« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

23 Oca

2007

Halksız Cumhuriyet ve Demokrasi

Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN 23 Ocak 2007

Batı'da teokrasi ve totaliter rejimlerin değişmesi ve bunların yerini demokratik cumhuriyetlerin alması başta burjuvazi olmak üzere -şehirlere göçen köylüler (toprak işçileri) de dahil olmak üzere- halkın büyük ölçüde katılımı, talebi ve desteği ile gerçekleşmiştir. Öncü aydınlar ile burjuvazi arasında kopukluk yoktur, ortak değerler, düşünceler ve talepler vardır. Değişime karşı olanlar ise kilise, krallık ve toprak ağalarıdır (feodallerdir).

Bizdeki, 1923 ve sonrasındaki köklü siyasî ve sosyal değişim, bir avuç denebilecek seçkinci tarafından, konjonktürden yararlanarak ve arkalarına silahlı güçleri de alarak gerçekleştirilmiştir.

Halk ve orta sınıf desteği yoktur. Aydınların da önemli bir kısmı susturulmuş, bastırılmış, idam edilmiş, sürülmüştür. Geri kalanları zaten halka yabancılaşmış, halkı hor gören, ıslaha, güdülmeye muhtaç bulan seçkincilerdir.

Batı'daki kiliseye karşı bizde ulema vardır. Bunların değişim karşısındaki tavırlarına bakalım.
Pek azı padişahlığı destekliyor, ama önemli tenkit ve şikayetleri de var, mutlakıyet yerine danışmaya ve denetime tabi bir devlet başkanlığı istiyorlar. Ulemanın asıl üzerinde durdukları, kırmızı çizgi olarak kabul ettikleri şey "dinin toplum ve devlet içindeki yeri" ile ilgilidir. Çok büyük çoğunluğu ile halk ve onlarla bütünleşmiş bulunan ulema, "dinin alanının özel hayata indirildiği, dinin toplum hayatından uzaklaştırıldığı" bir laik sisteme karşı çıkıyorlar. Bunların derdi, babadan oğula geçen, sorgusuz sualsiz bir saltanatın desteklenmesi ve savunulması değil, ferdin ve toplumun hayatında dinin ve millî hasletlerin korunmasıdır.
Bir avuç saltanat savunucusu istisna edilirse muhafazakârlar millî mücadeleye canu gönülden katıldılar, birinci meclisi desteklediler, yöneticilerin seçimle iş başına gelmesine karşı çıkmadılar; bu manâda cumhuriyet ve demokrasi için halka karşı mücadele vermek gerekmiyordu. Ama sıra dine gelince uleması, halkı ve birçok okumuş yazmışı ile milletimiz, dinin toplum hayatından çekilmesi için alınan tedbirlere, yapılan değişikliklere karşı çıkıyorlar ve bu yüzden baskıya maruz kalıyorlardı. Bugün anlaşılan ve uygulanan manâda laik demokrasi, "halka rağmen, halk için" anlayışı ile işte böyle gerçekleşti.

Parti kapatmalar, idam sehpaları, zindanlar ve jandarma dipçiği tehdidi ile sindirilmiş halk gittikçe daha derin bir sessizliğe büründü, ama olup biteni bütünüyle asla benimsemedi, gününü bekledi ve 1940'lı yıllara gelindi. Yine daha çok dışarıdan ve biraz da içeriden gelen itmelerle -halka güvenmeyen ve gerçek manâda demokrasiyi istemeyen seçkincilere rağmen- çok partili demokrasiye geçildi. Demokrat Parti'yi büyük çoğunlukla iktidara getiren iradeyi iyi tahlil etmek ve anlamak gerekiyordu, ama aydın geçinen seçkinciler işin bu yanına hiç eğilmediler, hep suçladılar, daima değnekle güdüm teklif ettiler, demokrasiye geçişi "karşı devrim" diye damgaladılar.

Demokrat Parti iktidarı yıllarında rejim ve din konularında halkın talebi neydi?

Ciddiye alınabilecek bir fert veya guruptan saltanatın geri gelmesi, cumhuriyet ve demokrasiye son verilmesi asla istenmedi. İstenen biraz daha özgülük, hukukî ve sosyal adalet, din eğitimi, öğretimi ve hayatı alanlarındaki çekilemez hale gelmiş kısıtlamaların ve baskıların kaldırılması.

DP ne yaptı?

Padişahlığı geri getirmeye, cumhuriyet rejimini değiştirmeye mi kalkıştı?

Hayır.

Yaptığı halkın yukarıda sıralanan masum taleplerine kısmen cevap vermekten ibaret.

Birçok alanda siyasî ve iktisadî imtiyazları bulunan seçkinciler derhal (on yıl sonra) "rejim elden gidiyor, irtica hortluyor" diye harekete geçtiler, baştan beri arkalarında olan askeri tahrik ederek darbe yaptırdılar ve -sözüm ona- demokrasi için demokrasiyi idam ettiler, bunu da halka rağmen, halkı sindirerek yaptılar. Askerin yaptığı halkın seçtiği iktidarı, halkın istemediği bir zümreye devretmek ve yine halkın katılmadığı bir anayasa yaparak -tekrar gelmek üzere- kışlasına çekilmek oldu.

Anayasanın bilmem şu kadar oyla kabul edilmesi, belayı bir an önce defetme ve şerrin ehvenini tercih etme zorunluluğundan kaynaklanmıştır.


Halksız Demokrasi (2)

Tevfik Fikret, "Kanun diye kanun diye kanun tepelendi" diyor. Bizde de demokrasi, laiklik, rejim diye diye bunlar tepeleniyor. Eğer bir ülkenin hangi rejimle ve nasıl yönetileceğine o ülkenin halkı değil de bir şahıs, bir aile (hanedan), bir gurup karar verecekse o ülkenin rejimine cumhuriyet, hele de demokrasi denemez; orada ya monarşi ya aristokrasi veya oligarşi... vardır. Bizde ilk temelli rejim değişikliğinde halka sorulmadığı gibi daha sonraki müdahalelerde de asla halkın görüşü alınmamış, hatta yapılanlar, açıkça halka rağmen yapılmıştır. Evet her müdahalede, her anayasal organ karar ve tasarrufunda halk böyle istiyor, millet adına, milletin anayasa ile verdiği yetkiye dayanarak" gibi ifadeler kullanılır, ama bunları söyleyen ve kullananlar da bilir ki, halka güvenilmemekte, halkın kendisi için yararlı olanı bileceği kabul edilememekte, onlar için iyi olanı, bir avuç kendini beğenmiş (kerameti kendinden menkul) insan belirlemektedir.

Bir iki örnek üzerinden yürüyelim:

Halkın büyük çoğunluğu, yapılan kamu oyu araştırmalarında, üniversitelerde başı açık ve kapalı olarak okumaya taraftar olduklarını açıklamışlardır. Ama bunu sağlamak için meclisin çıkarmaya mecbur kaldığı kanun anayasa mahkemesi tarafından iptal edilmiş, problem (bazılarının ısrarla çözüldü demelerine rağmen) kilitlenmiştir. Millet çoğunluğu bir tarafta, anayasa mahkemesinin hakimlerinin -tamamı da değil- bir kısmı bir tarafta, sonunda milletin değil, birkaç hakimin dediği oluyor; bu mudur demokrasi?!

Halk İmam hatip okullarını istemiş, büyük maddî fedakârlıklarda bulunuş, devlet okulları açmış, mezunlarının hem meslek adamı olmalarına hem de isterlerse ve eşit şartlarda imtihanları da kazanırlarsa diledikleri yüksek öğrenimi yapmalarına karar vermiş, bu karar yıllarca uygulanmış, sonra "anayasal bir kurum" olarak MGK bu okulların sınırlanmasını, mezunlarının bir kısım haklarının ellerinden alınmasını istemiş, halk aksini istediği halde onların dediği olmuş, bir başka anayasal kurum olan YÖK de bu hak gaspına katılmış, desteklemişi, akıl vermiş, çözüm karşısında direnmiş. Meclis problemi çözmek için kanun çıkarmış, bir başka anayasal kurum olan cumhurbaşkanlığı kanunu veto etmiş, arkasında da anayasa mahkemesi var, sırasını bekliyor. Sonuçta halkın değil, yine birkaç kişinin dediği oluyor; bu mudur demokrasi!?

Evet, anayasa'nın 6. maddesi egemenliğin "kayıtsız şartsız millete ait" olduğunu belirttikten sonra, "Türk milleti egemenliğini Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır" demektedir. Ama bu, devlet yönetiminin Arap saçına döndürülmesi, çok başlılığın iktidarı parçalaması anlamına gelmez. Söylemek istediklerimi iyi bir hukukçu olan sayın Mustafa Erdoğan dostum şöyle ifade etmiş: "Her şeyden önce, Anayasa'nın söz konusu hükmü parlamentonun politik takdir yetkisini başkalarıyla paylaşması gerektiği anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle, Anayasa'nın tesis ettiği başka "yetkili organlar" TBMM'nin eşitleri değildir. Her anayasal organın anayasal yetkileri belirlenmiştir, ama şüphesiz bu yetkilerin hepsi aynı düzeyde değildir. Esasen, bir anayasal düzende birden fazla yetkili organın bulunması bunların hepsinin aynı düzeyde veya eşit yetkili oldukları anlamına gelmez. Anayasa Mahkemesi, evet, kanunu iptal edebilir, ama bu onun yasama yetkisinin ortağı olduğunu göstermez. Çünkü Mahkeme'nin yetkisi kanunu hukuka uygunluk bakımından denetlemektir, onun içerdiği politik tercihi geçersiz kılmak suretiyle kamu siyasetini belirlemek değil. Denebilir ki, yargı da "Türk milleti adına" karar verdiği için "egemenlik"in kullanıcılarındandır; doğru ama, yargının "egemenlik"i kullanması ile parlamentonun kullanması nitelik bakımından birbirinden tamamen farklıdır. Doğrusu şu ki, Anayasa'nın işaret ettiği "yetkili organlar"ın hepsini parlamentonun eşit ortağı olarak görmek demokrasiyi reddetmektir. Açıktır ki, mesela YÖK de, Milli Güvenlik Kurulu da anayasal birer organdır, ama bunları TBMM'yle aynı düzeyde görürseniz, o zaman aklınızda tuttuğunuz rejim demokrasi değil bürokratik bir sultadır. Oysa, demokrasinin tanımlayıcı özelliklerinden birisi halkın seçtiği politik karar alıcıların bürokrasiden üstün olmasıdır. Anayasal bir demokraside elbette parlamentonun da yetkileri sınırsız değildir, ama yine de o nispî olarak en üstün politik güçtür. Esasen, bürokratik organlar da parlamentoyla aynı otoriteye sahip olacaklarsa, o zaman seçim yapmaya, seçimli bir parlamento oluşturmaya ve hükümeti onun içinden çıkarmaya hiç gerek yoktur.Türkiye'de bu konudaki asıl sorun, çoğunluğun yönetme hakkının devletin içindeki ve dışındaki kimi odaklar tarafından tanınmak istenmemesidir. Evet, demokratik çoğunluğun bile -hatta, öncelikle onun- sınırlanması özgürlükçü temel yapının idamesi için zorunludur. Ama bunun için önce ortada yönetme yetkisine saygı duyulan bir çoğunluğun olması gerekir. Çoğunluğun yönetme yetkisi ise, bütün kapsamıyla kamu hayatına ilişkin temel politikaları belirleyebilmeyi ifade eder. Yurttaşların temel haklarına ve hukuk güvencelerine saygıyı koruduğu sürece, çoğunluğun politik takdirine herkesin saygı göstermesi zorunludur."

Türkiye'de Demokrasi

Genel olarak demokrasinin önemli problemleri, çıkmazları, çelişkileri, tutarsızlıkları vardır, ama diğer siyasî sistemlerle karşılaştırıldığında kötülerin en iyisi olarak kabul edilmiştir. Bugün dünyada uygulanan demokrasi meselâ eski Yunan sitelerinde uygulanandan da, elli yıl öncekinden de farklıdır. Nasıl kapitalizm sosyalizm karşısında tavizler vererek kendini kısmen değiştirme yoluna gitmişse demokrasi de kendine yönelik eleştiriler doğrultusunda kavram ve uygulama olarak önemli değişimler geçirmiştir. Bugün biri çıkıp da demokrasiyi çoğunluğun azınlığa karşı egemenliği, çoğunluk hak ve taleplerinin azınlığa rağmen/ zararına olarak gerçekleşmesi, vatandaşların oy vermenin ötesinde yönetime katılmamaları... şeklinde anlayamaz. Elbette bir çoğunluk hakkı da vardır; oy çokluğuna dayanan iktidarlar seçmenlerinin talepleri ile onlara verilen sözleri öncelikle gerçekleştirmeye çalışırlar, ancak yeterli oyu alamamış siyasî gurupların ve muhalif vatandaşların da hak ve özgürlüklerini korumak, mümkün olduğu kadar onlarla da uzlaşarak iktidarı kullanmak durumundadırlar. Uzlaşma sağlanamayan noktalarda çoğunluğun (oyunu alan iktidarın) dediği olur, ama bunun da hukuka aykırı olmaması gerekir ve yapılanlar isabetli olmazsa bir sonraki seçimde iktidar değişir.

Bugünün demokrasilerinde "oyu verme, sonra koyuverme (iktidarı kendi haline bırakma)" yoktur. Sivil toplum örgütlenir, örgütler hem denetim yaparlar hem de belli bir düzen ve sınırlar içinde yönetime katılırlar. Tabii bütün bunlar teorik olarak böyledir, uygulamada önemli aksaklıkların olduğunu inkar etmek mümkün değildir.

Demokrasi ile laiklik arasındaki denge, mümkün olduğu ölçüde, azınlık ve çoğunluğa ait din ve düşünce özgürlüğünün korunması ilkesine göre kurulmuştur.

Peki Türkiye'de demokrasi teoriye ne kadar uygun?

Bir kere Batı'da ordunun yönetime katılması, siyaset yapması, hele hele darbe yapması mümkün değildir, düşünülemez. Bizde bugüne kadar bunlar olagelmiştir, bugünlerde "artık olmaz herhalde" noktasına gelinmiş gibidir.

Batı'da sivil toplum örgütleri ve medya daha güçlüdür, yönetime katılma imkan ve uygulamaları daha geniştir. Bizde çocuk daha yeni doğmuştur, büyümektedir.

Türkiye'de laiklik, demokrasinin önünde gitmekte, azınlığın hak ve özgürlüklerini koruma bahanesiyle çoğunluğun din özgürlüğü aşırı şekilde kısıtlanmaktadır.
Batı'da yasama ile yargı ve yürütme arasındaki denge daha iyi kurulmuştur, demokrasinin olmazsa olmazı olan "halkın egemenliği" ilkesi etkilidir; sonuçta ülkeyi atanmışlar değil, seçilmişler yönetir.

Bizde ise bu denge henüz kurulabilmiş değildir. Halka güvenmeyen jakobenler, kendilerince bazı tehlikeleri, olumsuz gelişmeleri engellemek için "halkın egemenliğini" sulandırmışlar, işlemez hale getirmişlerdir. Halkın seçmediği ve siyasî sorumluluğu da olmayan (halka hesap vermeyen, tekrar seçilmeme endişesi taşımayan...) bir cumhurbaşkanı, milyonlarca vatandaşın oyu ile iktidara gelmiş hükümetin (dolayısıyla milyonlarca vatandaşın) irade ve tasarruflarını veto ile çıkmaza sokmakta, çok kere onların (halkın) dediği değil, kendi dediği olmaktadır. İdarî yargı ve Anayasa mahkemesi (hatta bazen bu mahkeme üyelerinin yarıdan bir fazlası), halk çoğunluğunun iradesine uygun karar ve kanunların anayasaya aykırılığını iddia ederek iptal edebilmekte, başörtüsünde olduğu gibi halkın kahir ekseriyetinin dediği ve istediği değil, yedi hakimin dediği ve istediği olmaktadır; başka bir deyişle bırakın azınlıkta kalanları, çoğunluğun bile hak ve özgürlükleri korunamamaktadır.

Bu dengelerin daha düzgün kurulabilmesi için iki tedbirin önemli olduğunu düşünüyorum:

1. Cumhurbaşkanını da halk seçmelidir.

2. Anayasa mahkemesi kararları halkın egemenliği (çoğunluğun iradesi ve talebi) ile çatıştığında halkın dediğinin olması için yeni düzenlemeler yapılmalıdır.

3. Ülkeyi seçilmişler yönetmeli, bazı atanmışların egemenlik paylaşımında demokrasinin olmazsa olmazı korunmalıdır.

İslâm ve Demokrasi

Bazı olaylar karşısında insan "nereden nereye geldik, kim bilir daha nerelere gideceğiz" demekten kendini alamıyor. Belki on yıl kadar geçti, bir tv yorumunda Engin Ardıç, "Beyler, eğer gerçek demokratlar iseniz sandıktan şeriat çıksa onu da kabullenmek zorundasınız" demişti. Geçen günlerde yaptığı bir konuşmada Cumhurbaşkanı, bırakın sandıktan çıkacak "siyasal İslâm"ı kabullenmeyi, laik-demokratik bir düzende "ılımlı İslâm"a imkân verilmesine bile karşı çıkıyor, onun arkasından radikal İslâm'ın gelmesi tehlikesinden söz ediyordu. Bu mantığa göre İslâm, mümkün olduğu kadar özel (ortalıkta görünmez) alanlara itilmeli ve zaman içinde iyice zayıflatılmalıdır.

Bugünkü Başbakan İstanbul belediye başkanı olunca malum çevreler derhal harekete geçerek sokakta bir şayia yaydılar: "Bundan (İstanbul'da Müslümanların kısmî iktidarlarından) sonra artık, kılık kıyafet ve davranış bakımından İslâm'a uymayanlara kamusal alanda hayat yok, otobüsler kadın erkek olarak ayrılacak, açık gezenlere jilet atılacak...". Bu yalancının mumu bir hafta bile yanmadı, Müslümanlar (kendilerini böyle tanımlayan ve İslâm'ı hayatlarında uygulamayı amaç edinenler) demokratik bir yönetimde iktidara geldiklerinde, onlardan insanlara yalnızca iyilik ve hizmetin geleceği tecrübe ile sabit oldu ve anlaşıldı.

Bugün hangi Müslüman'a sorsanız "saltanatın, istibdadın, tek kişinin veya heyetin keyfî yönetiminin başa geçmesini, iktidar olmasını" istemediği ve bunu İslâm'a aykırı gördüğü cevabını alırsınız. Çünkü İslâm istibdadı ve saltanatı reddeder, yönetenleri, yönetilenlerin seçmesini ve denetlemesini ister, halifeden gece bekçisine kadar herkesi bağlayan hukuk ve bunun, anayasa gibi bağlayıcı çerçevesi (Kur'ân) vardır; hiçbir fert ve grup hukukun dışına çıkamaz, gücüne dayanarak imtiyaz elde edemez. Bir İslâm toplumunda inanmayanlar veya farklı inananlar da olabilir, onların da temel insan hakları korunur, başkalarının ve çoğunluğun hak, özgürlük ve değerlerine zarar vermedikleri sürece hiçbir kısıtlama söz konusu olmaz. Bu tanım çerçevesinde oluşacak bir düzene bugün "radikal veya siyasal İslâm" demek moda oldu, ama bunun nerede bittiği, ılımlının nerede başladığı o kadar açık değil.

Türkiye'de siyasal İslâm'ın iktidarından söz bile edilemiyor. Laik-demokratik düzende Müslümanların din özgürlüklerini -başkalarına zarar vermedikçe- daha geniş alanlarda ve çerçevede kullanabilmeleri manâsına gelen bir laiklik anlayışı ve uygulaması da tehlikeli bulunuyor. Böyle düşünenler, baskı, haksız kısıtlama ve ayrımcılık düzenini böylece sürdürmek isteyenler yetkiyi halktan almıyorlar, kendileri karar veriyor ve "güçlerine" dayanarak dayatıyorlar, sürdürüyorlar. Öyle ki, AB'ye girildiği takdirde orada din özgürlüğü biraz daha geniş olabilir ve bu sebeple ülkede ılımlı İslâm'a yol açılır diye (bunu ileri sürerek) AB'ye girmeye soğuk bakıyor, cephe alıyor ve olmasın diye mücadele ediyorlar (edenleri var).

Türkiye'de durum bu. Peki dünyada İslâm'a (ılımlısına ve siyasalına) karşı neler oluyor, İslâm'ı insan hakları ve demokrasi karşısında en büyük tehlike olarak ilân eden ve siyasal İslâm'a karşı mücadele bayrağı açan ABD son günlerde toplantılar yaptırarak (Katar'ın başkenti Doha'da geçen hafta yapılan toplantı) nasıl bir çözüm arayışına giriyor?
17 Nisan 2005

İslâm ve demokrasi (2)

Demokrasi için laiklik şart koşulursa; yani İslâm'ın sosyal ve siyasî alanda bir yol gösterici, en azından çerçeve olarak belirleyici rolü inkar edilir veya engellenirse -kim ne derse desin- İslâm ile demokrasi bağdaşmaz, uzlaşmaz, bir arada var olmaz.

Türkiye'de yıllardan beri hem yukarıda tanımladığımız manâda bir laiklik savunuluyor hem de bu ülkenin (demokrasisinin) diğer İslâm ülkelerine model olacağından söz ediliyor. Bu tamamen hayal mahsulü ve kerameti kendinden menkul bir durum, bir kuru iddiadır. Malezya, Pakistan, İran, Sudan gibi hem sosyal ve siyasî hayatta İslâm'ı devre dışı bırakmayan hem de -yöneticilerin seçimi, denetlenmesi, insan haklarına riayet, hukukun üstünlüğü gibi konularda- demokrasinin usul ve araçlarını kullanan ülkeler dururken, niçin Türkiye'nin model olacağını soran da, ikna edici bir açıklama sunan da yok.

Türkiye dışından bu "demokrasi-İslâm" ilişkisi ile "model olma" konusuna bakanlar, bizim radikal laiklerden, laikçilerden farklı düşünüyorlar.

Katar'ın başkenti Doha'da geçen hafta "ABD-İslâm Dünyası Forum"u yapıldı. İslâm ve Batı dünyasından gelen yaklaşık 200 katılımcı Doha'da üç gün boyunca Amerika-Ortadoğu ilişkilerini, Ortadoğu'nun bugününü ve geleceğini tartıştı. 10 Nisan'da başlayan ve üç gün süren Forum'a 35 ülkeden 200'e yakın akademisyen, gazeteci, diplomat, siyasetçi ve resmî görevli katıldı. Üç günlük toplantıda sadece Amerika ve İslâm dünyası arasındaki ilişkiler değil, siyaset, ekonomi, demokrasi, Ortadoğu'daki barış süreci, Irak ve Filistin'deki seçimler, bölge güvenliği, iyi yönetim, insan hakları, bilim, teknoloji ve medya gibi konular da ele alındı. Kapanış oturumuna katılan Amerikalı resmî yetkililer, "oyunun kurallarına bağlı kalınması" şartıyla Hamas ve Lübnan Hizbullahı gibi İslâmî grup ve örgütlerin Ortadoğu'daki reform sürecine katılmalarından yana olduklarını, bundan herhangi bir rahatsızlık duymayacaklarını açıkladılar. Oyunun kurallarını da "demokratik ve hukuki prosedürlere bağlılık" olarak açıkladılar.

ABD'nin İnsan Haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Scott Carpenter da, Hamas ve Hizbullah benzeri örgütlere demokratik sürece katılma imkânı tanınmasının yanlış değerlendirilmemesi gerektiği üzerinde durarak, bu yeni anlayışın Amerika'nın İslâmî rejimlere onay vermesi şeklinde yorumlanamayacağına dikkat çekince kendisine, "Amerika, İslâmcı grup ya da partilerin demokratik yoldan iktidara gelmesini kabul edecek mi?" diye soruluyor, "Kabul etmekten öteye kolaylaştırıyor" cevabını veren Carpenter, örnek olarak da, Irak'ın İslâmcı yeni Başbakanı İbrahim Caferî'yi gösteriyor.
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Amerikan Gazete Editörleri Derneği üyelerine yaptığı konuşmada ''İslâm, Müslüman dünyası ve demokrasinin'' birbiriyle çelişmediğine örnek olarak Türkiye'yi gösteriyor, İslâm dünyasının bir evrim geçirmekte olduğunu, radikalizmin İslâm ile bağdaşmadığını ifade ettikten sonra şöyle diyor: ''İslâm barışçı bir dindir ve İslâm'a hizmet adına uçakları binalara çarpmak ya da belinize patlayıcı yerleştirip başka insanları havaya uçurmak dinî saptırmaktır ve pek çok İslâm âlimi de bu davranışları onaylamıyor. Zaten kim çocukları için böyle bir gelecek ister?... Elimizde Türkiye örneği var. İktidarda güçlü bir İslâmî parti bulunuyor. Hindistan gibi demokratik ülkelerde, büyük bir Müslüman nüfusu var ve diğer gruplarla barış içinde yaşayabiliyorlar. Bence bunlar Ortadoğu için umut olmalı. Böylece, daha ılımlı siyasî güçleri bulup, İslâm ile demokrasi arasında doğru ilişki kurabilen, her ikisine de hizmet eden kurumları oluşturabilen, bütün insanlara hoşgörülü bir demokratik süreç ortaya çıkabilir''.

ABD'nin dünya imparatorluğuna oynadığı malum, onun meselesi kendisiyle işbirliği yapabilecek veya yoluna engel koymayacak rejimler, sistemler ve yönetimlerdir. Ben bu iki yazıda ABD'nin, aslında itiraz ettiğim imparatorluk hedefi ile ilgilenmiyorum; ilgilendiğim ve altını çizmek istediğim husus, ABD'nin radikal ve ılımlı İslâm anlayışıdır, ılımlı dediği İslâm'ın iktidara gelmesine karşı olmadığıdır.

Peki "ılımlı İslâm" ABD'nin politikaları ile uyuşur mu?

İslâm ve demokrasi (3)

"Ilımlı İslâm, ABD'nin dünya imparatorluğu projesini destekler mi?" sorusunun cevabını yazının sonuna erteleyerek İslâm-demokrasi ilişkisi ve İslâm'a uygun bir demokrasinin imkânı konusunda bir nakil daha yapmak istiyorum.

Geçen yazıda ABD Dışişleri Bakanı Rice'ın şu ifadesine yer vermiştik: "Böylece, daha ılımlı siyasî güçleri bulup, İslâm ile demokrasi arasında doğru ilişki kurabilen, her ikisine de hizmet eden kurumları oluşturabilen, bütün insanlara hoşgörülü bir demokratik süreç ortaya çıkabilir''.

Bu ifadenin, radikal laikliğe aykırı olduğu ve bizdeki laikçilere ters geleceği açıktır.

Rice'ı destekleyen bir başka ifade de S. P. Huntington'a aittir. Bu yazar Türkçe'ye Medeniyetler Çatışması adıyla çevrilen kitabında (Ankara, 2001, s. 171,179) Türkiye'nin lider olma potansiyelinden, bunun için yenileşme modelini bir daha gözden geçirmesine ihtiyaç bulunduğundan söz ettikten sonra şunları söylüyor: "Türkiye'nin kültürel ve dinî geleneklerini canlandırmanın ve İslâm ve Osmanlı mirasının üzerine modern bir ekonominin ve demokratik bir siyasetin inşa edilebileceğini göstermenin zamanının geldiğini düşünebilir... İnanıyorum ki, Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslâmî bir anlayışla kalkınmayı ve demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse bundan hem Türkiye hem de dünya faydalanacaktır... Bu onların Batılı liberal bir demokrasiyi kabul edecekleri anlamına gelmez. Onlar kendilerine has bir demokrasi şekline varacaklardır..."

Yakın zamanda AB dışişleri bakanlarının, Lüksemburg'da yaptıkları bir toplantıda, şimdiye kadar İslâm ülkelerinde daima laik aydınlarla temas kurulduğu, artık İslâm inanç temelli sivil toplumla daha fazla ilgilenmenin ve İslâmcı muhalif gruplarla da diyalog kurmanın zamanı geldiği kaydedilmiştir.

Türkiye'nin model olmasından söz edenlerin, Türkiye yenileşmesinin geniş tabana yayılmasını ve benimsenmesini isteyenlerin bu tespit ve analizleri de gözden uzak tutmamaları gerekiyor.

Son üç yazımızda isimleri geçen ABD'li yetkililerin, radikal İslâm'dan "terörü besleyen ve destekleyen, temel insan haklarını tanımayan bir İslâm anlayışını" kastettikleri anlaşılıyor. Savaş ilân etmeden ülkelere baskın yaparak, binalara uçakları çarparak binlerce masumun öldürülmesini İslâm'ın kabul etmediği, böyle bir eylemin, İslâm ile -meşruiyet kaynağı olarak- bağının kurulamayacağı açıktır. İslâm'a göre savaş ilân edilse bile "kadınlar, çocuklar, işinde gücünde adamlar, din adamları, ziraî mahsuller ve hayvanlar..." dokunulmazlar arasındadır. Ama ABD'lilerin destekledikleri ve İslâm ülkelerine bir model olarak sunmaya çalıştıkları "ılımlı İslâm" da, onların dünya imparatorluğu adına yaptıkları cinayetleri onaylamaz, desteklemez ve asla kabul etmez. Onların tariflerine dayanarak ılımlı İslâm'ın "demokrasinin uygun unsurlarını içeren, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına yer veren" bir İslâm anlayışı olduğunu kabul edelim; eninde sonunda bu İslâm'ın meşruiyet kaynağı Kur'ân ve Sünnet olmayacak mıdır? Bu iki kaynağın içeriğini, demokrasilerde de bulunan bazı evrensel değerlerle uzlaştırmak mümkündür, ama kendi ulusal menfaati uğruna mazlum, zayıf, geri kalmış, kendini savunamayan ülkeleri işgal etmek, bu ülkelerin servetlerine haksız olarak el koymak, maddî ve manevî değerlerini altüst etmek başka kitaplarda yazabilir ama İslâm'ın kitabında yazmaz.

İslâm ülkelerine demokrasiyi sokmak için mücadele veren ABD yetkililerinin dönüp aynada bir de kendilerine bakmaları, hem de iyi bakmaları gerekiyor.

24 Nisan 2005

Laiklik mi, demokrasi mi?

Bütün dünyada bir çeşit, tek, birbirinin aynı laiklik kavramı ve uygulamasının olmadığını, bu arada demokratik ülkelerin çoğunun anayasalarında laiklik kelimesinin geçmediğini, bunun yerine din ve düşünce özgürlüğüne yer verildiğini biliyoruz. Sovyet Rusya'da laiklik din düşmanlığı olarak uygulandı, okullarda ateizm ders olarak okutuldu, Fransa'da laiklik radikal, dine karşı ilgisiz, din ve dünya/devlet işlerini birbirinden ayırmada aşırı bir çizgi izliyor. İngiltere ve ABD'de devlet-din ilişkileri daha yumuşak, din özgürlüğü -başkalarının hak ve özgürlüklerine kesin ve açık olarak zarar vermedikçe- geniş tutuluyor ve bu manâda demokrasi önceleniyor, laiklik onu izliyor, demokrasiye tâbi oluyor.

Laikliğin katı, radikal ve sert olduğu ülkelerde demokrasi ile çatıştığı görülüyor. Burada demokrasi derken hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, halkın egemenliğini içeren demokrasiyi kastediyorum. Dindarların özgürlüklerini -başkalarına zarar vermedikçe- her alanda (kamusal ve özel alanlarda) kullanmalarını laikliğe aykırı gören bu ülkelerde insan hakları (din özgürlüğü, bu manâda demokrasi) ikinci planda kalıyor, katı ve sert laiklik onun nefesini kesiyor, onu boğuyor, yok ediyor.

Bizde Cumhurbaşkanı, İmam Hatip mezunlarının polis olmalarına karşı, bunu laiklik için tehlikeli buluyor ve engellemek için elinden geleni yapıyor. CHP milletvekili Ali Topuz, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer'in o makamda oturmasını laikliğe aykırı görüyor. Neden? Sayın Dinçer'in bir konuşmasından alınan notlara dayalı bir iddiaya göre o, güya bir çeşit İslâmî demokrasiyi savunmuş. Sayın Topuz'a göre bu laikliğe aykırı ve ona aykırı olan düşüncelere sahip bulunanlar insan hak ve özgürlüklerinden mahrum edilmeli, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmelidirler. Birinci sınıf vatandaşlar, belli bir grubun laiklik anlayışını paylaşanlardır, devletin her kademesinde vazife almak bunların hakkıdır, diğerleri devletten uzak tutulmalı, devamlı izlenmeli ve mümkün ise yok edilmelidirler.

Son günlerde ülkede tefrika ve iç savaş çıkarmak isteyenlerden, provokasyonlardan, tertiplerden söz ediliyor, demokrasiye ve insan haklarına vurgu yapılıyor, birlik, barış ve huzur için herkesin elinden geleni yapması isteniyor. Peki ülkesini seven, üreten, hiçbir sabıkası ve suçu sabit olmayan, yalnızca -seçilmeden ülkeye egemen olmuş veya olma peşinde- bir grubun düşüncelerinden ve inançlarından farklı düşüncelere sahip olan insanları temel haklarından mahrum eder ve onlara ikinci sınıf insan/vatandaş muamelesi yaparsanız "birlik, barış, huzur, ortak değerler ve vatandaşlık bilinci" nasıl oluşacak veya korunacak? Bunu düşünmek gerekmiyor mu? Ya silah yoluyla, ya haklarını elinden alarak veya başka türlü baskılarla bütün vatandaşları, belli bir inanç, ideoloji ve dünya görüşüne mecbur ve mahkum etmek ne kadar mümkündür; mümkün olursa ne kadar sürekli olabilir? Bir gün mutlaka patlamaz mı? Patlarsa bundan ülke ve millet zarar görmez mi?

Seçime ve demokrasiye inananlara göre kural bellidir; laiklik anlayışı ve uygulaması da dahil olmak üzere bir siyasî heyet başarılı ise (halkın iradesini temsil ediyor, çoğunluğun ve bireyin haklarını dengeli olarak koruyorsa) halk, oyları ile onları iktidarda tutar; başarılı değilse (halk beğenmiyorsa) oylarıyla iktidardan düşürür, başka heyetlere imkan verir. Seçime ve demokrasiye inanmayanlar, laikliği ve ideolojiyi öne alarak demokrasiyi erteleyenler ise halk ile devamlı bir mücadele (savaş demek istemedim) içindedirler, ama şunu iyi bilsinler ki, karamboller (kırk katır kırk satır durumları, askerî darbeler vb.) dışında bunların demokratik yoldan iktidar olmaları ve demokrasiyi sözde veya radikal laikliğe yedirerek uzun süre iktidarda kalmaları mümkün değildir.

15 Nisan 2005
Yeni Şafak Gazetesi’ndeki yazıları

Ziyaret -> Toplam : 125,12 M - Bugn : 144485

ulkucudunya@ulkucudunya.com