« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

18 Tem

2016

NECMEDDÎN-i KÜBRÂ

Hamid Algar 01 Ocak 1970

Ebü’l-Cennâb Necmüddîn-i Kübrâ Ahmed b. Ömer el-Hîvekî el-Hârizmî (ö. 618/1221)

Kübreviyye tarikatının kurucusu.

540’ta (1145) Hârizm’in Hîve şehrinde doğduğu kabul edilmekteyse de bu tarih kesin değildir. Moğollar’ın Hârizm’i işgali (618/1221) sırasında yaklaşık seksen yaşında olduğuna dair rivayetleri dikkate alarak bu tarih birkaç yıl ileriye götürülebilir. Onun Kübreviyye tarikatına adını veren Kübrâ lakabı, Kur’an’da haşir gününü simgeleyen “et-tâmmetü’l-kübrâ” (en-Nâziât 79/34) ifadesinin kısaltılmış şeklidir. Necmeddin adıyla birlikte bu lakabın ona üstün zekâsı ve giriştiği ilmî tartışmalarda kesinlikle galip gelmesi sebebiyle gençliğinde hocası tarafından verildiği kaydedilmektedir. Bazı müridlerinin ona “âyetullâhi’l-kübrâ” lakabını verdikleri de rivayet edilir. Müridlerini velâyet makamına erdirdiği için de “şeyh-i velî-tırâş” unvanıyla tanınmıştır.

Necmeddîn-i Kübrâ dinî eğitime önem veren ticaretle meşgul aile ortamında yetişti. Çocukluğunda kumaş dükkânlarını hırsızlardan korumak için dükkânda gece yalnız başına kaldığını, bu sırada aklını başından alan bazı hayaller gördüğünü anlatır (Fevâ?ihu’l-cemâl, s. 51) Onun bu ifadelerinden, tasavvufa intisap ettiği dönemde sık sık karşılaştığı müşâhedelerin kökeninin hayatının ilk dönemlerine kadar uzandığı anlaşılmaktadır. Gençlik yıllarını Hârizm’de geçiren Necmeddîn-i Kübrâ daha sonra ilim tahsili için memleketinden ayrıldı. Nîşâbur’da Ebü’l-Meâlî Abdülmün‘im b. Ebü’l-Berekât el-Ferâvî’den, Hemedan’da Ebü’l-Alâ el-Hemedânî ve Muhammed b. Ebû Süleyman el-Hemedânî’den, İsfahan’da Ebü’l-Mekârim Lebbân ve Ebû Ca‘fer es-Saydalânî’den, Mekke’de Ebû Muhammed et-Tabbâh’tan, İskenderiye’de Ebû Tâhir es-Silefî’den hadis okudu. Fevâ?ihu’l-cemâl adlı eserinde anlattığına göre İskenderiye’de iken rüyasında Hz. Peygamber kendisine “Ebü’l-Cennâb” (dünya ve âhiretten kaçınan) künyesini vermiş, hadisle meşgul olduğu için onu övmüş ve gecelerini Kur’an okumaya ayırmasını tavsiye etmiştir.

Necmeddîn-i Kübrâ, otuz beş yaşına kadar ilim tahsilini sürdürdükten sonra intisap edebileceği bir şeyh aramaya koyuldu. Bu dönemde Dizfûl şehrinde iken hastalandı ve şehrin tanınmış sûfîlerinden İsmâil Kasrî’nin dergâhında misafir edildi. Şeyh gece yanına gelip kendisini semâ âyinine davet edince dervişlerin âyin sırasında çıkardığı seslerden rahatsız olmasına rağmen semâa katıldı ve bu sırada iyileştiğini farketti. Ertesi gün İsmâil el-Kasrî’ye intisap etti. Zâhir ilimleri alanındaki geniş bilgisinin onda kibre yol açabileceğini anlayan İsmâil Kasrî, onu terbiye ve irşad için Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin halifesi Ammâr-ı Yâsir el-Bitlisî’ye gönderdi. Ancak sükûnetini koruyamayıp kendini şeyhinden üstün görme hayaliyle tarikat âdâbına aykırı bazı davranışlarda bulunması üzerine Bitlisî ona Kahire’de olan Kâzerunlu Rûzbihân el-Vezzân el-Mısrî’nin yanına gitmesini emretti. Menkıbeye göre Necmeddin, Şeyh Rûzbihân’ı hankahında çok az miktarda bir su ile abdest alırken bulmuş, şeyh onun üzerine birkaç damla su serpmiş, Necmeddin bu birkaç damla suyu kulağında şiddetli bir yumruk darbesi olarak hissetmiş ve bilincini yitirmiştir. Mısır’a gitmesindeki amaç gerçekleşince bir sonraki sülûk aşaması için tekrar Ammâr Yâsir’in yanına dönmüştür. Daha sonraki nesillerce anlatılagelen bu menkıbe, Kübrevî silsilesinin önemli halkalarından Alâüddevle-i Simnânî tarafından rivayet edilmiş ve Simnânî’nin müridi İkbâl Sîstânî tarafından yazıya geçirilmiştir (Çihil Meclis-i ?Alâ?üddevle-i Simnânî, s. 227-230).

Kübrevî silsilesinin diğer önemli bir şeyhi olan Kemâleddîn-i Hârizmî’nin Necmeddîn-i Kübrâ’nın tasavvufa intisap ettikten sonraki ilk dönemi Hakkında verdiği bilgi yukarıdaki rivayetten oldukça farklıdır. Hârizmî’ye göre Necmeddin, İskenderiye’de hadis çalışmalarını tamamladıktan sonra Kahire’de Rûzbihân el-Vezzân’ın halkasına katılmış, onun terbiyesi altında çeşitli dönemlerde erbaîn çıkarmış, belli bir seviyeye ulaşınca şeyh onu kızıyla evlendirmiştir. İkinci çocuğunun doğumundan sonra Ferrâ el-Begavî’nin Mesâbîhu’s-sünne’sini müellifin talebelerinden Umdetüddin Ebû Mansûr et-Tûsî’den okumak için Tebriz’e gitmiş, burada karşılaştığı meczup bir derviş olan Baba Ferec’in kendisini ilimle meşgul olmaktan caydırıp ona eski bir derviş elbisesi giydirmesi mânevî hayatında gelişme kaydetmesine vesile olmuştur. Hârizmî onun Ammâr Yâsir ve İsmâil el-Kasrî tarafından irşad edildiğini, İsmâil el-Kasrî’nin ona sülûkünü tamamlamasının ardından Hârizm’e dönmesini emrettiğini söyler.

İkbâl Sîstânî ve Kemâleddîn-i Hârizmî rivayetlerinden hangisinin doğru olduğunu söylemek mümkün değilse de Fritz Meier, uzun bir tahkikten sonra İkbâl Sîstânî rivayetinin daha mâkul olduğu neticesine varmaktadır (Fevâ?ihu’l-cemâl, neşredenin girişi, s. 14-40). Her iki rivayette Rûzbihân el-Mısrî, Ammâr Yâsir el-Bitlisî ve İsmâil el-Kasrî’nin adı geçtiğine göre Necmeddin’in bu üç şeyhle irtibatı olduğu muhakkaktır. Ancak Necmeddin eserlerinde sadece Ammâr Yâsir’in adını zikretmekte, onun gözetiminde çıkarmaya başladığı ilk erbaîni on gün sonra nasıl bıraktığını, bunun üzerine şeyhin kalan günleri tamamlaması için kendisini nasıl azarladığını anlatmaktadır (a.g.e., s. 59-60).

Necmeddîn-i Kübrâ, 580’de (1184) Hârizm’e döndükten sonra hayatını sayılarının altmış kadar olduğu kaydedilen müridlerin terbiyesine vakfetti. Mecdüddin el-Bağdâdî, Necmeddîn-i Dâye, Radıyyüddin Ali Lala, Sa‘deddîn-i Hammûye, Cemâleddîn-i Cîlî, Baba Kemâl-i Cendî ve Seyfeddin-i Bâharzî önde gelen müridleri arasında zikredilir. Abdurrahman-ı Câmî’ye göre Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Bahâeddin Veled de Necmeddîn-i Kübrâ’nın müridlerindendir (Nefehâtü’l-üns, s. 459). Ancak ne Bahâeddin Veled’in ne Mevlânâ’nın eserlerinde Necmeddîn-i Kübrâ’dan ima ile de olsa bahsedilmekte, ne de doktrin açısından onun görüşleri yer almaktadır. Benzer bir iddia da Ferîdüddin Attâr’ın Necmeddîn-i Kübrâ’nın mensuplarından olduğu hususudur. Buna karşılık onun tasavvuf aleyhtarı Fahreddin er-Râzî ile Hârizm’de göRüştüğü rivayeti gerçektir. Adını belirtmediği bir vezir tarafından ziyaret edildiğini söyleyen Necmeddîn-i Kübrâ’nın bir ifadesinden (Fevâ?ihu’l-cemâl, s. 74) Hârizm sarayı ile iyi ilişkiler içinde olduğu anlaşılmaktadır. Başta gelen halifelerinden Mecdüddin el-Bağdâdî’nin kardeşi Bahâeddin’in Hârizmşah’ın sarayında olması da bu ilişkiyi onun temin ettiğini göstermektedir.

Necmeddîn-i Kübrâ, Moğollar’ın 618 (1221) yılında Hârizm’in merkezi Gürgenç’te gerçekleştirdikleri katliam sırasında öldü. Reşîdüddin Fazlullah’a göre (a.g.e., neşredenin girişi, s. 53). Cengiz Han, Necmeddin’e şehri terketmesi için izin vermiş, ancak o şehir yakılıp yıkılırken hayatının bağışlanmasını kabul edemeyeceğini söylemiştir. Yâfiî ise Necmeddîn-i Kübrâ’nın katliamdan önce aralarında Sa‘deddîn-i Hammûye ve Radıyyüddin Ali Lala’nın da bulunduğu müridlerine şehri terketmelerini emrettiğini, ardından savaşa girip şehid olduğunu kaydeder (Mir?âtü’l-cenân, IV, 41-42). Diğer bir rivayete göre Moğol saldırısını engellemek maksadıyla duasını talep etmeleri için müridlerini Buhara’ya Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye göndermiştir. Onun Gucdüvânî’ye hürmet ettiğini gösteren bu rivayet şüphesiz Gucdüvânî’nin Nakşibendî muakkiplerinin bu husustaki arzularını yansıtmaktadır.

Reşîdüddin’e göre katliamda ölenlerin çokluğundan dolayı Necmeddîn-i Kübrâ’nın cesedi bulunamamıştır. Yâfiî ise cesedin bulunduğunu ve enkaz haline gelen hankahına defnedildiğini söyler (Fevâ?ihu’l-cemâl, neşredenin girişi, s. 53; Yâfiî, IV, 42). Gürgenç’in (Köhne Ürgenç) dışında Necmeddîn-i Kübrâ’ya atfedilen bir kabir ve onun adına tesis edilmiş bir zâviye günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. İbn Battûta 732’de (1332) Hârizm’i ziyareti es-nasında türbeden bahseder ve zâviyede yolculara yemek dağıtıldığını söyler. Rus arkeologu A. Y. Yakubovski 1929 yılında, araştırmaları sonucunda türbenin 1321-1333 yılları arasında ayakta olduğu kanaatine vardığını belirtir. Şifahî geleneğe göre türbe Timur tarafından yaptırılmıştır. Bu rivayet Timur’un türbeyi tamir ettirmesi ve genişletmesiyle ilgili olmalıdır. Türbe XIX. yüzyılda Hîve Hanı Muhammed Emin Han tarafından onarılmıştır. Kaçar bürokrat ve edebiyatçısı Rızâ Kulı Han Hidâyet diplomatik bir görevle Hârizm’e gittiğinde türbeyi ziyaret etmiş ve o dönemdeki durumu Hakkında bilgi vermiştir. Sovyet devrinde ziyaretçisi azalmakla birlikte türbe XIX. yüzyıldan bu yana ilgi odağı olmaya devam etmektedir.

Eserleri. 1. el-Usûlü’l-?aşere. Necmeddîn-i Kübrâ’nın en tanınmış ve en etkili eseri olup Akrebü’t-turuk adıyla da bilinir. Kitap seyrü sülûkün üç mertebesiyle başlar. İlk mertebe muâmelât ehlinin (zâhirî amelleri ifa edenlerin), ikinci mertebe mücâhede ve riyâzet ehlinin, üçüncü mertebe Allah’a doğru mânen seyrü sefer edenlerin yoludur. Allah’a en yakın yol (akrebü’t-turuk) bu üçüncüsüdür. Üç mertebenin açıklanmasını on ilkenin (tövbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, devamlı zikir, teveccüh, sabır, murâkabe, rıza) izahı takip eder. Emîr-i Kebîr Ali Hemedânî tarafından Risâle-i Dih Ka?ide adıyla Farsça’ya tercüme edilen eseri M. Molé (Ferheng-i Îrân-zemîn, VI, Tahran 1937, s. 38-66) ve Akrebü’t-turuk ilallah adıyla Ali Rızâ Şerîf Muhsinî (Tahran 1362 hş./1983, Kemâleddîn-i Hârizmî’nin şerhiyle birlikte) yayımlamıştır. Kitabı Abdülgafûr-i Lârî ile (nşr. Necîb Mâyil-i Herevî, Tahran 1363 hş./1984) Kemâleddîn-i Hârizmî Farsça, İsmâil Hakkı Bursevî Türkçe (nşr. Mustafa Kara, Tasavvufî Hayat içinde, İstanbul 1980, s. 33-70) olarak şerhetmiştir. 2. Risâle ile’l-hâ?imi’l-hâ?if min levmeti’l-lâ?im. Necmeddîn-i Kübrâ, el-Usûlü’l-?aşere gibi on bölüme ayırdığı bu eserin baş tarafında zâhir ve bâtın temizliği yapılmadan rabbânî huzura çıkılamayacağını, bunun da on hususa (tahâret, halvet, devamlı susma, devamlı oruç tutma, devamlı zikir, teslimiyet, hatıra bir şey getirmeme, kalbi şeyhe bağlama, mecburiyet halinde uyuma, yemede ve içmede orta yolu izleme) riayet etmekle mümkün olabileceğini belirttikten sonra bu hususları açıklamaktadır. Müellif eserini es-Sâ?ir ile’s-sâtiri’l-vâcidi’l-mâcid adıyla Farsça’ya çevirmiş (nşr. Mes‘ûd Kasımî, Tahran 1361 hş./1982), risâle Türkçe’ye de tercüme edilmiştir (trc. Mustafa Kara, Tasavvufî Hayat içinde, s. 73-90). 3. Âdâbü’s-sûfiyye. Tasavvuf âdâbına dair konuların yedi bölümde (hırka giyme, oturma, kalkma, hankaha giriş, misafiri karşılama, semâa katılma, sefer) ele alındığı eserin muhtevası Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin Âdâbü’l-mürîdîn’ini ve diğer sûfî âdâb kitaplarını hatırlatır niteliktedir (nşr. Mes‘ûd Kasımî, Tahran 1361 hş./1983). 4. Fevâ?ihu’l-cemâl ve fevâtihu’l-celâl. Necmeddîn-i Kübrâ’nın Batılı araştırmacılarca en çok tanınan eseridir. Müellif bu eserinde şahsî his ve müşâhedelerine ağırlık vererek gaybet halindeki tesbitlerini kaleme almış, düşüncelerini aktarmıştır. Mücâhede, müşâhede makamı ve bu makamda vücut, nefis ve şeytan arasındaki farklar, zikir ateşiyle şeytan ateşi arasındaki fark ve hâtır-ı Hak ile hâtır-ı nefs farkı, kuldan mükellefliğin düşüp düşmemesi, istiğfar ve nefis gibi konuları anlattıktan sonra müşâhede konusuna dönen Necmeddîn-i Kübrâ müşâhedeyi ednâ ve a‘lâ olmak üzere ikiye ayırmış, gayb âleminde yeryüzünde örneği bulunan varlıklarla ilgili müşâhedelere ednâ, semavî varlıklarla ilgili müşâhedelere a‘lâ adını vermiştir. Ona göre gaybet halinde iken müşâhede edilen gökyüzü dünya gözüyle görülen gökyüzü değildir. Gayb âleminde daha latif, daha yeşil, daha saf ve parlak nice gök vardır. Ardından Necmeddîn-i Kübrâ müşâhedeler konusunda özgün yorumlarda bulunur. Meselâ sağanak halindeki yağmuru müşâhede ilâhî rahmetin nüzûlüne işaret eder. Nurlar iki kısımdır, biri kalpten yükselir, diğeri arştan iner. Vücut kalp ile arş arasında perdedir. Kalp ile arş arasındaki bu perde kalktığında kalpten arşa bir kapı açılır, her iki nur birbirine özlem duyar ve yükselen nurla inen nurlar birleşir, Kur’an’ın ifadesiyle “nur üzerine nur” olur (en-Nûr 24/35). Nurlar yeşil, kırmızı, sarı, mavi gibi renklerde görülür. Bunlar aynı zamanda mânalardır. Meselâ yeşil nur kalbin diriliğine, sarı hastalığa işarettir. Eserde ayrıca istiğrak, fenâ, aşk, vakt, semâ, raks, humûd-cümûd, velîliğin alâmetleri gibi konulara yer verilmiştir. Tasavvuf tarihinin en orijinal eserlerinden biri olan Fevâ?ihu’l-cemâl F. Meier tarafından geniş bir incelemeyle birlikte neşredilmiştir (bk. bibl.). Eser Türkçe’ye (trc. Mustafa Kara, Tasavvufî Hayat içinde, s. 93-161) ve Fransızca’ya (trc. Paul Ballanfat, Les eclasions de la beauté et les parfums de la majesté, Nimes 2002) tercüme edilmiştir. Kaynaklarda Necmeddîn-i Kübrâ’ya atfedilen ?Aynü’l-hayât isimli tefsir müridi Necmeddîn-i Dâye’nin Bahrü’l-haka?ik ve’l-me?ânî adlı eseridir. Karışıklık Kübrâ ve Dâye’nin aynı adı taşımalarından kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte onun hayatının son dönemlerinde tefsirle meşgul olduğu kaydedilmektedir. Necmeddîn-i Kübrâ’ya ayrıca rubâîler nisbet edilmekteyse de bunların bir kısmının ona ait olması mümkün görünmektedir (diğer eserleri için bk. Meier, XXIV [1937], s. 9-30).

Ziyaret -> Toplam : 125,24 M - Bugn : 124922

ulkucudunya@ulkucudunya.com