(Gadir-i Hum nedir, ne değildir? -2) Hz. Peygamber isteseydi net bir ifadeyle halef gösterirdi
Ahmet Kurucan 01 Ocak 1970
Şia, Gadir-i Hum hadisinden yola çıkarak görüşlerini daha ileri götürür ve şunları da söyler: Nübüvvet ve onun devamı olan imamet, dünyevi değil dini bir meseledir. Bu açıdan da imamın Hz. Peygamber (sas) eliyle Allah tarafından belirlenmesi, Allah için zorunluluktur. Çünkü imamet İlahi bir makamdır ve böyle önemli bir makam insanların seçimine bırakılamaz. Bakış açısı bu olunca şu sonuç sizler için şaşırtıcı olmamalıdır. Şia’ya göre imamlar peygamberler gibi masum ve masundur. Yani günahsızdır ve günahtan korunmuştur; hata işlemezler. Hatta böylesi bir korunmuşluk peygamberlerden daha çok imamlar için geçerlidir. Çünkü peygamberler hata yapsa, hataları vahiy ile düzeltilir ama imamların böyle bir şansları yoktur. Onun için onlar hiç hata işlemezler.
Hz. Musa ile Hz. Harun arasındaki gibi
Şia, Gadir-i Hum hadisi ile temellendirmeye çalıştıkları bu görüşlerine başka deliller de ileri sürer. Bunlardan birisi literatürde “menzile hadisi” diye geçen hadistir. Rivayetlere göre Hz. Peygamber (sas) Tebük savaşına giderken devlet başkanlığı vekaletini Hz. Ali’ye vermiş; Hz. Ali de Medine’de kadın ve çocuklarla birlikte oturmaktansa savaşmayı tercih ettiğinden dolayı bunu kabulde zorlanmıştır. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Harun’un Musa’ya yakınlığı ne ise senin de bana yakınlığın öyledir; yalnız benden sonra peygamber gelmeyecektir.” demiştir ki bu da Hz. Ali’nin Hz. Peygamber (sas) sonrası imametini teyit etmektedir. Burada Şia için Musa-Harun benzetmesi de çok önemlidir. Zira onların yorumuna göre Harun-Musa ilişkisinde vezirlik, hilafet, nübüvvet, masumiyet, kardeşlik hepsi vardır. Hz. Ali için de aynı şeyler geçerlidir.
Netice itibariyle hakikat bu kadar ayân-beyân ortada iken üç halife başta olmak üzere bütün ümmet Hz. Ali’nin imamet hakkını gasp etmiş, Allah’ın emrine, Hz. Peygamberin (sas) iradesine muhalif hareket etmiş, Gadir-i Hum sonrası nazil olan, “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim..” ayetinin muhtevasını hiçe saymışlardır.
Şimdi Sünni kaynakların bu meseleyi nasıl ele aldığına ve Şia’nın ileri sürdüğü bu tezlere nasıl cevap verdiğine bakalım. Sünni kaynaklar hadisin sıhhatini kabul etmekle beraber hadisin sebeb-i vürudu ve metnin yorumunda farklı düşüncelere sahiptir. Bu düşünceler aynı zamanda Şiilerin iddia, itham ve yorumlarına da cevap teşkil etmektedir.
‘Tebliğ et’ ayeti Veda Haccı’nda değil Mekke’de nazil oldu
Bunlardan birincisi; Maide 67 yani “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et!” ayeti veda haccı esnasında nazil olmamıştır. Aksine o ayet peygamberliğin ilk yıllarında Mekke’de ‘İslam dinini tebliğ ettiğimiz takdirde kafir ve müşriklerin zarar vereceği’ düşüncesine karşı nazil olmuştur. Bazı alimler ayetin bir bütün halinde değil, iki ayrı hadise münasebetiyle ayrı ayrı zamanlarda ama yine Mekke’de nazil olduğunu söylemişlerdir. Zaten ayetin muhtevası bu yorumları desteklemektedir. Zira ayetin konusu Müslümanlar değil, İslamın tebliğine karşı çıkan ve zarar verme amacı güden kafirler ve buna karşı Müslümanların alması gereken tutumu anlatmaktadır.
Bir başka zaviyeden peygamberlikle serfirâz olduğu ilk günden itibaren ölüm dahil her türlü tehlikeyi göğüsleyerek vazifesini yerine getiren Hz. Peygamberin (sas) Şiilerin iddia ettiği gibi ashabından korkarak kendisine indirilmiş bir ayeti gizlemesi, tebliğini tehir etmesi hayal dahi edilemez. Aslında böyle bir iddia ve yorum Hz. Peygamberin (sas) yanı sıra Hz Ali de dahil olmak üzere sahabe-i kirama Allah’ın emrini dinlemediler manasına gelen bir ithamdır.
Sahabe de Hz. Ali de 24 yıl bu konuda neden konuşmadı?
Burada tarih boyunca söylenen şu yorumu da ilave etmek gerek; madem ki Hz. Peygamber (sas) Hz. Ali’yi halife tayin etti, neden Hz. Ali ve bu hadisenin şahidi olan veya kendisine intikal ettirilen başta sahabe-i kiram, Hz. Ebu Bekir’in halife seçilme sürecinden Hz. Ali’nin hilafetine kadar geçen 24 yıllık sürede sustu? Hz. Ali gibi yiğit bir kahraman neden bütün bunlara karşı sessiz kaldı ve Hz. Peygamberin (sas) emrini yerine getirmek için hiçbir girişimde bulunmadı? Bu olaya şahit olan ve anlatan 119 tane sahabe haşa ve kella Hz. Ali düşmanı mıydı? Onun halife olmaması için komplo mu kuruyor, aleyhinde Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman ile birlikte entrika mı çeviriyorlardı?
Sünnî kaynakların hadisle alakalı ikinci yorumu hadiste zikredilen “Mevla” veya “Veli” kavramı ile alakalı. Şia bunu siyasi ve ideolojik bir çerçevede yorumluyor ve Mevla/Veli kelimesine devlet başkanı manası veriyor. Halbuki bu iki kelimenin sözlük ve ıstılahı manaları böyle bir yoruma imkan tanımaz. Dolayısıyla “Ben kimin Mevlası/velisi isem Ali de onun Mevlası/velisidir” hadisi siyasi ve ideolojik bir boyutta yorumlanabilecek zeminden uzaktır.
İkincisi, bu tür bir tayin devlet başkanlığının veya idaresinin şahıs ve sistem bazında Peygamber sülalesine hasr edilmesi, başkanlığın babadan oğula geçen saltanat modeli manasına gelir. Bu ise gerek Kur’an’ın yönetim ile alakalı genel ilkelerine, gerekse Hz. Peygamberin (sas) bu çerçevede beyan buyurduğu başka hadislerine muhaliftir.
Hadis, bir konuda Hz. Ali’nin haklılığını tescil ediyor
Üçüncüsü; Gadir-i Hum’da gerçekleşen konuşmanın sebepleri arasında zikredilen Yemen ganimetlerinin dağıtılması meselesi önemlidir. Rivayetlere göre, Hz. Ali ile onun komutası altında bulunan kişiler arasında ganimet taksimi mevzuunda bir anlaşmazlık çıkmıştır. Gadir-i Hum’daki dinlenme esnasında o kişiler gelip Hz. Ali ile aralarındaki anlaşmazlığı, kendilerinin haklılığına inandıkları için de sert bir dille Hz. Ali’yi suçlayarak şikayet tarzında Efendimiz’e (sas) anlatmışlardır. Yalnız yaptığı tahkikte Hz. Ali’nin haklılığını gören Allah Resulü (sas) “Ben kimin Mevlası isem..” beyanı ile aradaki ihtilafı sonlandırmak istemiş ve kendine has üslubu ile Hz. Ali’nin haklılığını ifade etmiştir.
Bir başka rivayette “Ben kimin mevlası isem..” demeden önce “Ben müminlere kendi canlarından daha yakın değil miyim?” sorusunu sormuş, aldığı “Evet” cevabından sonra “Ben kimin Mevlası…” sözünü irad etmiştir. O zaman buradan çıkan sonuç “Mevla/Veli” sözünün Şia’nın dediği gibi ideolojik ve siyasi değil insani boyutu çok daha öndedir. Çünkü Hz. Ali, Hz. Peygamberin (sas) amca oğlu, elinde büyüttüğü, sonra damadı ve Müslümanlık adına ilk günden itibaren her türlü sıkıntıya katlanan birisidir ve bir insan olarak Hz. Peygamberin (sas) Hz. Ali’ye dost, arkadaş, manasına gelen “Mevla” veya “Veli” diye hitap etmesi gayet tabiidir.
“Ümmeti su-i zandan kurtarmak istemiş”
Dördüncü olarak Bediüzzaman Hazretleri’nin bir yorumunu aktarabilirim. Bediüzzaman’ın bu yorumuna göre; Peygamber Efendimiz (sas) istikbalde Hz. Ali ve hilafet etrafında cereyan edecek büyük çalkantılarını Allah’ın bildirmesi ile bilmiş ve Hz. Ali’yi üzüntüden, ümmeti de su-i zandan kurtarmak için böyle mucizevi bir beyanda bulunmuştur. Kendi ifadeleri ile aktaralım: “Hem istikbalde Hazret-i Ali’nin (ra) elîm hâdisata ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (ra) me’yusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû’-i zandan kurtarmak için “Ben kimin Mevlası isem Ali de onun Mevlasıdır” diye buyurmuştur gibi mühim hadislerle Ali’yi (ra) teselli ve ümmeti irşad etmiştir.”
Başka bir yorum da devlet başkanlığı gibi ümmetin geleceğini ilgilendiren önemli bir konunun kesinlik ifade etmeyen bir dille aktarılmasıdır. Bir çok Sünni alim eğer Hz. Peygamber (sas) bu sözleriyle Hz. Ali’nin hilafetini kast etseydi, ümmet arasında hiç bir ihtilafa, yanlış anlaşılmalara, farklı yorumlamalara konu olmayacak daha net bir dil kullanır ve “Benden sonra devlet başkanı Hz. Ali’dir derdi” demektedir ki bu oldukça önemli bir yorumdur.
Şia’nın teorisi ve Türkiye iç siyaseti
Sonuç itibariyle; Şia’nın ortaya koymuş olduğu yorumlar peşinen kabul hatta iman edilen bir hükmü, hem naslardan hem de olgulardan kopuk bir şekilde altını doldurma, gerçeklikten uzak kurgular üzerine inşa etme çabalarından ibaret gözükmektedir. Bunun aktüel ve güncel alana yansıması başta da ifade ettiğimiz gibi bazılarına komplo teorisi gibi gelebilir. Fakat Gadir-i Hum hadisesinin bazı TV programlarında tekrar tekrar gündeme getirilmesi, direkt veya dolaylı olarak Şia’nın siyaset/iktidar teorisi ve özellikle imamet anlayışını temellendirmesinde, Türkiye’nin iç siyaseti ve Ortadoğu coğrafyasında devam eden nüfuz savaşlarında belirleyici olmasa da etkileyici rolü olduğu kanaatindeyim.