YASAMA ve YARGI ARASINDAKİ İLİŞKİLER ÜZERİNE
Prof. Dr. Atilla YAYLA 23 Ocak 2007
Çok teşekkür ediyorum Bülent (Arınç) Bey. 15 dakikalık sunuşları 45 dakikada tamamlamakla meşhurumdur; dolayısıyla, işimiz zor olabilir. Son konuşmacı olmanın avantaj ve dezavantajları, burada, benim karşıma çıktı. Bir defa, dinleyiciler sıkıldı artık, yoruldular, bir kısmı bir an önce bitse de gitsek diye bakıyor. Öbür taraftan, diğer konuşmacıların konuşmalarında beni tahrik ve teşvik eden şeyler var, onlara da temas etme arzusu duyuyorum; ama, tabiî ki, hepsini başarmam mümkün değil. Meselâ, 1982 Anayasası bir anayasa mıdır? Anayasacılık geleneği içinden bakılırsa 1982 Anayasasına “anayasa” demek bu geleneğe ve hukuka hakaret etmek demektir.
Bülent Beyin bahsettiği tombul gazeteciyi ben de çok severim; canım sıkıldığında ne saçmalamış, okuyayım, günüm iyi geçsin diye bakarım, ve, ne yazık ki, başkaları da var aynı gazetede; ahlaktan, adaletten bu kadar uzak kalem oynatmak doğrusu insanı dehşete düşürücü bir şey. Umut ediyorum ki, kendisiyle bir ortamda tartışma fırsatı bulurum.
Benim konum parlamento-yargı ilişkileri. Tabiî, parlamento ve yargı arasındaki ilişkilerden bahsetmek modern demokrasilerin iki ana öğesi arasındaki ilişkilerden bahsetmek demektir. Bildiğiniz gibi, demokrasilerin en temel özelliklerinden birisi fonksiyonel kuvvetler ayrılığıdır; bununla kast ettiğimiz yasama, yürütme ve yargının ayrı ayrı ellerde olması ve bunlar arasında bir denge ve denetleme sistemi kurulmasıdır. Bu kavramı çok rahat kullanıyoruz; ama, muhtevasına indiğimizde çok büyük zorluklarla karşılaşıyoruz; bu da şaşırtıcı değil; çünkü, demokrasi, kurulması ve işletilmesi en zor olan yönetim biçimidir. Bundan dolayı da, bu olayın çeşitli yönleriyle ele alınması lazımdır. Benim tebliğim, kısmen Bilal Beyin tebliğiyle çakışıyor; çünkü, yargıyı da bürokrasinin bir parçası olarak kabul etmek pekâlâ mümkün. Dolayısıyla, yargı - parlamento ilişkileri açısından da bürokrasi - parlamento ilişkilerinin bir kısmının geçerli olduğunu söylemem lazım. Türkiye’nin eksik, aksak, kusurlu demokrasisinin somut ve kronik kimi problemleri, yargı konusunun ihmal edilemeyecek olduğunu göstermektedir. Metodolojik olarak, ben, önce parlamento nedir, nasıl bugüne gelmiştire; sonra, bağımsız yargı nedir, nasıl bugüne gelmiştire; daha sonra da siyaset ile yargı, bilhassa parlamento ile yargı arasında nasıl ilişkiler vardır, bunlara temas etmek istiyorum.
“Parlamento” adı verilen meclislerin tarihi epeyce geriye gitmekle beraber, modern anlamda “parlamento” adı verilen veyahut bu ismi almayı hak eden kurumlar nispeten yenidir. Bugün, parlamento denince anlaşılan herhangi bir Meclis değildir, belirli şartlara uygun olarak ve seçimler yoluyla teşekkül eden ve yine belirli görev ve yetkilere sahip olan bir insanlar heyetidir parlamento dediğimiz şey. Demokrasi teorisi, bir meclisin parlamento olabilmek için çoğulcu ve yarışmacı siyaset ortamında, adil ve periyodik seçimlerle halk tarafından seçilen parlamenterlerle oluşması gerektiğini bize göstermektedir. İki kamaralı yasama organlarının olması da bu gerçeği değiştirmemektedir; zira, bu gibi durumlarda parlamentonun ana özelliklerini seçimle oluşan kamara karşılamaktadır. Bu gerçek, hakiki parlamentolar ile parlamento görüntüsü verilmeye çalışılan kurumlar arasında ayrım yapmamızı kolaylaştırmaktadır. Nasıl ki adına anayasa denilen herşey gerçek anlamda bir anayasa değilse, adına parlamento denilen her kurum da gerçek anlamda parlamento değildir. Bir iki örnek verebilirim; yaşı yetenler hatırlayacaktır, sadece TRT’nin televizyon olarak yayın yaptığı zamanlarda, haberlerde, ikide bir, “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin parlamentosu niteliğindeki Yüksek Sovyet” diye bir ifade kullanılırdı. Bu saçmalığın daniskasıydı; çünkü, Yüksek Sovyet bir parlamento değildi. Keza, kendi tarihimizden bir örnek verirsek, tek parti diktatörlüğü dönemindeki Meclis de kelimenin gerçek anlamıyla bir parlamento değildir, o yüzden karşımızda yazılı olan “Millî Egemenliğin 85 inci Yılı” kavramlaştırması biraz tartışmaya açıktır. Bugünkü İran İslam Cumhuriyeti Meclisinin de demokratik anlamda bir parlamento olmadığı gayet açık bir şekilde ortadadır; çünkü, bunların hiçbiri, demokratik parlamentonun oluşma şartlarını karşılayamamaktadır. Parlamento temsilî demokrasinin en sembolik ve en mühim parçasıdır. Unutmamalıyız ki, her rejimde bir tür yürütme organı ve bir tür yargı mutlaka vardır; parlamento, sadece demokrasilerde karşımıza çıkar. Bu yüzden, diktatöryal eğilimlerin en büyük hasmı, hedefi parlamentodur. Diktatörler, genellikle yürütme organına hâkim olmak, parlamentoyu ise dağıtmak veya kuklalaştırmak isterler. Türkiye’den örnek verecek olursak, silahlandırılmış bürokratların demokrasiye karşı her isyan hareketi, parlamentonun dağıtılması veya disfonksiyonel hale getirilmesiyle sonuçlanmıştır. Temsilî demokraside parlamentonun önemi tekrar tekrar vurgulanmalıdır. Biraz önce dediğim gibi, bir modern demokrasiyi temsil eden bir sembol varsa eğer, o parlamentodur. Parlamento, toplumun tamamının veya önemli bir kesiminin görüşlerini, taleplerini, onun aracılığıyla ifade ettiği, seçimle oluşmuş bir organdır. Parlamento, liberal demokrasilerin vazgeçilmez bir parçasıdır; her şey parlamento etrafında veya parlamento temelinde örgülenir, inşa edilir. Parlamento, halkın görüş, kanaat ve tercihlerini ifade etmesinin yegâne yahut da en mühim aracıdır. Bu temsilî organın yapısına veya fonksiyonlarına yönelik her saldırı, demokrasiye bir saldırı sayılır. Mesela, Fransa’da, 1958’e kadar 3 üncü ve 4 üncü Cumhuriyet Dönemlerinde Meclisi feshetme hakkı tanınmamıştır; çünkü, bunun potansiyel kudetaları teşvik edeceği düşünülmüştür. Faşist, nasyonal sosyalist, Franco’cu ve diğer otoriteryen rejimlerde parlamenter yapılar ortadan kaldırılmıştır. Liberal demokraside parlamentoların üç temel fonksiyonu olduğunu biliyorsunuz: Bunlar, temsil, yasama (kanun yapma) ve yürütmeyi denetleme fonksiyonlarıdır. Bu fonksiyonlardan özellikle ikincisi, yani yasama faaliyeti, parlamento - yargı ilişkileri açısından önem taşımaktadır.
Parlamentolar, 19 uncu Yüzyılda, altın çağlarını yaşamıştır. Ancak, zamanla, parlamentoların hem yürütme hem de gittikçe kurumlaşma yolunda olan yargı karşısında gerilediği görülmektedir. Bu, parlamentoların anası sayılan ve kadını erkek erkeği kadın yapma dışında her şeye gücü yeteceği varsayılan İngiliz Parlamentosunun da bir anlamda kaderi olmuştur. Parlamento, önce yürütme organları karşısında gerilemiştir; parlamenter sistemde ilk olarak kanun yapımında inisiyatif alma ve daha sonra son sözü söyleme gücü hükümetlerin eline geçmiştir. Bilal Bey, bu konuda bazı rakamlar verdi. Bugün hükümetlerin istemediği bir kanunun çıkarılması parlamenter sistemde hemen hemen imkânsızdır. Hükümetlerin bu gücü, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisiyle iyice perçinlenmiştir. O kadar ki, bazı durumlarda hükümet başkanları diktatörlere benzetilmekte ve seçimle gelmiş diktatörler olarak adlandırılmaktadır.
Parlamentonun yetkilerinin hükümetlere geçmesinde bilhassa iki faktör etkili olmuştur.
Bunların birincisi, parlamentoların kimi durumlarla mücadele etmede gittikçe artan yetersizliğidir.
İkincisi ise, refah devletinin doğması ve gelişmesidir.
Modern demokrasideki değişiklik ve gelişmeler de parlamentoların rollerinde değişikliklere yol açmıştır. Siyasetin ana alanı eskiden sadece parlamentolardı, sonraları bu alan genişledi ve siyasî aktörlerin ve faktörlerin sayısı arttı. Mesela, sivil toplum kuruluşları belirli yönlerden ağırlık kazanmaya başladı. Bugün halen bu süreci yaşıyoruz; sık sık sivil toplumun ve sivil toplum kuruluşlarının öneminden bahsediyoruz. Sivil toplum kuruluşları demokratik siyaset açısından önem taşımakla beraber, bu kuruluşların rolünün abartılmaması gerekmektedir. Sivil toplum kuruluşları, önemleri ve etkileri ne kadar artarsa artsın, demokratik siyasette partilerin ve parlamentoların yerini asla alamazlar.
Modern demokrasilerin üçüncü kuvveti yargıdır. Yargının bu niteliğini kazanması da yakın zamanlarda gerçekleşmiştir. Siyasî sistemlerin tarihine bakarsak, mesela Tudor İngiltere’sinde veya eski rejim Fransa’sında hiçbir zaman gerçekten bağımsız bir yargının mevcut olmadığını görürüz. Kraliyet ve feodal adalet sistemleri arasındaki rekabet, bazı mahkemelerin kısmı bir otonomi kazanmasını mümkün kılmış ise de, söz konusu durum gerçekti, yani yargı tam anlamıyla bağımsız değildi.
Liberal demokrasiye geçiş dahi yargı gücünün statüsünde radikal bir değişiklik meydana getirmemiştir. Montesqieu’nun yasama, yürütme, yargı ayırımında en zayıf olanı yargıydı. Yargının bu zayıflığı ulusal egemenlik ve temsil ilkesinin üstünlüğünden kaynaklanmaktaydı. Fransa, bu bakımdan aşırı bir noktadaydı; Fransız devrimcileri, 1789 Devriminden sonra, yargıya karşı müthiş bir hoşnutsuzluk geliştirdi. Yargı, onlara göre, özgürlüğün ve âdil yargılanma hakkının koruyucusu değildi; kralın baskıcı hizmetkarıydı. Bu yüzden, ihtilalden sonra, Ağustos 1790’da, yargının idarî fonksiyonları üzerinde hiçbir yetkisinin olamayacağını ve yargı fonksiyonlarının idarenin fonksiyonlardan her zaman ayrı kalacağını belirten kanunlar çıkarıldı. Bu eğilim, 1958’e kadar sürdü. Napolyon tarafından formüle edildiği biçimiyle kuvvetler ayrılığı, yürütmenin birçok alanda yargısal müdahaleden masun olması ve Adalet Bakanlığı aracılığıyla yargı üzerinde hiyerarşik etkide bulunması anlamına gelmekteydi. Benzer bir durum, İtalya ve İngiltere’de de yaşanmaktaydı. Fransa’da milletin egemenliği nosyonu, İngiltere ise parlamentoların egemenliği nosyonu, yürütmeyi, yargı üzerinde daha ağır bir güç hâline getirmekteydi. Parlamentoların bu büyük ağırlığı, birey özgürlüğünü koruma endişesindeki liberal filozofları parlamentoların özgürlüğe zarar verici bir çizgiye girmesini önlemek için yollar bulma arayışına itti. Hukukun üstünlüğü ve bu nosyonun esaslı bir parçası olarak yargı bağımsızlığı, bu arayışın sonuçlarından biri oldu. Bu arayışta, Atlantik’in öteki yakasında Amerika’da vuku bulan gelişmeler de etkili olacaktı.
Amerika, farlı bir geleneğin sahibiydi; bu geleneğin tek unsuru, dünyanın ilk yazılı anayasasını hazırlamış olması değildi. Amerikan Anayasası, kuvvetler ayrılığını tesis etmişti, toplumsal konsensüsle ortaya çıkmıştı, anayasa temel kanundu ve yasama faaliyeti bu kanuna uygun olmalıydı; ancak, bu sadece bir wishful thinking’di. Yasama faaliyetlerinin hukukî açıdan denetlenebilir hâle gelmesi için 1803 yılını, ünlü Yargıç Marshall’ın etkinliğini beklemek gerekecekti. 20 nci Asrın ortalarına kadar anayasallığın ve anayasa yargıçlarının önemini vurgulayan Amerikan tarzı tecrit edilmiş, kendi başına ve eşsiz bir uygulamaydı, Avrupalılar, buna soğuktu; ancak, Kıta Avrupa’sında klasik parlamentarizmin çöküşü, faşizmin ve nasyonal sosyalizmin yükselmesi, kanunların baskıcı olabileceği kanaatini yarattı. İkinci Dünya Savaşı sonrası, anayasa mahkemelerinin çağı oldu, sosyalist totalitarizmin çöküşünden sonra da anayasa mahkemelerinin Doğu Avrupa ülkelerinde hızla yayıldığını görüyoruz. Demokrasilerde siyaset ile yargı veya parlamento ile yargı arasındaki ilişkiler büyük ölçüde anayasa yargısı ile siyaset - parlamento arasındaki ilişkiler anlamına gelmektedir. Şüphesiz, gerek adlî, gerek idarî yargı ile parlamento arasında da bir ilişki vardır. Netice itibariyle, kanunları yapan parlamento, yorumlayacak ve uygulayacak olan mahkemelerdir. Bu ilişkide, doğal olarak, zaman zaman problemler doğmaktadır. Mesela, mahkemelerin kanunları meclisin iradesinin gerçek istikametini değil de kendi eğilimlerini yansıtacak şekilde yorumlamaları, az karşılaşılan bir durum değildir. Bunun son örneği, bugün, gerekçesi galiba gazetelerde yayınlanan Yargıtay’ın 312 çerçevesindeki bir davayla ilgili kararıdır. Kanunların yeterince açık ve net olmaması da, yargıçlara aşırı yorum yapma imkânı vermektedir.
Diğer taraftan, kanun yeterince açık ve net olsa bile, yargıçların kendi kişisel yorumlarını egemen kılmak için sınırları zorladığı görülmektedir. Şüphe yok ki, her durumda ve her zaman kişisel eğilim ve yorumların etkisini sınırlamak ya da sıfırlamak mümkün olamaz; belki, buna gerek de yoktur; ama, yargıçların dışarıdan telkinlerle veya kendi eğilimleriyle yargısal aktivizme kaymasının ve kanun koyucunun iradesini çiğnemesinin kümülatif etkisi çok yıkıcı olabilir. Ancak, adlî yargı - parlamento ilişkisi, bu konuşmanın esas mevzuu olmadığından, ben, anayasa yargısına temas edeceğim.
Bundan önce de, idarî yargıyla ilgili bir noktanın altını çizmek istiyorum. İdarî yargı, doğal olarak Türkiye’de, diğer ülkelerdeki gibi, idareyi düzenlemek üzere, denetlemek üzere düzenlenmiştir; ama, dikkat ederseniz, idarî yargının bazı kararlarının aslında Parlamentonun iradesini geçersiz hale getirmek için kullanıldığı görülmektedir. Mesela, başörtüsüyle ilgili, dini eğitimle ilgili konularda bu eğilim çok açık bir şekilde tezahür etmektedir. Parlamento ile yargı arasındaki ilişkiler, tabiatıyla, ağırlıklı olarak, anayasa yargısı alanında tezahür eder. Bu konuda bir özetleme yapmadan önce, bazı noktaların altını çizmekte yarar var. Bir klasik liberal olarak benim temel kanaatim şudur: İster siyasî, ister iktisadî olsun, güç temerküzü özgürlüğe ve üretkenliğe zararlıdır. İktisadî gücü dağıtacak olan piyasa ekonomisi, siyasî gücü dağıtacak olan ise liberal demokrasidir. Liberal demokrasi, kuvvetler ayrılığına dayanır. Yasama, yürütme ve yargının ayrı ellerde toplanması, karşı konulmaz bir diktatörlük yaratılma tehlikesini bizden uzaklaştıracaktır. Bunun niye böyle olduğunu izaha herhalde gerek yok. Ancak, üç kuvvetin birbirinden ayrı olması yetmez; her birinin de ayrıca sınırlanması gereklidir. Bu çerçevede yasamanın da sınırlanması gerektiği açıktır. Yasamanın özgürlük lehine sınırlanmasının başarılabilmesinin ilk ve en iyi yolu, bütün hukukun bir yasama organının mahsulü olmadığının ve olamayacağının peşinen kabul edilmesidir. Kanun yapan bir organ olsa da olmasa da kanunlar olacaktır; çünkü, insan toplumları kuralsız yaşayamaz. Başka bir deyişle, hukuk, kanunların kodifiye edilmesinden, yazılı hale getirilmesinden ve devlet desteği marifetiyle uygulanmasından önce vardır. Parlamentonun kanun yapma faaliyetinin meşruiyeti, ondan önce var olan ve bazen doğal hukuk, bazen yüksek hukuk denilen bu hukuka saygı gösterilmesine bağlıdır. Özgürlükçü bir siyasî sistem, bu hukukun ana unsurlarını “anayasa” denilen ve aslında hukukî olmaktan çok siyasî olan, başka bir deyişle hukukî olduğu kadar da siyasî olan metinde ifadelendirilir. Ancak, böyle sağlam bir anayasa yapılması, parlamentonun anayasa adını almayı hak eden metnin sınırları içinde kalacağını tek başına garanti edemeyebilir. İşte, bu yüzden, anayasa yargısı ve anayasa mahkemeleri doğmuştur. Başka bir şekilde ifade edersek, anayasa yargısının hedefi, anayasaya aykırı yasama faaliyeti yapılıp yapılmadığını belirlemek suretiyle insan haklarını ve insan haklarını koruyan hukuku korumaktır. Ne var ki, işler fiiliyatta, kâğıt üzerinde öngörüldüğü gibi yürümeyebilir; nitekim, zaman zaman yürümemektedir.
Anayasa yargısında çeşitli problemler doğmaktadır. Bir problem, anayasa mahkemelerinin parlamentonun çıkardığı meşru ve demokratik ve anayasaya aykırı olmayan kanunlara keyfî müdahalede bulunma eğilimidir. Böyle yapmakla, bu mahkemeler, siyasetin bir parçası olmaktadır. Bazı yazarlara göre, bu tavrı benimseyen anayasa mahkemeleri, neredeyse siyasetin üçüncü çemberi haline gelmiştir. Buradaki tuhaflık, anayasa mahkemelerinin siyasetin mutlak anlamda dışında kalabilecekleri halde kalmamalarından kaynaklanmamaktadır. Birazdan işaret edeceğim üzere, sorun, mahkemelerin siyasî temsil kabiliyetine ve dolayısıyla siyasî sorumluluğa sahip olmamalarına rağmen siyaset yapmalarından kaynaklanmaktadır.
Bu yüzden, özellikle Kıta Avrupa’sında anayasa mahkemeleri iki temelde ağır eleştirilere uğramaktadır.
Bunlardan birincisi, parlamenter egemenliği ihlal etmeleridir.
İkincisi, kanunun ne olup olmadığını söylemekle yetinmeyip kanun yaratmaya, bazen bizim Anayasa Mahkemesinin yaptığı gibi, kalkmalarıdır.
Anayasa mahkemelerinin kendileri için öngörülen sınırları aşma eğilimine girmeleri, çeşitli faktörlerin etkisiyle olmuştur. Bunların en başında yargı sistemindeki kimlik ve menfaat algılamasının parlamentonun algılamasına göre daha kuvvetli olması gelmektedir. Bu, genel olarak bürokrasi ile siyasetçi arasındaki ilişkinin yargıda yansımasıdır. Bürokratlar gibi yargıçlar da kendilerini hancı, politikacıları yolcu görmektedir. Bu yüzden, anayasa yargıçları, bürokratlara ve bürokratik iradeye politikacılardan daha fazla ilgi gösterebilmektedir. Parlamenterler hesaplarını üç dört yıl için yaparken, yargıçlar ömür boyu kalınacak bir meslek fikri ve dayanışması geliştirmektedir. Demokrasilerde hukukun hâkimiyetine verilen haklı önem, bazı yargıçların yanlış bir algılamayla kendi önemlerini abartmalarına yol açmaktadır. Kimi yargıçlar, hukukun hâkimiyetini hukukçunun hâkimiyeti sanmakta ve kendilerini onlara verilen, aşan görevlerle teçhiz etmeye yönelmektedir ve bunu yapmakta çok ince ve sonuç alıcı yöntemler geliştirmektedir. Aslında, yürütmenin yargıya karşı güçlendirilmesi amacıyla kurulmuş olan Fransız Anayasa Konseyinin tam tersi istikamette gelişmesi ve kurumsallaşması, bunun tipik bir örneğidir. Buna rağmen, politika yapıcı olarak anayasa mahkemesinin iki faktör tarafından sınırlandırıldığı görülmektedir. Bunlardan birincisi, mahkemenin kendi kararlarını uygulayamamasıdır; kararların uygulanması için devlet organlarına ihtiyaç duyulmasıdır.
İkincisi, anayasa mahkemelerinin kendi başlarına harekete geçememesidir; ama, bizde bazı durumlarda geçiyor biliyorsunuz. Kendi başına harekete geçememeleri durumunda mahkemeler siyasete öncülük edememekte, bir fırsat doğmasını beklemektedir.
Anayasa mahkemesinin iki temel fonksiyonu vardır; biri anayasal dengeyi kurmak, devlet organları arasındaki ilişkiyi kurmak, diğeri hakları ve özgürlükleri muhafaza etmektir.
Birincisini bir yana bırakıp ikincisine bakalım. Anayasa mahkemesinin tarihlerinin başarılar kadar başarısızlıklarla dolu olduğunu görürüz. Tipik bir örnek Amerikan Anayasa Mahkemesidir. Amerikan Anayasa Mahkemesi, türünün ilk örneğidir; ama, son 160 yıl içinde Amerika’da federal devletin federe devletler aleyhine kuvvetlenmesini ve insan hak ve özgürlüklerinde gerileme olmasını engelleyememiştir. Amerikan Anayasa Mahkemesi, özgürlükler arasında seçici davranmış, meselâ, siyasî, seksüel, sanatsal özgürlük alanlarında son derece cömert olmuş, dinî ve ekonomik özgürlüklerde kısıtlayıcı bir çizgiyi izlemiştir. Bu durum, yani başarılı olma ve başarısız olma durumu, diğer mahkemeler için de geçerlidir. Anayasa mahkemelerinin siyasileşmesinin eleştiri konusu yapılması, bu mahkemelerin siyasetten tamamen arındırılabileceğini göstermez. Aslında, anayasa yargısı, yarı siyasî yarı hukukîdir. Zira, anayasa öyle bir metindir; hatta biraz daha iddialı bir söz söylersek, hukukun hâkimiyeti ilkesi de siyasî bir ilkedir, hukukî bir ilke değildir. Anayasa mahkemelerinin kurulması da tamamen siyasî bir tercihtir. Ayrıca, yargıçların meslekî ve sosyal formasyonu, fikrî ve ideolojik eğilimleri de mahkemenin siyasetle ilgisinde, siyasî eğiliminde etkili olacaktır. Yani, açık bir siyasî kimliğinin olmaması, anayasa yargıçlarının siyaset yapmadığını göstermez. O zaman, önemli olan, anayasa mahkemelerinde hangi siyasî eğilimin etkili olacağıdır. Birey haklarını, özgürlükleri ve demokrasiyi önemseyen tercihlere dayalı siyasî eğilimlerin etkili olması arzuya şayandır.
Ayrıca, anayasa mahkemesi yarı siyasî bir organ olduğundan, demokratik toplumdaki ana eğilimlerin orada yansıması da önem taşımaktadır. Burası, zannediyorum Türk Anayasa Mahkemesinin en zayıf noktalarından biridir. Sık sık işitirsiniz, Anayasa Mahkemesine falan sızmasın - mesela liberaller sızmasın sözlerini. Niye sızmasın; çünkü, Anayasa Mahkemesi belirli bir siyasî görüşün kalesidir âdeta, orada sadece o temsil edilebilir. Halbuki, dünyanın bütün demokratik ülkelerinde toplumdaki ana eğilimlerin anayasa mahkemelerinde yansıması beklenir. Başka bir deyişle, anayasa mahkemeleri demokrasiyi engelleyecek değil, geliştirecek ve takviye edecek bir çizgiyi izlemelidir. Anayasa mahkemeleri, parlamentonun iradesini, bürokratların iradesi lehine liberal demokrasi lehine sınırlandırmaya yönelmelidir. Bizim Anayasa Mahkemesinin çeşitli sorunları var. Biri, temas ettiğim sorun. Bu sorunun Anayasa Mahkemesinin sadece kendisinden kaynaklandığını söyleyemeyiz; çünkü, 1982 Anayasası da çeşitli problemler yaratmaktadır; ama, Anayasa Mahkemesi yargıçlarının da zaman zaman problem yaratmaya çok elverişli bir çizgide olduğu açık bir gerçektir. Sözü uzatmamak için bir iki tane örnek vereyim; Anayasa Mahkemesi kararları incelendiğinde, meselâ, din işleri ile dünya işlerinin birbirlerinden ayrılması olarak laiklik, devletin sosyal düzeni ve devlet hakları gibi anormal terimlerin, siyaset felsefesinde tamamen antiözgürlükçü çizgiye denk düşen terimlerin, rahatlıkla kullanıldığını görebiliyorsunuz. Türk Anayasa Mahkemesinin bu cendereden mutlaka çıkarılması lazımdır; bunun çeşitli yolları vardır. Yollardan biri de, Parlamentonun Anayasa Mahkemesi üyelerinin göreve gelmesinde etkili olmasıdır. Bu konuda, Anayasa Mahkemesinin bir önerisi var; ve yetersiz bir öneri olmasına rağmen, çeşitli tepkiler yarattı biliyorsunuz... Aşağı yukarı vaktim doldu, belki de aştım; burada kesiyorum; çok teşekkür ediyorum. (Alkışlar)
20.04.2005 tarihinde TBMM'de yaptığı konuşma.