« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

13 Haz

2016

Bilim “Nasılı”, Din “Niçini” Açıklar

EYÜP ENSAR UĞUR 01 Ocak 1970

1848 tarihinde Osmanlı Devleti’nin Gülhane Askeri Tıp fakültesine gelen İskoç Tarihçi Charles Mac Farlane anılarında, burada gördüğü materyalist kitaplarını başka hiçbir yerde bir arada görmediğini anlatır.

Öğrencilerin özellikle yaratılışı reddeden tezlerin olduğu başat cümlelerin altlarını çizdiklerini, sık okumaktan yıprattıkları ilgili sayfaların kenarlarına, bu fikirlerin çok önemli olduğuna dair notlar yazdığından bahseder.

İslam Dünyasının o dönemde pozitif ilimlerden o denli geri kalması bünyesinde neşet eden nesillerde tesiri çok trajik oldu.

İslami ilimler adı altında varlık ve evren hakkındaki popüler yorumların, bilimin ortaya çıkardığı gerçekler karşısındaki yetersizliği ve çelişkileri travmatik sonuçlara yol açtı.

Özellikle Tanzimattan sonra açılan okulların bir çoğunda Darwinizm ya direk ya da İslam’a adapte edilerek anlatılıyordu.

Avrupa’da hakim olan Hristiyanlık dininin, kainatın realiteleriyle örtüşmeyen dogma malumatı karşısında bilim dünyasının meydana getirdiği reddiyeci literatür, dini ve yaratılışı inkar etti.

Galile örneğindeki gibi Dünyanın yuvarlaklığı ve kendi ekseni etrafında döndüğü iddiasının kiliselerde yargılanıyor olması, bilim adamlarının dinin inkarına götürmesini anlaşılır kılmakta.

Batı’da ki gelişmeler gösteriyor ki, bilim adamları, tahrip edilmiş veyahut yanlış yorumlanmış din ilminin fen ilimlerinin alanına girmesine reaksiyonla kendi belirledikleri bilim usullerinin dışına çıkmışlar ve kendileriyle çelişmişlerdir.

BİLİM HADİSELERİN NASIL OLDUĞUYLA İLGİLENİR

Şöyle ki bilim ve fen bir şeyin “nasıl” olduğunu tetkik eder. Şu halde fennin uğraş alanı yalnız hadiseler ve vücud bulanlar sahasıdır.

Bundan dolayı fen, hiçbir vakit tecrübe ve inceleme sahasından çıkamaz; çıkarsa artık ona fen adı verilemez.

Fen, kendi sahası olan hadiseler alanında kaldıkça hakimdir, sahihtir.

Çünkü insanlarca icrası mümkün olan tecrübe ve tetkik üzerine kurulmuştur. Gerçi bilimde direk tecrübe ve incelemesi mümkün olmayan teoriler ve faraziyeler vardır.

Ama bunlar da mevcut verilerin kıyasları ile netice alınabilecek bahisleri ihtiva eder.

Hiçbir surette tecrübe ve tetkiki mümkün olmayan mevzular pozitif ismi verilen bilimin haricindedir.

Mesela bilim, “melekler yoktur” diyemez. Ama “Meleklerin mevcudiyeti ortaya koymak mümkün değil” diyebilir.

Tecrübe ve Tetkik ile ispatı mümkün olmayan bir şeyi inkar, kabul etmek kadar fen bilimine zıttır.

İşte Batı Dünyasında Avrupa’lı düşünce adamlarının ilim salahiyetlerini aştıkları bu kabil hataları sonrasında ortaya koydukları fikirler Osmanlı döneminde başlayıp zamanla tüm İslam Dünyasında geniş bir kabul alanı buldu.

Bunun başlıca sebepleri arasında bilimin hali hazırdaki düzenin “nasıl oluyor” açıklamaları karşısında İslam dünyasındaki mevcut malumatın yetersizliği ve yanlışları idi.

Bilim alanındaki yanlışlar ise görüldüğü üzere nicesini din alanında da yanlış kulvara savurdu.

Evet Pozitif ilimler bir şeyin nasıl olduğunu tetkik eder. Niçin öyle olduğunu tetkik vazifesi ise din ilimlerine aittir.

Mesela nutfenin ana rahmine düşmesinden itibaren bir insanın nasıl vücuda geldiğini, bilim tüm tafsilatıyla haber verir. Fakat tüm bu bilgilere karşı “Niçin böyle oluyor?” derseniz bilim size cevap veremez.

Hadiseler bilimin malumudur; ara sebepleri de görebilir. Ama en büyük sebebi, gayeyi, hikmeti göremez ve niçin sorusuna yanıt veremez.

Rahmetli Kemal Ural’ın “İnançsızlığın Anatomisi” eserinde üzerinde durduğu, beşeriyet sahip olduğu duygulardan dolayı bir hadisenin nasıl gerçekleştiğini bilmekle kanaat edemez.

Her meçhule karşı, insan vicdanı, hemen “niçin?” sualini sorar. İnsanoğlunun zihnini asıl meşgul eden soru budur.

Aklını kaybetmemiş ve gaflet etmeyen her insan, dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini, varlığın niçin mevcut olduğunu sormaya fıtraten ve vicdanen zaruret hisseder.

Bilim, varlığın dünyaya nasıl geldiğini bildirir, lakin niçin geldiğini bilmez ve bildiremez.

Tetkik ve tecrübeyle bu aleme her gelen varlığın bir gün öleceğini söyler, fakat nereye gideceğini ve ölümünden sonra bir ikinci hayat olup olmadığını kestiremez.

Varlık hakkında güzel fikirler veri ama var olmanın asıl sebeplerini keşfetmeye muktedir olamaz.

Beşerî vicdan, bilimin bu acziyeti karşısında başını eğip susmaz zira sualine cevap almadıkça gönlünün endişesi sakinleşmez.

İşte bu sebeple Bilimin ortaya çıkardıklarının aklî neticeleri olarak insanoğlu felsefeyi meydana getirmiştir.

Fakat felsefe de hiçbir zaman insanı itminana kavuşturamamıştır. Belki hakikat yoluna girmede yardımcı olsa da yalnız başına ulaştıramamıştır.

İnsanın mayasına bahsedildiği üzere endişe ve merak yerleştirdiği içindir ki Yaradan, aralarından seçtiği liyakatli elçiler aracılığıyla insanları bilgilendirmiş ve onlara dini ihsan eylemiştir.

Endülüs İslam döneminin meşhur filozofu İbn-i Rüşd, kalbî hakikat yolunun açıklayıcısı genç Muhyiddin Arabî’yi ders verdiği Kurtuba Üniversitesine davet etmişti. O dönem İsbiliye (Sevilla)’de yaşayan İbn-i Arabi bu teklifi kabul etmiş ve yola çıkmıştı.

Karşılaşmaları çok ilginç bir diyalogla başladı. O sıra sınıfta talebelerine ders vermekte olan İbn-i Rüşd kapıda gördüğü gence, “evet mi?” diye sorar. İbn-i Arabî, “evet” der. İbni Rüşd hemen kalkar ve ona sarılır. Ve bir daha “evet mi?” diye sorar.

İbn-i Arabî önce daha sıkıca sarılarak “evet!” der fakat sonrasında İbni Rüşd’ü itelerek “ hayıır!” der.

Evetli/hayırlı geçen bu diyalogta ilk evet kelimesi, “sen o musun?” manasındaki soruydu.

Olumlu cevabı aldıktan sonraki muhatabını kucakladığındaki ikinci sorusu ise “benim yolum yani akılla, felsefeyle hakikate ulaşabilir mi?” manasına gelmekte idi.

Bu soruya İbni Arabi’nin önce olumlu cevap vermesinin nedeni bir noktaya kadar akılla yol alınması gerektiğinin cevabıydı.

Akılla hakikat kapısının tokmağına vurulabileceğini ama o kapının açılmasının insanın aklını aşkın bir şekilde gönlüne akıtılacak varidatlarla olacağını söylemek istemiştir.

Evet bir zamanlar akıllarını iyi kullanamayanların çocukları, o aklı iyi kullanıp “nasıl oluyorlar”ın cevaplarını veren bilim adamlarının pozitivist görüşlerinin etkisi altına girdiler.

Ve içinden çıkılmaz bir dört duvar arasında “niçin?” sorusunun cevabı olan kapıdan mahrum kalarak vicdan ve gönüllerinin endişelerini sükunete erdiremediler.

Bir zamanların hikayesinin özeti. Bugün de devam etmiyor değil ya?..

Ziyaret -> Toplam : 125,57 M - Bugn : 8738

ulkucudunya@ulkucudunya.com