büyük bir katliam olduğunu ve hiçbir insanın bu olay karşısında merhametsiz ve duyarsız kalamayacağını yazmıştır. Dahası bu “hayırlı” hadisede sadece yeniçeri ocakları kapatılmamış, yeniçerilerle tarihsel olarak müttefik haline gelen Bektaşiler de bahsedilen kıyımdan payını almış, Bektaşi tekkelerinin çoğu kapatılmış, tahrip edilmiş veya diğer tarikatlara devredilmiş, bazı Bektaşi babaları idam edilmiştir. Dolayısıyla 17. ve 18. yüzyıllarda yeniçerilerin kahvehane, bekâr odaları ve Bektaşi tekkelerinde Bektaşilerle beraber yarattıkları özgün, heterodoks kültür de tasfiye edilmiştir. Reha Çamuroğlu 1991’de yayımladığı “Yeniçerilerin Bektaşiliği ve Vak’a-i Şerriye” adlı kitabında bu verilerden yola çıkarak Vak’a-i Hayriyye’nin zannettiğimiz gibi sadece, siyasete yerli yersiz müdahale eden bir ordunun modern devlet tarafından geri püskürtülmesi olarak değerlendirilemeyeceğini ortaya koymuştur.

Yılmaz yazısının sonlarına doğru Nizam-ı Cedit ile Yeniçerilerin gücünü sınırlama yönünde teşebbüste bulunan ama hunharca katledilen III. Selim’i Turgut Özal’a benzetmiş ve şimdi cesur bir II. Mahmud’un çıkıp Özal’ın başlattığı ama tamamlayamadığı işi yapması, yani sivil siyasete bu kadar karışan orduyu kışlaya göndermesi gerektiğini söylemiş. İlla bu tür bir okuma yapacaksak, geride bıraktığımız 1 Mayıs’ta devlet yöneticilerinin “kamu düzeni”ni sağlamak adına insanlara zulmetmek ve onları evlerine cebren göndermek noktasında II. Mahmud’u bile geride bıraktığını söyleyebiliriz. Kürt sorununa dönersek çözümü Vak’a-i Hayriyye gibi büyük karşılaşmalarda aramak ve tahayyül ettiğimiz büyük rövanşın örneklerini resmi tarihten gelişigüzel çıkarmak yerine böyle bir tarih anlayışından ve devlet/ordu merkezli analizlerden olabildiğince kaçınmalıyız. Bu tür karşılaşmalar her defasında ordunun ve dolayısıyla devletin toplumsal muhalefetin karşısına iyice palazlanarak ve hoyratlaşarak çıkmasını sağlamıştır. Ordunun siyasete müdahalesinin Kürt sorununu nasıl bir kördüğüm haline getirdiği ortadadır. Bu duruma sancılı bir tarihten nemalanan mistifikasyonlarla cevap vermek ve bir iktidar odağının karşısına başka bir iktidar odağını koymak yerine sivil toplumun, entelektüellerin, akademisyenlerin ordunun müdahalelerine daha sık ses çıkarması, Kürt sorunu söz konusu olduğunda demokratik hak taleplerinin daha etkili biçimde seslendirilmesi, bunun için mikro örgütlenmelerin teşvik edilmesi, hem siyasi, toplumsal, kültürel kimlik taleplerini hem de sorunun ekonomik ve uluslararası boyutlarını bir araya getirebilen bir yaklaşımın mutlaka mevcut konjonktürden ve olabildiğince “içeriden” geliştirilmesi gerekiyor. Toplumsal muhalefetin bunca baskıya rağmen kıpırdamaya yeltendiği 1 Mayıs’ta yaşananların ve oradaki muazzam direnişin bu bağlamda bir “imkân” olarak ısrarla gündemde tutulması gerekiyor.

Ziyaret -> Toplam : 125,17 M - Bugn : 48982

ulkucudunya@ulkucudunya.com