Prof. Dr. Orhan Düzgüneş: Büyük Ama Mütevazı Bir İlim ve Dava Adamı
Orhan Kavuncu 01 Ocak 1970
Hayatı
Orhan Düzgüneş, 1917 yılında İstanbul Rumeli kavağında doğdu. Babası polis memuru Aziz Efendi Bulgaristan’ın Lofça şehrindendi. Annesi Geredeliydi. İlkokulu Gerede’de, liseyi Kastamonu’da bitirdi. 1938 yılında Yüksek Ziraat Enstitüsünden birincilikle mezun oldu. Aynı yıl Yüksek Ziraat Enstitüsünün Zootekni Enstitüsüne asistan oldu.
1946 yılında doktorasını tamamladı ve Amerika California Üniversitesine genetik çalışmak üzere gönderildi. Burada yaptığı Genetik Yüksek Lisansı ve bilimsel araştırmalarıyla temayüz eden hoca, ancak seçkin bilim adamlarının üye olduğu “Sigma Xi” isimli araştırma derneğine üyelik teklifi aldı.
1950 yılında yurda döndükten sonra Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde Zootekni Bölümünde verdiği Hayvan Islahı, Sığırcılık gibi dersler yanında Genetik ve Biyometri dersleri vermeye başlamış, bir süre sonra da Zirai Genetik ve İstatistik Kürsüsünü kurmuştur. 1951’de doçent, 1957’de profesör olan Orhan Düzgüneş, Türkiye’de Araştırma ve Deneme Metotları, Deneme Planlaması, Popülâsyon Genetiği, Kantitatif Genetik gibi disiplinlerin ziraat fakültelerinin bilimsel çalışmalarında önemsenmesinde başlıca rol oynayan büyük bir ilim adamıdır.
Hayatı boyunca bilimsel çalışmalardan geri kalmayan Orhan Düzgüneş, Macaristan, İskoçya, iki defa Amerika, İtalya, İspanya, Fransa, İsrail, Almanya ve Azerbaycan’da incelemeler yapmıştır. Hacettepe ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültelerinde İstatistik derslerini başlatan ve biyoistatistik bilim dalının kurulmasına öncülük eden bilim adamı, Prof. Dr. Orhan Düzgüneş’tir.
Bilimsel çalışmaları yanında, idari görevlerden de kaçınmayan Düzgüneş, 1968-70 yıllarında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanlığı, 1984’te Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü yapmıştır. İki dönem Ziraat Mühendisleri Odası Başkanlığı, Türk Ziraat Mühendisleri Birliği Başkanlığı yapmış, Türk Ziraat Mühendisleri Birliği Vakfı Başkanlığını ölünceye kadar uhdesinde taşımıştır. 1986 yılında Orhan Düzgüneş’e, TÜBİTAK “Hizmet Ödülü” verilmiştir. Tarım bakanlığında hayvan ıslahıyla ilgili çeşitli araştırma projesi, komisyon başkanlığı görevlerini hizmet şuuruyla bedelsiz olarak yapan Orhan Düzgüneş, “Türkiye’deki Tabii Gen Kaynaklarının Korunması” çalışmalarına da hayatının son zamanlarına kadar aktif bir şekilde katılmıştır.
Dekanlık yaptığı 1968-70 arası Türkiye’de marksist öğrenci hareketlerinin gemi azıya aldığı dönemlerdi. O yıllara kadar bilimsel ve mesleki çalışmalarından başka konularla ilgilenmeyen Prof. Dr. Orhan Düzgüneş, solcu öğrencilerin isteklerini önceleri hüsnü zanla ve sabırla dinlemiş, bir müddet sonra bu isteklerin saf öğrenci istekleri olmadığını, üniversiteye ve memlekete zararlı niyetlere dayandığını görünce de bunlara karşı durmaktan çekinmemiştir. Türkiye’de bölücü etnik fitnenin Marksist solcu gruplar içinde geliştiğini daha o yıllarda fark edebilen nadir insanlardandı. Neticede Fakülteyi işgal eden solcu öğrenciler, hocanın dekanlık makamını da işgal etmiş, koltuğunu pencereden aşağı sallandırarak yakmışlardır. Görevinden istifa eden hocamız ondan sonra vefatına kadar sol ideolojiyle ve her çeşit materyalist – pozitivist düşünceyle bilinçli olarak, aktif bir şekilde ve milliyetçi bir anlayışla mücadele etmiştir.
Bu cümleden olmak üzere, 1974-1979 yılları arasında Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği Başkanlığı yapmış, 1973 yılında Türk Ocakları Derneği Ankara Şubesi Başkanlığı’na, 1974 yılında da Türk Ocakları Derneği Genel Başkanlığı’na seçilmiştir. 1994 yılına kadar 20 yıl süreyle bu görevde kalan Orhan Düzgüneş 1989’da kurulan Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın 25 kurucusundan birisi olmuş ve Vakfa ciddi maddi katkılarda bulunmuştur.
Almanca ve İngilizce bilen, çok sayıda ilim adamının yetişmesine yardımcı olan Düzgüneş, konusuyla ilgili 14 kitap ve yüzün üzerinde bilimsel inceleme ve araştırma makalesi yayımlamıştır. Evli ve iki çocuk babası olan Düzgüneş, 27 Haziran 1996'da Ankara'da bir kalp krizi sonucu vefat etti ve Karşıyaka mezarlığına defnedildi.
İnsani İlişkileri, Ahlâk Anlayışı ve İnsanlığı
Prof. Dr. Orhan Düzgüneş ciddi, gani ve alçak gönüllü bir insandı¸ bilim ve dava adamı idi. Gerçek bir dost, büyüklerine saygılı, küçüklerine gerçek bir hami idi. Hocası Prof. Dr. İbrahim Yarkın’a sevgi dolu bir saygıyla muamelesi, hepimize örnek olacak bir nitelikteydi. Kin tutmazdı, affetmesini bilirdi. Dargınlığın Müslümanlara yakışmadığını Peygamber efendimizin bir hadislerinde ifade ettiklerini söyler, yüzde yüz haklı olduğunu veya doğrudan taraf olmadığını bildiğim, sonucu hakaret etmeye varan sert tartışmalardan bir müddet sonra bu hadisin gereği olarak davranır, muhataplarından helâllik ister, “büyüklük onda kalırdı”. Hem üniversitede her kademede talebesi olduğum, hem de milliyetçi çalışmalarda çoğu zaman yanında olduğum için bu davranışına birçok defa şahit olmuşumdur.
* * *
Neyse oydu. Hz. Mevlâna’nın “olduğun gibi görün” ilkesini Orhan Düzgüneş hocamda görmüştüm. Rol yapmazdı, yapamazdı. Geçmişini, gençliğinde milliyetçi bir camianın içinde bulunmamış olmanın eksikliğini her vesileyle anlatır ve içine girmiş olduğu camiaya çok değer verirdi. Alçak gönüllülüğüyle, camiaya mensubiyetini manevi bir huşu içinde algılar, başkanı olduğu ülkücü öğretmenlerin her birisini “milliyetçi” dünya görüşünü kendisine anlatan birer hoca olarak görür ve çok takdir ederdi. Milliyetçilikle, Türk tarihi ve kültürüyle ilgili birçok kitabı, dekanlığının bittiği 1968 yılından, yani 50 yaşından sonra okuyabilmişti. Ancak bir bilim adamı olmasının kazandırdığı engin kavrayışla, bu konuları kendisinden çok daha fazla okumuş birçok milliyetçi aydından daha iyi ve çabuk anlar, daha önce kimsenin görüp dile getirmediği hususları dile getirir ve alçak gönüllüğünü korurdu. Osman Oktay’a, dekanlıktan istifa ettikten sonra ÜLKÜ-BİR’in yönetim kuruluna nasıl girdiğini, Türk milliyetçiliği yolunda organize faaliyetlere böylece katıldığını, bunun hayatında önemli bir değişme meydana getirdiğini, içkiyi bırakıp ibadetlerini intizama soktuğunu, açıklıkla ve alçak gönüllülükle anlatır.[1]
Hoca için küçük bir iş yoktu. Her işi ciddiye alırdı. Asistanıyken danıştığım her konuda hocanın ciddiyetle, konuyu enine boyuna kavrayarak ilgilendiğini, yol gösterdiğini hatırlarım. Öğrenciler anlamadığı bir konuyu rahatlıkla sorabilirdi. O da üşenmeden zaman ayırırdı. Öğrenmek isteyeni geri çevirmezdi.
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinde Dekanlık yapmıştı. Fakültede büyüğünden küçüğüne herkesin saygısını kazanmıştı. İdeolojik olarak karşısında olanlar, dekanlığı sırasında odasını basıp koltuğunu yakanlar bile ona saygı duyardı. O da, bilimsel ve/veya insani değeri olduğunu sandığı birisine, ideolojik olarak kendisine yakın uzak demeden yardımcı olur, gerekirse elinden tutardı. Dindar ama aynı zamanda gani gönüllü bir insan olduğu için kendisine başvuran her insanı hüsnü zanla karşılardı.
Aydın Anlayışı
Aydın olmayı çok iyi anlamış ve özümsemişti. Bir yazısında aydın olmayı şöyle açıklıyordu: “Bizde ‘Münevver’, Lâtincede ‘İntellectus’tan iştikak eden ‘intellectual’ veya “intelligent’ kelimelerinin ifade ettikleri manalara gelmekte idi. Intellectus, hadiseleri sebep ve şartları ile değerlendirme, iyiyi kötüden ve doğruyu yanlıştan ayırma, iyinin ve doğrunun yanında olma, ilim ve mantık kurallarına uyma kabiliyet ve alışkanlığıdır.”
Orhan Düzgüneş hocama göre, okumuş, en yüksek seviyede tahsil görmüş olmak aydın olmanın en önemli unsurudur; ancak her okumuş kişinin yukarıda tanımlanan aydın (münevver) kişi sayılmayacağını işaret eder: “Aydını cemiyet yetiştirir. Okumuş adamın yeterli görüldüğü bir cemiyette aydın yetişmez. Olanlar da eskiden kalmış köhne kişiler olarak telâkki edilir. Bu nadir insanlara itibar eden, devletin eğitim politikasının böyle insanlar yetiştirmek olduğunu savunanlar ise gerici olarak nitelenir.”
Ona göre gerçek aydın “milletine hizmet” şuuruyla amel eder, yani aydın olmanın mümeyyiz vasıflarından birisi “milliyetçi” olmaktır. Bu düşüncesini Osman Oktay’ın kendisiyle yaptığı bir mülâkatta şöyle anlatır: “Yüksek Öğretim Kurumlarında milli birliğin tesisinde ve milletçe yükselme ülküsünün gerçekleşmesinde Türk Milliyetçiliğini benimsemenin rolü ve önemi, bu millete mensubiyetin büyük bir mutluluk ve manevi huzur kaynağı olduğu gereği gibi işlenmemekte, gençlere benimsetilmeğe çalışılmamaktadır. Türk Ocakları şubelerini öncelikle Yüksek Öğretim kurumlarının bulunduğu yerlerde açma kararımız bu eksikliği gidermeğe matuftur.”[2]
Tabii “milliyetçi” olmanın üzerimize yüklediği önemli görevlerden birisi “aydın” olmak, diğeri de “aydın” yetiştirmektir. Bunu aynı mülâkatta şöyle dile getirir: “Gençlere daima yeni şeyler öğrenmeye çalışmalarını, okul imkânlarını çok iyi değerlendirmelerini, okul bittikten sonra da mesleklerindeki yenilikleri takip etmek üzere okumalarını, ilmi ve mesleki toplantılara katılmalarını, gelecek nesillere kendileri ile öğünecekleri eserler bırakmayı ideal olarak benimsemelerini tavsiye derim.”[3] Gelecek nesillere öğünecekleri eserler bırakma ülküsünden, daha önce de, 1987’de Ankara Türk Ocağında gençlerle yaptığı bir sohbette bahsetmişti. Milliyetçi münevvere, yani Türk Ocaklıya yüklediği en önemli görev belki de buydu.
İlmi Çalışma ve Araştırma Anlayışı
İlmi araştırma, hocamın zevkle yaptığı bir “meslek” idi. Bununla birlikte, hayvan ıslahı gibi doğrudan uygulamaya dayanan bir alanda çalışıyordu. Ayrıca şahsen de, günlük olaylardan, kısaca hayattan kopuk değildi. O yüzden birçoklarının tersine bilgisini içselleştirmiş, hayat tecrübesiyle birleştirebilmiş bir insandı. Bütün bu özellikleri pratik zekâsıyla da birleşince ortaya nazari bilgilerini ve bunlardan geliştirdiği kanaatlerini, hayatın her alanında kullanabilen meziyet sahibi, erdemli ve mütevazı bir insan profili ortaya çıkıyordu.
1984 yılında, mesai arkadaşları olan talebeleri ile birlikte hazırladığı İstatistik Metotlar -1 kitabının tashihini yapıyordu, benim de okumamı istemişti. Bir yerin düzeltilmesi gerekiyordu. Sohbet oradan açıldı ve şöyle anlattı: “Zeliha (rahmetli eşi Prof. Dr. Zeliha Düzgüneş), çok titiz ve mükemmeliyetçi bir insandı. Ben bu İstatistik kitabımın ilk baskısını (1952 yılında Devlet İstatistik Enstitüsü, şimdi Türkiye İstatistik Kurumu, basmıştı) yazarken hep ‘şu konu eksik, bunu da ekleyeyim, şu hipotez kontrolü metodu yeni bulundu, onu da çalışıp koyayım filan derken baktım ki kitabı tamamlayıp bastırmam mümkün olmayacak. Baskıya böylece vereyim de sonraki baskılarında ekleme, genişletme işlerine bakarım’ dedim ve gerçekten de öyle oldu, sonraki birçok baskısında İstatistik Metotları kitabım biraz daha genişledi, bak bugün İstatistik Metotları – 1 ve İstatistik Metotları – 2 diye iki kitap haline geldi. Rahmetli Zeliha ise, taksonomiye kazandırdığı böcek türleri olduğu halde, o böceği de ekleyeyim, bu böcek olmadan kitap olmaz filân diyerek bir Entomoloji kitabı hazırlayamadan gitti.”
“İlmi araştırmalarda ve deney tertiplemede dikkat edilecek hususlar” veya “araştırmacının özellikleri” diye anlattığı ve bizlere de benimsetip öğrettiği hususlar, konuyla ilgili başka hiçbir kitapta hocanın anlattığı kadar güzel anlatılmamıştı. Güzellik, “bilimsel” olmanın “insan” olmanın gereklerini unutturmaması gerektiğini idrak etmiş olmasından kaynaklanıyordu.
Bilgi, bilmediklerinin çokluğunu da öğrettiği nispette kıymetlidir. Orhan Düzgüneş bunu idrak etmiş bir ilim adamıydı. Bir sohbetimizde “bilginin tamamı bir küme olsun, bunun içinde bir insanın bildikleri bir alt küme oluşturur, geri kalan, yani bilmedikleri de bunu tamamlayan alt kümedir. İnsan, bu iki alt kümenin kesişim çizgisi olarak algılar bilmediklerini. Dolayısıyla bildiklerine ilişkin alt küme büyüdükçe, kesişim de o kadar büyür” gibi şeyler söyleyince, 1960’larda Erzurum’da Genetik dersi verdiği bir sınıfta yaşadığı bir olayı hatırlamıştı. Derste bir önceki hafta anlattıklarıyla ilgili bir soru sormuş, soruyu kimse cevaplayamamış, hoca biraz da kızarak ısrar edince bir genç çekinerek el kaldırmış, hoca da ümitle “söyle oğlum” deyince, delikanlı “hocam biz onu nerden bilelim. Onu Allah bilir” diye cevap vermişti. Hoca önce büsbütün kızmış, fakat sonra çocuğun cesaretini ve samimiyetini dikkate alarak sakince şu cevabı vermişti: “Evladım, sen bu sorunun cevabını öğren, geriye yine Allah bilir diyeceğin şeyler kalır. Onları da öğren geriye yine Allah bilir diyeceğin şeyler kalır. Ne kadar çok şey öğrenirsen ‘Allah bilir’ diyeceğin şeylerin sayısı da o kadar artar.”
Çok önem verdiği, kanaat geliştirmeye çalıştığı bir konu “Canlıların Evrimi” idi. Bilimsel olmanın ciddiyet olduğunu, bilim adamının iyi bilmediği konularda öğrenmeden ahkâm kesmemesi gerektiğini, öğrenmek için sarf ettiği yoğun çabadan sonra da sözlerini dikkatle ve çok iyi düşünerek söylemesi gerektiğini, Evrim çalışırken ve sohbet ederken görmüştüm. Bu yazıda alıntı yaptığım yazılarında da görüldüğü gibi çok düşünerek yazar, her cümlesi yoğun bir emeğin ürünü olurdu. Konuşurken de öyleydi. Bir tür içindeki alt grupların birbirinden farklılaşmasına yol açan genetik ve çevre amillerini, türler arası farklılaşmaya da uygulamaya çalışan Darwinci telâkkilere daima mesafeli olmuştu. Ama bu dikkati, bu amillerin varlığını inkâr etmeye de hocamı hiçbir zaman götürmemişti.
Millet ve Milliyetçilik Anlayışı; Türk Ocaklarının Görevlerine İlişkin Görüşleri
“İnsan” olmanın, “âlim” olmanın yanına “milliyetçi” olmayı da ekleyince, ortaya Orhan Düzgüneş misali bir “münevver” çıkıyordu.
O devletin sevk ve idaresinde gevşeme olmamasını istiyor, demokrasinin başıboşluk olduğu kanaatinden yararlanmak isteyen şer kuvvetlerin teşkilâtlanacağını söylüyordu. Güvenlik güçlerinin bunları önlemesinden memnuniyet duymakla beraber, asıl meselenin “bu gibi yıkıcı ve bölücü anarşik faaliyetlerin hiç olmamasını veya en azından münferit olaylar olarak kalmasını sağlamaktır” diyordu. “Bu da ancak çocuklarımızın, Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşlarımızın ve diğer Türk toplumlarının ümidi olduğunu ve bu devleti dünya devletleri arasında üst seviyelerde bir mevkie yüceltmek gerektiğini, bunun da her şeyden önce milli birliğimizin pekiştirilmesi ile sağlanabileceğini idrak etmeleri ile mümkündür.”[4]
Türk Ocağı Ankara şubesinde 1987’de gençlerle yaptığı bir sohbette, yukarıda da bahsettiğim gibi milliyetçi bir aydın olmanın gereği olarak şöyle söylüyordu: “Atalarımızın yaptıkları ile öğünüyoruz. Gelecek nesillere övünecekleri bir şeyler bırakmazsak, onlar da bizim övündüklerimizle övünürse o zaman terakki olmaz. Onun için sevgili gençler ülkünüz, gelecek nesillere övünecekleri eserler bırakmak olsun. Buna tarih yapma şuuru da diyebilirsiniz” demişti.
Türk Ocaklarının sorumluluklarını anlattığı bir yazısında, “millet olarak içinde bulunduğumuz şartlar bizleri bir yandan nerelerden geçerek nerelere geldiğimizi bilmeye ve bundan sonra olabilecekleri azami isabetle tahmin etmeye, bir yandan da ilgilendiğimiz alanlarda fikri ve ameli olgunluğa erişmeye zorlamaktadır” diyordu. Bu hususu bütün vatandaşlara kabul ettirmeye çalışmak ve o vatandaşlara bu konularda doğrudan ve dolaylı olarak yardımcı olmak, Türk Ocaklarının sorumlukları arasındaydı. “Yurdumuzun tabii kaynaklarını, yüksek kabiliyetli insan varlığını, jeopolitik ve stratejik mevkiini gereği gibi değerlendirerek tekrar güçlü bir Türk Devleti” geliştirmemiz mümkündür. Türkiye’de böyle bir gelişmeyi istemeyen yabancı güçler, içte ve dışta şer kuvvetler teşkilâtlandırmıştı. Türk Ocakları, bu şer kuvvetlerin gelişmeyi çeşitli yollardan engelleme faaliyetlerini etkisiz kılmak için mahalli ve merkezi devlet kurumlarıyla ve üniversitelerle yardımlaşmalıdır. Ocakların faaliyetlerine mülki erkânın, belediye başkanlarının ve garnizon komutanlarının katılması bu anlamda kuvvetli bir manevi destek olmaktadır. “Ocaklarımızın faaliyetlerini hiçbir siyasi partinin lehinde veya aleyhinde olmadan yürüttüklerinin, yalnız kamu yararına hizmet eden milli kuruluşlar olduklarının bilinmesi ve öğrenilmesi, başarılarımız için çok mühim bir dayanak teşkil etmektedir.”[5]
Samimi bir Atatürkçü idi. Onun Atatürk sevgisi, Atatürk’ü yakından görmüş, belki onunla sohbet eden gençler arasında yer almış olmaktan kaynaklanan tabii bir sevgiydi. Cumhuriyetin ilk neslindendi. Yıkılmış bir imparatorluğun enkazı içinden yeni bir devlet kurulmasını müşahede eden bu ilk nesildeki Atatürk sevgisi berraktı, saftı, samimiydi. Türk Ocakları da Atatürk İlke ve İnkılâplarını gençliğe benimsetme ve sevdirme işini, üniversitelerdeki “Atatürk İlke ve İnkılâpları” dersinin soğuk ve resmi havası yerine, daha sevecen ve gönüllülük esası olan bir ortamda yapıyordu, yapmalıydı. Türk Ocaklarını çok önemli bulurdu, devletin yardımcısı, hatta devleti temsil eden gönüllü bir sivil toplum kuruluşu idi. Vatandaşlık anlayışı da öyleydi. Her vatandaş devleti temsil ediyordu; bunu idrak ederek davranışlarını düzenlemeliydi.
Türk Ocaklarının gayelerini anlattığı yazısında bu gayeleri şöyle sıralar:[6]
- Milli Birlik ve bütünlüğümüzü parçalatmamak, bilâkis pekiştirmek, bunun için bütün vatandaşlarımızın Türk olmaktan gurur duymalarını temin etmek üzere milletimizin her alandaki üstün meziyet ve başarılarını anlatmaya ve benimsetmeye çalışmak
- Bugün topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmiş, eski satvetini yitirmiş bir devletin vatandaşları olmak talihsizliğinden dolayı vatandaşlarımızın bir aşağılık ve küçüklük duygusuna kapılmasını önlemek. Bunun için de milli kültür, örf ve adetlerimizi, vatan ve millet sevgisini, devlete bağlılık şuuru gibi meziyetlerimizi kaybetmediğimiz takdirde sahip olduğumuz imkânları da değerlendirerek yeniden güçlü bir Türk Devleti geliştirmenin mümkün olduğu görüş ve inancını herkese ve özellikle gençlerimize aşılamak.
- Basının gayrı milli, hatta milli değerleri tezyif edici ve dilimizi bozucu, fakirleştirici, yayınlarını takip ve tespit ederek bunları ilgililere ve kamuoyuna duyurmak
- Okullarda din ve ahlâk, vatandaşlık, musiki, tarih ve sanat tarihi başta olmak üzere hemen bütün derslerde öğrencilere gurur duyacakları meziyetlerimiz ve devlet, vatan, millet yolunda heyecan duyacakları, mukaddes sayacakları görevlerin idrakini verecek öğretmenler yetiştirme ve bunların sayılarını artırma ihtiyacını anlatmak. Bunun için öğretmen yetiştiren yüksek öğrenim kurumlarına öğrencilerin özel olarak seçilmesi ve eğitilmesi için yollar geliştirmek ve bunların uygulanması için bir baskı unsuru olmak
- Üniversite gençliğinin milli heyecanlara sahip ve milliyetçi bir şuurla yetişmesi için üniversite derslerinin bıktırıcı ve not alma mecburiyeti gibi soğuk havası yerine, Türk Ocaklarının sağladığı ortamlarda gençlerin bulunmasını sağlamak. Gençlere atalarımız gibi gelecek nesillerin rahmetle ve gurur duyarak yâd edecekleri eserler meydana getirme, en azından dürüst, çalışkan ve milliyetperver olma hevesi vermek.
- Türkiye dışındaki çok geniş ve kalabalık Türk nüfusun yaşadığı coğrafyayla, problemleriyle, bizimle ve birbirleriyle müşterek örf adetleri, dilleri ve kültürel özelikleriyle ilgili bilgiler vermek.
Bir topluluğu millet yapan müşterekler üzerinde her vesileyle durur ve Türkiye’de yaşayan her etnik gruptan vatandaşlar arasındaki benzerliğin, Amerikalıların kendi aralarındakinden çok daha fazla olduğunu söylerdi. “Zaman zaman bize Türk Ocakları olarak Türk Milliyetçiliğinden söz etmemizin milli birliği temin bakımından sakıncalı olduğu, böylece meselâ Kürt Milliyetçiliğini savunanlara haklılık kazandırdığımız ifade edilmiştir. Bunlara karşı cevabımız şöyle olmuştur: Biz Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütün vatandaşlarını Türk Milliyetçisi olarak görüyor ve bütün vatandaşların kendilerini Türk Milliyetçisi olarak görüp bununla iftihar etmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Bu cevabın bizim Türk Milliyetçiliği anlayışımızı da açıklamış olacağını ümit ediyoruz.”[7] Türkiye’yi bölmek isteyenlerin bugün etnik fitne diye ifade ettiğimiz taleplerine ve terör faaliyetlerine karşı kafa yormuş, 1990’lı yılların başlarında Türk Ocaklarında “Güneydoğu Anadolu” konusunda çalışma yapılması taleplerini heyecanla karşılamış ve benimsemişti.
Bu gibi, Türklüğü bir etnisite olmaktan ibaret görüp, ana dili Türkçe olmayan vatandaşlarımızın bu etnisiteye mensup olmamasını, Türk milletine de mensup olmamak gibi görenlere her zaman Amerikan milletini örnek verirdi. Birçok ayrı etnisiteden gelen insanlar, Amerikan vatandaşı olmakla iftihar ediyordu. Bu vatandaşlığın, Amerikan milletine mensup olmak gibi bir kimliğin benimsenmesinde nasıl yeterli ve etkili olduğunu takdirle anlatır ve Türk Milletinin oluşmasının da benzer bir şekilde, ama çok daha önceden başlamış olduğunu ve Amerikan kültüründen daha mütekâmil bir Türk kültürü oluştuğunu söylerdi. “Türk Ocakları Türk Toplumunda kültür birliğini sağlamak ve korumak vazifesini üstlenmiş bir teşekküldür. Bazı malum kişi ve kuruluşların toplumumuzda önemli kültürel farklılıkları olan grupların varlığından söz ettiklerini, bunu da hangi masatla yaptıklarını biliyoruz. Biz Türk Ocakları olarak sözü edilen farklılıkların bir bütünün motifleri oldukları görüşüne yeni dayanaklar bulmaya, geliştirmeye ve bu görüşü Türk Milletinin bütün fertlerine kabul ettirmeye çalışmak durumundayız.”[8]
Türk Ocaklarına gösterilen ilginin azlığından hep ıstırap duydu. Üniversite idarecilerinin ve öğretim üyelerinin Türk Ocaklarının faaliyetlerine karşı ilgisiz, hatta kimi zaman düşmanca tavırlarını hayretle ve tereddütle karşıladığını söylerdi.
Türk Ocaklarının kuruluşu, ilkeleri hakkında şu söyledikleri bugün hala iştiyak duyarak benimsediğimiz ve tekrar ettiğimiz mefahirimizdir:
“Türk Ocakları Osmanlı Devletinin asli unsuru olan Türk Milletinin, diğer unsurların bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine karşı direnmek, milli varlığı korumak ve yüceltmek mecburiyetinde kaldığı bir dönemde, Türklük şuurları ve heyecanları yüksek genç askeri tıbbiyelilerin teşebbüslerini değerlendiren Cemiyet içinde tanınmış sivil Türk Milliyetçileri tarafından 1912 yılında kurulmuştur. Her ne kadar zaman zaman faaliyetlerini durdurmak mecburiyetinde kalmış ise de, gönüllerde ve dosyalarda varlığını muhafaza etmiş milli bir teşekkül olarak 1986 yılından itibaren eski dönemlerdeki etkinliğini kazanmak üzere çok elverişsiz şartlarda, büyük bir gayret ve feragatle çalışmaya koyulmuştur. … Türk Ocakları’nın bir meslek teşekkülü veya siyasi bir teşekkül olmadığını bu vesileyle bir daha tebarüz ettirmek istiyorum. Türk Ocakları, gönülleri Ocağımızın Türk Milleti için de mukaddes sayılması gereken mefkûresine bağlı, her meslekten, her eğitim seviyesinden ve her siyasi görüşteki bütün vatandaşlara açıktır. Şimdiye kadar bu bakımlardan herhangi bir tefrik yapılmamıştır.”[9]
Aziz hocam, bana telkin ve tahmil ettiğiniz vazifelerin hepsini benimsiyorum. Sizin tavsiye ettiğiniz gibi, sizin gibi bir insan olabilmenin ne kadar zor, ama gerekli olduğunu idrak ediyorum. Sizin ruhunuzun muazzep olmaması için, mutmain olması için daha çok çalışacağım hocam. Hakkınızı helâl edin. Allah sizden razı olsun Mekânınız cennet olsun. Nur içinde yatın kıymetli hocam, benim büyük hocam, can hocam, sevgili hocam! El Fatiha.
[1] Türk Yurdu, Ocak 1991, Osman Oktay, “Prof. Dr. Orhan Düzgüneş ile Mülakat”, sayı: 387, Sayfa: 4 - 7.
[2] Türk Yurdu, Ocak 1991, Osman Oktay, “Prof. Dr. Orhan Düzgüneş ile Mülakat”, sayı: 387, Sayfa: 4 - 7.
[3] Türk Yurdu, Ocak 1991, Osman Oktay, “Prof. Dr. Orhan Düzgüneş ile Mülakat”, sayı: 387, Sayfa: 4 - 7.
[4] Türk Yurdu, Ocak 1991, Osman Oktay, “Prof. Dr. Orhan Düzgüneş ile Mülakat”, sayı: 387, Sayfa: 4 - 7.
[5] Türk Yurdu, Kasım 1989, Orhan Düzgüneş, “Sorumluluklarımız”, sayı: 373, Sayfa: 3 - 4.
[6] Türk Yurdu, Kasım 1989, Orhan Düzgüneş, “Sorumluluklarımız”, sayı: 373, Sayfa: 3 - 4.
[7] Türk Yurdu Kasım 1992, Orhan Düzgüneş, “Kuruluşunun 80. Yılında Türk Ocakları”, Sayı: 409, sayfa: 3-4.
[8] Türk Yurdu, Aralık 1988, Orhan Düzgüneş, “Türk Ocakları ve Milli Eğitim”, Sayı: 369, Sayfa: 5-6.
[9] Türk Yurdu, Kasım 1992, Orhan Düzgüneş, “Kuruluşunun 80. Yılında Türk Ocakları”, Sayı: 409, sayfa: 3-4.