« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Haz

2016

Bir Ülkü Âlimi Prof. Dr. Mehmet Eröz

Ahmet B. Karabacak 01 Ocak 1970

1962 yılı ortalarında bazı arkadaşlarla bir fikir ve sanat dergisi yanyınlamağa karar vermiştik. O zamana kadar bazı yerlerde şiir ve hikâyelerimiz, hattâ kendimize göre bazı tezlerimiz, görüşlerimiz, yayınlanıyordu. O genç dönemimizde bunlar bizi tatmin etmemeğe başladı. Daha iyi bir yayın organı çıkarabileceğimizi düşünüyor, plânlar yapıyorduk. O güne kadar ne matbaa görmüştük ne de mürekkep kokusu duymuştuk. Ama iddialıydık…

Bir süre hazırlandık, yazılar ve desenler biriktirdik. Her akşam toplanıyor, düşüncelerimizi geliştirmeye çalışıyorduk. Derginin adı kondu: Zeren Sanat ve Düşünce Dergisi. Şimdi sıra basım için matbaa aramaya gelmişti. Cağaloğlu’ndaki matbaalar o zaman ufak işler basan işletmelerdi. Bizi bir ara Bakırköy’de bir matbaaya gönderdiler. Adamlar sadece afiş basıyorlarmış.

Beni her sahada destekleyen rahmetli babam bizi uzaktan takip ediyormuş. Bana: “Matbaa arıyorsanız benim Naci bey isimli bir arkadaşım var” dedi. Hemen dediği Karaköy’deki o adrese gittik. Orta boy bir işletmeydi burası. Üç ortak, Fakülteler Matbası adı ile burayı kurmuşlar, çok titiz bir çalışma yapıyorlardı.

Matbaanın bir ortağı olan ve aynı zamanda işçi gibi çalışan Mehmet ağabeyle konuştuk ve anlaştık.

Zor bir çalışmaydı o zamanlar yayıncılık ve matbaacılık. İki katlı matbaanın alt katında eritilmiş kurşunla harfler diziliyor, yukarıda bu harfler sayfa haline getiriliyor, gene bunlar aşağı kata indirilerek baskı makinasında basılıyordu. Bu ağır kurşun kalıplarını, Karadenizli, güçlü kuvvetli biri olan Mehmet ağabey taşıyıp duruyordu. Naci bey, galiba sermayenin büyüğünü koyduğu için çalışmıyor, arada gelip gidiyordu. Üçüncü bir şahıs, yazıları dizen ücretli işçi akşam paydos edince gömleğini çıkarıyor, beyaz fanilası ile makinanın başına geçiyor, o da yazı diziyordu. Adı o zaman bana bir şey ifade etmeyen, sonradan esas değerini anladığımız Ziya Nur Aksun’du…

Ziya bey matbayı asıl idare eden kişi idi. Hemen her gün orada bulunur, üst kattaki küçük idare yerinde otururdu. Ben de gittiğim zaman hemen yanına çıkar, hem yayınladığımız derginin meselelerini görüşür, hem de sohbet ederdim. Ziya Nur yaşça benden 10 yaş kadar büyük, mütevazi, fakat konuşmalarından bir kültür adamı olduğunu hemen fark ettiriyordu. (Ziya Nur’u İstanbul’daki o zaman meşhur olan, hemen her adı duyulmuş ilim ve kültür adamının uğrak yeri olan Marmara Kıraathanesi’nin müdavimleri iyi tanırlar. Onun rahmetli Dündar Taşer, büyük ilim adamı, büyük Türk milliyetçisi Prof. Dr. Erol Güngör ile sohbetleri orada yapılırdı. Ziya Nur sohbetleri ileriki yıllarda “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” adı ile kitaplaştırdı. Gene Ziya Nur’un basılmış Osmanlı Tarihi ve başka kitapları vardır. Son yıllarında geçirdiği kısmi felç fazla eser vermesini önledi, 1990 yılında ise vefat etti.)

Matbaaya genellikle akşamları yaşça daha ileri biri geliyordu. Elindeki, üzerine kalemle yazılmış dosya kâğıtlarını Ziya Nur’a veriyor, çok zor okunan bu yazıları beraberce tartışıyorlardı. Adını sordum Ziya Nur’a: Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu…

Adını elbette biliyordum. Türk milliyetçisi bir iktisatçı – sosyolog idi. İktisat fakültesinde öğretim üyeliği yapıyordu. Onun talebelesi olan bir arkadaşım anlatmıştı: Sınıfa erkence gelir, tahtaya o sırada Türkiye’de moda olan Sosyalizm’in çıkmazlarını anlatırmış.

Fındıkoğlu matbaaya gelince, benim sadece dinleyici olarak katıldığım üç kişilik bir sohbet başlar, saatlerin nasıl geçtiği belli olmazdı. Müthiş çalışkan biri idi Fındıkoğlu. Kitaplar yazar, dergilere makaleler hazırlar, elinden kalem düşmezdi. Kendisi Üsküdar taraflarında oturuyordu. Her akşam ve sabah gemi ile gidip gelirken gene yazar, yolcular onu tanırlar rahatsız etmemeye çalışırlardı. Bu gidiş gelişlerin bir de meyvesi vardı: “ Üsküdar Gazetesi” Fındıkoğlu tek başına, yazılarını kendisinin yazdığı aylık iki yapraklı küçük bir gazete çıkarıyordu. Bu gazetede Üsküdar her yönü ile tanıtılıyor, sona az basılan bu gazeteyi ücretsiz olarak dağıtıyordu.

(Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu 1910 yılında Erzurum’da doğar. Maceralı bir öğrencilik hayatı vardır. Bir kaç lise değiştirdikten sonra mezun olur, Edebiyat Fakültesine girer ve mezun olur. Bir süre öğretmenlik yapar. Tatmin olmaz iktisat fakültesine girer, orayı da tamamlar. Sonra fakültede asistan olarak kalır ve bu sahada ilerler. İstanbul iktisat fakültesinde sosyoloji ve sosyal siyaset dalında ihtisaslaşır, profesör olur. Aynı fakültede dekanlığa yükselir ve bu görevde iken 1974 yılında vefat eder. Hâla yeri doldurulamayan pek çok kitap yazar. Araştırma ve biyografiler yayınlar. Ziya Gökalp üzerine yaptığı incelemesi kitap haline gelir ve sahasının en önemli kaynak kitabıdır. Yazdığı binlerce makalesi hâla dergilerde, üzerinde araştırma yapacak çalışkan ilim adamlarını beklemektedir. Onun Sosyalizm isimli iki ciltlik kitabını yayın evimde basmak bana nasip oldu.)

Bir insanın bu kadar çalışkan olmasına şaşırıyordum. Ondan çok genç olmama rağmen , onun enerjisi benim başımı döndürüyordu. Düşünüyordum; acaba öğrencileri ve daha da önemlisi asistanları ona nasıl tahammül ediyorlardı ? Onu tatmin edecek bir asistan bulamayacağını düşünürdüm o zamanlar. Fakat bulmuş; aynı kendi gibi maceralı bir şekilde okuyan bir Anadolu Türkmen çocuğu: Mehmet Eröz…

***

Mehmet Eröz ile zannediyorum 1965 – 66 yıllarında her milliyetçi birbiri ile nasıl tanıştı ise öyle tanıştık. Pek hatırlamıyorum. Ama çok iyi dost olduk sık sık bizim kitapçı dükkanına gelir, sohbet ederdik onu dinlemek herkes için büyük bir zevkti. Her Türk milliyetçisi gibi vatanını ve vatan çocuklarını ihtirasla seviyor, bugün yaşadığımız tehlikeleri o günlerden görüyor, göstermek istiyordu.

Eröz 1930’da Söke’de doğmuş, maceralı bir öğrencilik yaşamış. Kendisi bir çiftçi çocuğu. Okuduğu liseyi bir ara yarıda bırakmış. Bir yıl kadar ailesi ile tarlalarda çalışarak çiftçilik yapmış. Sonra tekrar döndüğü liseyi bitirince İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne girmiş. Bitirdikten sonra fark derslerini vererek iktisat fakültesine girmiş. Fındıkoğlu, kendisi gibi maceralı bir eğitimden gelen, çalışkan, çok çalışkan bu genci yanına asistan olarak almış ve yetiştirmiş.

Eröz bunları anlatırken sanki normal bir hayat düzeni gibi anlatırdı. Çalışmak onun doğal hayatı idi. Sosyoloji ve sosyal siyaset sahasında çalışmanın güçlüğü onu hiç yıldırmadı. Yıllarca Türkiye’nin hemen her bölgesine giderek, aşiretleri, oymakları araştırarak, ora insanları ile konuşarak kitaplar hazırladı. En büyük tehlike olarak gördüğü Kürtçülüğü önlemek için, Kürt denen kişilerin esas soylarının ve tarihlerinin iyice incelenmesi için çalıştı. Anlatırdı: Kürt denen bir aşirete misafir oldum. Dede güzel türkçe konuşuyordu. Oğlu ancak askerlikte öğrendiği kadar konuşabiliyordu. Torunlar ise hiç Türkçe bilmiyorlardı. Adam; benim babamın adı Oğuz. Biz Türkmeniz, ama dilimizi kayıp etmişiz. Bunun kabahatlisi biz değiliz, diyordu. Eröz Karakeçili aşiretine gitmiş. Akrabalarının Söğüt civarında olduğunu söyleyince oradakiler şaşırmışlar. Kendileri, bilhassa kadın ve çocuklar tek kelime Türkçe bilmiyorlarmış. Bunları anlatır, çareler tavsiye eder ve yazardı. Benim yayın evimde yayınlanan “ Doğu Anadolu’nun Türklüğü” kitabı bu araştırmaların neticesidir.

Onun için ikinci büyük tehlike Alevi – Sünni çekişmesi idi. Uzun yıllardan beri, Osmanlı’dan bize kalan bu kötü mirasın ilmi yollarla çözüleceğine inanıyordu. Eröz, Alevilik – Bektaşilik konusunda bilimsel olarak araştıran, o gün için tek sosyologdu. Bu konuda hazırladığı ve yayınlanan kitapları hala önemli kaynaklardır.

Bir ara Türkeş Bey İstanbul’a gelince Necmettin Hacıemiroğlu’nun evinde toplandık. Eröz endişe duyduğu bu konuları uzun uzun anlattı. Türkeş bunları benim yayınladığım Milli Hareket dergisinde yazmasını istedi. Eröz, bu endişelerini yazar, bende dergide yayınlardım.

Eröz bıkmadan yazar, konferanslar verir, elbette bu arada memleketi Söke’yi de unutmazdı. Bir gün yazı ve fotoğraflar getirdi. Bunları Milli Hareket dergisinde yayınladık. Söke’ye büyük ekonomik katkı sağlayan Bafa Gölü kirlenme ve kuruma tehlikesi içindeymiş. Halkın balıkçılık da yaptığı bu gölün kurtarılmasını isteyen bir yazı idi. Fayda sağladı mı bilmem, ama bildiğim Eröz’ün vatanın en ufak bir zarar gördüğünü hissettiği an, hemen onun üzerine eğilmesidir.

Haber verdiler; Eröz İlim Yayma Cemiyeti’nde konuşma yapacakmış. Bir arkadaşımla beraber gittik. Onu davet etmişler ama halka duyuramamışlar. Üç beş kişi var-yok. Benim canım sıkıldı, onun çekip gideceğini düşündüm. Hayır; Eröz sanki karşısında yüzlerce kişi varmış gibi, bir sohbet havası içinde konuştu. Oradan beraber çıktık. “Ben bunlardan sıkılırım ama, madem davet ettiler, onun için geldim. Seni görünce rahatladım. Şimdi rahatım” demişti.

Son yıllarında gözlerinde görme problemi başlamıştı. İhmal etti mi bilmiyorum. Belki de beyni bu müthiş çalışmaya dayanamadı. Beyinde meydana gelen ur onu günden güne zayıflattı. Vefat haberi bütün milliyetçileri sarstı. Bizler, ondan daha çok şey bekliyorduk ama, taktir, olmadı. Cenazesine Ankara’dan kalkıp gelen Türkeş’in, Topkapı şehitliği içindeki Sakız Ağacı Mezarlığındaki haline baktım; evladını kaybetmiş bir baba gibi idi. Eröz, Türk milliyetçilerinin ve Söke’de kitapçılık yapan kardeşi Nihat Eröz’ün elleri ile toprağa verildi. 1986. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.

Ziyaret -> Toplam : 125,15 M - Bugn : 32165

ulkucudunya@ulkucudunya.com