BEDREDDİN SİMÂVÎ ( Şeyh Bedreddin)
Bilal Dindar 01 Ocak 1970
Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Mahmud (ö. 823/1420)
Osmanlı fakih ve mutasavvıfı, önemli bir isyan ve ihtilâl hareketinin başlatıcısı.
Edirne yakınlarında, bugün Yunanistan topraklarında bulunan Simavna kasabasında doğdu. Doğum yılı olarak 740 (1339) ile 770 (1368) arasında değişen çeşitli tarihler gösterilir. Torunu Halîl b. İsmâil Menâkıbnâme’de şeyhin doğum tarihini 760 (1359) olarak kaydetmiştir. Babası Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus’un torunu olduğu söylenen Abdülaziz’in oğlu İsrâil, annesi ise Rum asıllı bir hıristiyan iken ihtida etmiş olan Melek Hatun’dur. Babasının mesleği dolayısıyla Simavna Kadısı Oğlu (İbn Kadî-i Simavna) diye tanınmıştır. Edirne’nin Osmanlılar tarafından fethedilmesi üzerine (1362) ailesi buraya yerleşti. Ancak bazı son dönem araştırmacıları Bedreddin’in soyunu Selçuklu hânedanına bağlayan rivayeti şüphe ile karşılamakta, bu rivayetin muhtemelen siyasî maksatlarla uydurulduğunu düşünmektedirler (bk. Uzunçarşılı, I, 360 vd.; Gökyay, s. 16-18). Orhan Şaik Gökyay, Bedreddin’in babasının kadı olmayıp Hacı İlbeyi’nin yanında Dimetoka ve çevresini fethe giden gazilerden biri olduğunu bazı deliller göstererek öne sürmüş, bir istinsah veya telaffuz hatası sonucu “gazi” kelimesinin “kadı” şeklini almış olduğunu iddia etmiştir (bk. a.y.).
İlk tahsiline babasının yanında başlayan Bedreddin daha sonra Şâhidî adlı bir hocanın derslerine devam etti. Mevlânâ Yûsuf’tan sarf ve nahiv okudu. Koca Efendi diye bilinen Bursa Kadısı Şeyh Mahmud ile oğlu Mûsâ Çelebi’nin I. Bayezid’in refakatinde Edirne’ye gelmeleri üzerine, ileride astronomi ve matematik alanlarında büyük şöhret kazanacak olan Mûsâ Çelebi ile birlikte Koca Efendi’den tahsile başladı; bu arada Mevlânâ Yûsuf’un yanında fıkıh öğrenimine de devam etti. Altı ay sonra Mûsâ Çelebi ve amcası Abdülmü’min’in oğlu Müeyyed ile birlikte bir yıl süreyle Bursa Kaplıcaları Medresesi’nde yine Koca Efendi’nin derslerini takip ettiler. Bu üç öğrenci hocalarının tavsiyesine uyarak Bursa’dan Konya’ya gitti ve orada Mevlânâ Feyzullah’tan mantık ve astronomi okudu. Bir yıl sonra Mûsâ Çelebi Semerkant’a giderek Uluğ Bey’in astronomi hocası olurken Bedreddin Simâvî ve Müeyyed 1381’de Şam’a gittilerse de veba salgını yüzünden çok geçmeden Kudüs’e geçerek Mescid-i Aksâ’da İbnü’l-Askalânî’den hadis okudular. İki arkadaş, bir Türk beyi olan Ali Keşmîrî’nin himayesinde Berkuk’un saltanatı döneminde Kahire’ye gitti. Ali Keşmîrî bir cuma namazından sonra, aralarında Mübârek Şah el-Mantıkı ve öğrencisi Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin de bulunduğu bir grup âlimi akşam yemeğine davet etmiş, sabaha kadar süren ilmî sohbet sırasında Bedreddin Simâvî’yi çok beğenen Mübârek Şah onu Seyyid Şerif’e örnek göstermişti. Bedreddin bundan sonra Mübârek Şah’ın gözde öğrencisi oldu ve Seyyid Şerif’le birlikte ondan mantık ve felsefe gibi aklî ilimler tahsil etti. Mübârek Şah 1383’te hac için Mekke’ye giderken Bedreddin’i de yanına almıştı. Bedreddin’in biyografisini kaleme alan torunu Halîl onun bu hac seyahati sırasında Ebû Zeyl’den ders aldığını yazıyorsa da o tarihte adı geçen âlim ölmüş bulunuyordu. Bedreddin Mekke’den Medine’ye geçti ve orada çok kalmadan Seyyid Şerif’in bir mektubu üzerine tekrar Kahire’ye döndü. Burada Bedreddin’in başarısını öğrenen Sultan Berkuk, oğlu Ferec’i eğitmesi için onu sarayına davet etti; Bedreddin üç yıl bu görevde kaldı.
Sultan Berkuk’un sarayında tertip etmeyi âdet haline getirdiği ilmî sohbetlerden birine Bedreddin Simâvî de katıldı ve burada Mısır’ın önde gelen âlimleriyle tartışma imkânı buldu. Sultan, kendisinin hocası olan Ahlatlı Şeyh Seyyid Hüseyin ile Bedreddin Simâvî’nin bu tartışmalardaki başarılarından son derece memnun oldu; Bedreddin’i câriyelerinden Câzibe ile, Ahlatlı Hüseyin’i de onun kardeşi Meryem ile evlendirdi. Bu evlilik onun ilmî ve fikrî hayatında bir dönüm noktası oldu. Zira önceleri tasavvufun aleyhinde olan Bedreddin baldızı Meryem’le yaptığı tasavvufî sohbetler üzerine tavrını değiştirerek Ahlatlı Şeyh Hüseyin’e intisap etti. Fakat bu âni değişiklik üzerine hastalanarak yemeden içmeden kesildi. Durumundan endişelenen şeyhi ona doğuya seyahate çıkmasını tavsiye etti. Bu vesileyle muhtemelen 1402 veya 1403’te gittiği Tebriz’de Timur’un otağında İranlı âlimlerle yaptığı tartışmalardaki başarısıyla Timur’un takdirini kazandı. Bir rivayete göre Timur onu kızıyla evlendirip şeyhülislâm yapmak istemişse de o bir an önce şeyhi Ahlatlı Hüseyin’e dönmek istediğinden Timur’un bu arzusunu yerine getirememiştir.
Tekrar Kahire’ye dönen Bedreddin Simâvî şeyhinin gözetiminde çilesini doldurdu ve onun ölümü üzerine şeyhlik makamına geçti. Ancak Kahire’deki diğer şeyhlerle arası açıldığından altı ay sonra memleketi olan Edirne’ye dönmeye karar verdi. Filistin, Şam ve Halep üzerinden Konya’ya geldi. Kendisini büyük bir ilgiyle karşılayan Konyalılar onun şehirde kalmasını sağlamak için bir tekke kurmak istedilerse de şeyh bu teklifi kabul etmedi. Buradan Tire’ye geçerek sonraki isyan hareketinin ileri gelenlerinden olan ve halk arasında Dede Sultan diye anılan Börklüce Mustafa ile tanıştı; bu arada Sakız adasının hıristiyan yöneticisinden gelen bir davet üzerine adaya gitti ve rivayete göre onun Müslümanlığı benimseyerek müridleri arasına katılmasını sağladı (Taşköprizâde, Miftâhu’s-sa?âde, II, 287). Daha sonra İzmir üzerinden Kütahya’ya geçerek orada isyan hareketinin diğer bir elebaşısı olan Torlak Kemal ile tanıştı. Bursa ve Gelibolu üzerinden Edirne’ye vararak ebeveynine kavuştu. Bir yıl sonra yeniden Bursa ve Aydın’a gittiyse de tekrar Edirne’ye döndü ve münzevi bir hayat sürdürmeye başladı.
Şehzadeler mücadelesinde Yıldırım Bayezid’in oğullarından Mûsâ Çelebi’nin, kardeşi Süleyman Çelebi ile yaptığı savaş sonunda Edirne’yi ele geçirmesi üzerine (814/1411) Bedreddin kazaskerliğe tayin edildi ve böylece onun aktif siyasî hayatı başlamış oldu. Daha sonra Mûsâ Çelebi kardeşi Mehmed Çelebi karşısında yenik düşünce Şeyh Bedreddin 1413’te ailesiyle birlikte İznik’e sürülerek göz hapsine alındı; kendisine 1000 akçe de maaş bağlandı. Ancak siyasî ihtirasları sebebiyle bu durumu kabullenmedi ve görünüşte dinî-tasavvufî, gerçekte ise siyasî teşkilâtlanmayı sağlamak üzere harekete geçti. Arkasından yoğun bir propaganda faaliyetine girişti; kısa zamanda çevresinde geniş bir mürid ve sempatizan kitlesinin oluşmasını sağladı. Bu arada Tire’de tanıştığı Börklüce Mustafa’yı Aydın ve civarında propaganda faaliyetiyle görevlendirdi. Börklüce Aydın ve Karaburun’da binlerce sempatizan topladı. Ancak onun bu faaliyetleri sebebiyle kendisinin sorumlu tutulacağından kaygılanan veya bu gelişmelerin bir isyan hareketi başlatma imkânı hazırladığını düşünen şeyh, göz hapsinde olmasına rağmen muhtemelen 1416’da İznik’ten kaçmayı başardı, Kastamonu’ya gidip İsfendiyar Bey’e sığındı. Niyeti Tatar iline ulaşmaktı (Taşköprizâde, eş-Şeka?ik, s. 51). Fakat burada umduğu desteği bulamayınca Sinop Limanı’ndan gizlice bir gemiye binerek Rumeli yakasına geçti. Önce Zağra’ya, oradan da Silistre, Dobruca ve Deliorman’a giderek burada yerleşti. Şeyhin bu yerlerdeki taraftarlarının sayısı hızla artıyordu. Deliorman’dan her tarafa adamlar göndererek propaganda alanını genişletti.
Şeyh Bedreddin ve müridlerinden Börklüce Mustafa, Torlak Kemal gibi ihtilâlcilerin başarılarından kaygılanan Çelebi Sultan Mehmed şeyhin üzerine büyük bir kuvvet gönderdi. O sırada Karaburun’da bulunan Börklüce ve Manisa’da bulunan Torlak kuvvetleri mağlûp edildi. Bayezid Paşa kumandasındaki devlet güçleri şeyhin adamlarını dağıtmaya ve kendisini de ele geçirmeye muvaffak oldular. Şeyh Serez’de bulunan padişahın huzuruna götürüldü. Padişah, onun aynı zamanda bir din âlimi olduğunu ve hareketinin de bir yönüyle dinî nitelik taşıdığını göz önüne alarak hakkında hüküm vermek üzere ilim adamlarından bir heyet kurulmasını emretti. Bu heyet şeyhin faaliyetlerinin ve görüşlerinin dinî hükümlerle bağdaşmadığına, isyan sayıldığına, malı ve ailesi korunmak şartıyla kendisinin idam edilmesi gerektiğine karar verdi. Heyet üyelerinden Mevlânâ Haydar Acemî tarafından açıklanan bu kararın isabetli olduğunu bizzat şeyhin de kabul ettiği rivayet edilir. Bu fetva üzerine Bedreddin Simâvî 1420’de Serez’de idam edilerek burada defnedildi.
1924’te Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi uyarınca Türkiye’ye gelen göçmenlerin İstanbul’a getirdikleri şeyhin kemikleri çeşitli yerlerde saklandıktan sonra 1961 yılında Sultan Mahmud’un Divanyolu’ndaki türbesi hazîresine defnedildi. Şeyh Bedreddin adına Edirne’de bir zâviye, Konya’da da bir mescid inşa edilmiştir.
Bedreddin Simâvî İslâmî ilimlerden bilhassa fıkıh ve tasavvufta temayüz etmiştir. Gerek eserleri gerekse hakkında yazılmış diğer kaynaklar onun fıkıhta sadece ansiklopedik bilgi sahibi ve bir aktarıcı olmayıp aynı zamanda müctehid derecesinde bir âlim olduğunu göstermektedir. Fakat Simâvî asıl ününü siyasî faaliyetleri yanında tasavvufî ve felsefî görüşleriyle yapmıştır. Zikir, riyâzet, mücahede vb. tasavvufî uygulamalara büyük önem vermiş, Mısır’da tasavvufa intisap etmesinden sonra kendisi de böyle bir hayat yaşamaya itina göstermiştir. Vâridât’taki bilgilere göre o tasavvufî keşfin ancak Allah’a yönelme, kalbin arındırılması ve peygamberlerin yolundan gitmekle gerçekleşebileceğini belirtir.
Gerek Vâridât’taki kendi ifadelerine, gerekse Heşt Bihişt gibi hakkında bilgi veren kaynaklara bakılırsa ondan bazı kerametler sâdır olmuştur.
Şeyh Bedreddin vahdet-i vücûd*cu bir mutasavvıftır. Ona göre her türlü sınırlamaların ötesinde sırf ve gerçek varlık (vücûd) Allah’tır. Allah ne küllî ne de cüz’î bir varlıktır; çünkü küllî kavramı O’nun bir cüzünün olduğu, cüz’î kavramı da O’nun bir küllîsinin bulunduğu fikrini doğurmaktadır. Oysa Allah bu türlü alâkalardan münezzehtir. Hak’ta zuhûra bir meyil vardır; bu sebeple, “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim ve bilineyim diye halkı yarattım” (bk. Aclûnî, II, 132) buyurmuştur. Bu da gösteriyor ki yaratma O’nun zuhûrundan başka bir şey değildir. Gerçek varlık Hakk’ın varlığından ibarettir; eşyadaki başkalık ve zıtlıklar zuhûrun mertebeleri dolayısıyla nisbî ve itibarîdir. Her şey (kül) Hakk’ın zâtında ve Hakk’ın zâtı her şeydedir ve O’nun zâtı her bakımdan vâcibdir. Bedreddin Simâvî kelâmcı ve filozofların imkân ve hudûs konusundaki görüşlerine de karşı çıkarak imkânın sadece görünüşten ve bir hayalden ibaret olduğunu belirtmiştir. Buna göre Allah’ın kendileriyle tecelli ettiği eşya (mezâhir) sûreti itibariyle mümkin ve hâdis, hakikati itibariyle vücûd-ı mutlak ve vâcibdir. Çünkü görünür eşyada tecelli eden ve görünür olan (zâhir) Allah’tır. Şeyh bu görüşleriyle bazı mutasavvıfların hulûl ve ittihad yolundaki iddialarına da karşı çıkmıştır. Çünkü hulûl ve ittihad kavramları iki ayrı varlığı hatıra getirmektedir, oysa varlıkta yalnız birlik vardır; âlem Hakk’ın zuhûrundan ibarettir, şu halde âlem yaratılmamıştır. Böylece yaratma konusunda bir kısım İslâm filozofları gibi düşünen Şeyh Bedreddin, Allah’ın iradesinin âlemle ilişkisi konusunda da onlarla aynı düşüncededir. Nitekim o Kur’an’da Allah’ın irade ve dilemesiyle ilgili âyetlerin, “Allah nasıl dilerse öyle yapar” anlamında değil, “Allah âlemin istidatlarına uygun şekilde diler ve ister” tarzında düşünülmesi gerektiğini savunmuştur (Vâridât, s. 76).
Bedreddin Simâvî bedenlerin yeniden dirileceği inancına karşı çıkmış ve bu yüzden kendisini eleştirenler olmuştur. Ona göre beden çürüyüp toprağa karıştıktan sonra parçaları daha önce olduğu gibi yeniden teşekkül etmeyecektir. Esasen o beden-ruh ayırımına da taraftar değildir. Çünkü insan bedeni aslında ruh, daha doğrusu hak olup sûretlerin birikmesiyle yoğunluk kazanmıştır. Sûretler ortadan kalktıkça insan bedeni letâfet kazanır ve nihayet bir olan ve ortağı bulunmayan Hakk’ın kendisi kalır. Ona göre halkın anladığı mânada bedenlerin haşri mümkün gibi gözükmüyor. Fakat şu düşünülebilir: Öyle bir zaman gelir ki insan nevinden hiç kimse kalmaz; sonra topraktan anasız ve babasız yeni bir insan doğar ve o nesillerle devam eder (Vâridât, s. 73).
Şeyh Bedreddin cennet ve cehennemi de yaygın dinî anlayıştan farklı bir şekilde açıklamıştır. Vâridât’ta cennetin sekiz mânada anlaşılabileceğini belirtmiştir ki bunların ilki yaygın dinî mâna, diğerleri ise te’vil yoluyla ulaşılan mânalardır. Burada şeyhin yaygın cennet ve cehennem inancına fazla önem vermediği anlaşılmaktadır. Aynı te’vilci ve bâtınî yorum şeytan ve melek hakkındaki açıklamalarında da görülmektedir.
Şeyhin bilhassa âhiret ile cismanî haşir hakkındaki te’vil ve yorumları birçok tenkide uğramış ve bazı âlimlerce tekfir edilmesine sebep olmuştur. Nitekim saray çevresine yakınlığıyla tanınan Aziz Mahmud Hüdâyî I. Ahmed’e yazdığı tezkirede ondan “asılmış olan ve Allah’ın gazabına uğramış bulunan Şeyh Bedreddin” diye söz etmekte, Vâridât adlı kitabında bedenlerin dirilmesini ve kıyamet hallerini inkâr edip ilhad ve İbâhîliğe saptığını, halkın itikadını bozduğunu, Ehl-i sünnet’e muhalefet ettiğini, kızılbaşlarla bir olup isyan ettiğini... belirtmektedir (M. Şerefeddin, Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin, s. 72). Buna karşılık Aziz Mahmud Hüdâyî tarikinden meşhur Celvetî şeyhi Bursalı İsmâil Hakkı Şerh-i Muhammediyye’de Bedreddin’den övgüyle söz eder (Hüseyin Vassâf, III, 77). İdrîs-i Bitlisî de Heşt Bihişt adlı eserinde (bk. M. Şerefeddin, a.g.e., s. 75) şeyhi fıtratının “sülûk ve mükâşefeye yatkın olması”, zamanının çoğunu riyâzet ve mücahedeye ayırması gibi meziyetleri dolayısıyla övmekteyse de onun gösteriş ve alışkanlıklara dayanan ilim ve ibadetinin “İblîs’in taati” gibi bencillik ve böbürlenmesine sebep olduğunu, bunun da kâmil bir mürşidden feyiz almamış olmasından kaynaklandığını, böyle bir şeyhin etrafında toplanan müridlerinse İbâhîliğe ve şeytanın yoluna saptıklarını belirtmektedir.
Şeyhin eleştirilmesine yol açan sebeplerden biri de kendi eserlerinde açıkça görülmemekle birlikte, başta Börklüce Mustafa olmak üzere taraftarlarının özel mülkiyeti reddetmeleri, her türlü mülkün halkın ortak malı olduğunu savunmaları, kadın erkek bir arada sazlı içkili âyinler düzenlemeleri ve umumiyetle İbâhîliği savunmalarıdır. Son yüzyılda Türkiye’de bazı Marksist yazarlar bu tür fikirleri Bedreddin Simâvî’ye mal ederek onun ve taraftarlarının başlattığı olayları devrimci niteliği olan bir halk hareketi şeklinde yorumlamış, bu yönde çeşitli fikrî ve edebî eserler kaleme almışlardır. Ancak şeyhin mâsumiyetini savunan kaynaklar bu tür görüş ve uygulamaların onun taraftarlarınca ihdas edildiğini ve şeyhin günahsız olduğunu, hatta ihtilâl hevesinde dahi olmadığını belirtmişlerdir. Nitekim torunu Halîl b. İsmâil’in yazmış olduğu Menâkıbnâme’de şeyh temize çıkarılmakta, başına gelenlerin asıl sebebinin Börklüce Mustafa, Torlak Kemal gibi yandaşlarıyla ulemânın kıskançlığı vb. sebepler olduğu ileri sürülmektedir. Aynı şekilde Taşköprizâde de onun mâsumiyetine inandığını “...yakalandı ve haksız yere öldürüldü” şeklindeki ifadesiyle dile getirmiştir (Miftâhu’s-sa?âde, II, 289). Bursalı Mehmed Tâhir ise şeyhe yöneltilen ithamların Vâridât’ı iyi anlayamamaktan kaynaklandığına işaret etmektedir (Osmanlı Müellifleri, I, 39). Özellikle siyasî emelleriyle ilgili isnatların asılsız olduğu görüşü bazı son dönem araştırmacıları tarafından da savunulmaktadır (Kurdakul, s. 36-39, 44, 47-70).
Harîrîzâde Şeyh Bedreddin’e Bedriyye adlı bir tarikat nisbet etmekteyse de (Tibyân, I, 109b) şeyhin vefatından sonra böyle bir tarikat teşekkül etmemiştir. Ancak onun sempatizanlarından olup “Bedreddin sûfîleri” diye anılan bir zümre zamanla Alevî-kızılbaş kesime karışarak erimiştir. Hatta Gölpınarlı’nın bildirdiğine göre bu kesim içinde bir de “Bedreddin ocağı” geliştirilmiş olup bu ocağa mensup olanlar Bedreddin’in ölmediğine, günün birinde tekrar gelerek âlemi nizama koyacağına inanırlar. Bununla birlikte şeyhin Şiîlik ve Alevîlik’le hiçbir ilgisi yoktur (Gölpınarlı, s. 40-41).
Eserleri. 1. Letâ?ifü’l-işârât. Fıkıh alanında yazdığı ilk eserdir. Kâtib Çelebi ve Taşköprizâde Şeyh Bedreddin’in bu eseri İznik’te göz hapsinde tutulduğu sırada yazdığını belirtirlerse de M. Şerefeddin Yaltkaya daha önce yazılmış olduğu görüşündedir. Müellifin on ayda tamamladığı ve halen şerhinden ayrı bir nüshası bulunmayan eser onun fıkhî meselelere vukufunu ve müctehid derecesinde bir fakih olduğunu göstermesi bakımından büyük önem taşır. İhtiva ettiği ictihadlar dolayısıyla hem takdir hem de tenkit edilmiştir. Mukaddimesinde de belirtildiği gibi eser İbn Sââtî el-Ba‘lebekkî’nin Mecma?u’l-bahreyn’i örnek alınarak tertip edilmiş; ayrıca Letâ?ifü’l-işârât’ta bu kitap ile Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî’nin el-Muhtâr, Hâfızüddin en-Nesefî’nin Kenzü’d-deka?ik, ve Tâcüşşerîa Mahmûd’un Vikayetü’r-rivâye fî mesâ?ili’l-Hidâye adlı eserlerinin ihtiva ettiği bütün konular toplanmış; bunlarda bulunmayan bazı fıkhî meseleler de “Tefrika”, “Müteferrika”, “Şettâ” gibi başlıklar altında incelenmiştir. Bedreddin Simâvî Letâ?ifü’l-işârât’ı et-Teshîl adıyla şerhetmiştir. Müellif, 1413’te başladığı ve 1415’te İznik’te göz hapsinde bulunduğu sırada tamamladığı bu şerhi Letâ?ifü’l-işârât’ın daha iyi anlaşılmasını sağlamak için yazdığını mukaddimede belirtmektedir. Mukaddimede ayrıca akıllı ve zeki ilim adamı için ilimde rivayetleri ezberleyip aktarmaktan çok şahsî görüş ve ictihadlarını ortaya koyması gerektiğine inandığı için eserde nakilcilikle yetinmeyerek kendi görüşlerine ağırlık verdiğini açıklamıştır. Muhammed Birgivî yaygın kanaatin aksine et-Teshîl’in muteber olmadığını savunmuştur (bk. Keşfü’z-zunûn, II, 1551). et-Teshîl Emîr Fâzıl tarafından şerhedilmiştir (Süleymaniye Ktp., Cârullah, nr. 617). Letâ?ifü’l-işârât’ın müstakil nüshasına rastlanmamışsa da et-Teshîl ile birlikte çeşitli kütüphanelerde yazmaları mevcuttur (bk. GAL, II, 291; Suppl., II, 315). 2. Câmi?u’l-fusûleyn*. Müellifin Edirne’de kazaskerliğe tayin edildikten sonra telif ettiği, kazâ ve mahkemeyle ilgili konuların ağırlıkta olduğu muamelâta dair bir fıkıh kitabıdır. Türkiye ve dünya kütüphanelerinde birçok yazma nüshası bulunan eser (bk. GAL Suppl., II, 315) 1300’de Kahire’de basılmıştır. 3. Vâridât.* Müellifin muhtemelen İznik’te göz hapsindeyken veya daha güçlü bir görüşe göre (bk. Kurdakul, s. 70-74) İznik’ten kaçtıktan sonra Rumeli’de verdiği derslerden oluşan felsefî, tasavvufî, kelâmî ve diğer fikrî konulara dair en önemli eseri olup hakkında yoğun tartışmaların yapılmasına yol açan da daha çok bu eserdeki düşüncelerdir. Vâridât’ın birçok yazma nüshası mevcuttur (meselâ Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 1463; Hacı Mahmud Efendi, nr. 2574, 2841, 2874). Ayrıca eserin çeşitli Türkçe tercümeleri yapılmıştır. Bedreddin Simâvî’nin bu önemli ve çok tanınmış eserlerinden başka çeşitli kaynaklarda (bk. Keşfü’z-zunûn, II, 1173, 1676; Taşköprizâde, Miftâhu’s-sa?âde, II, 289; Hediyyetü’l-?ârifîn, II, 410; Osmanlı Müellifleri, I, 39) tasavvufa dair Meserretü’l-kulûb, sarf ve nahive dair ?Unkudü’l-cevâhir (Maksûd şerhi) ile Çerâgu’l-fütûh, ve tefsirle ilgili Nûrü’l-kulûb adlı eserlerinin bulunduğu kaydedilmektedir.