Nazlı, Şahin!..
Cengiz Çandar 01 Ocak 1970
Mart ayından bu yana, yani Radikal gazetesinin 40 yıllık mesleğime nokta koymaya yol açan kapanışından bu yana, Türk kamuoyuna dönük hiçbir yazı yazmadım. Ekran ambargosu ise zaten birkaç yıldır sürdüğü için, şayet merak edenler olduysa, ülkemizdeki gelişmeler konusunda görüşlerimi de paylaşamadım.
Yazıyla, konuşmayla Türkiye’de herhangi bir şeyi etkilemenin mümkün olmadığı kanısını taşıdığım bir dönemdeyiz. Bu nedenle, bu yazıyı bir umut besleyerek, bir konuda sonuç alabilmek düşüncesiyle yazmıyorum. Dayanılmaz bir vicdan borcu gereği yazıyorum. Nazlı Ilıcak ve Şahin Alpay, benden hiç değilse, bir yazı beklerlerdi hissine kapıldığım için yazıyorum.
Onlar ve diğer birçok arkadaş… Bülent Mumay’la başlasak, Nuriye Akman’la devam etsek, Hilmi Yavuz, Ali Bulaç , İhsan Dağı , son nefesine yaklaşırken olağanüstü bir ruh güzelliğini ortaya koyarak, helallik isteyen Cemal Uşak ve isimlerini saymaya kalksam bu yazının sınırlarını aşacak sayıdaki nice insan, yazabilir durumda olduğuma göre, benden bir-iki söz beklerlerdi diye düşündüm.
Kolay değil, ortalığı sırtlanların, çakalların, yılanların, insan suretine girmiş bir sürü haşeratın kapladığı, muhbirliğin, tetikçiliğin, kişilere karşı linç kampanyalarının azgınlaştığı bir ortamda, tüm kariyerlerine hakaret niteliğinde bir adaletsizlik, haksızlık ve zulümle karşılaşan insanlar, benden, hiç değilse, bir-iki satır karalamamı beklerlerdi.
Gerçi, birkaç gündür akıl almaz bir kişilik katlinin ve linçinin bizzat hedefi halindeyim; yani bir bakıma onlardan pek bir farkım yok ama parmaklarım bilgisayarın tuşlarına değebiliyor.
Bari, o nedenle, Türkiye’nin giderek kararan faşizan ortamında, fikrî namuslarıyla, inançlarıyla, bugüne kadar ortaya koydukları duruşla apak ve şeffaf insanlara vicdanî borcumu karınca kararınca ödemeye çalışayım.
En başta, her ikisi de 70 yaşının üzerine çıkmış, günümüz cücelerinin bulundukları çukurun alçaklığından ötürü göremeyecekleri yükseklikte bulunan dev özelliklere sahip iki insana…
Nazlı Ilıcak ve Şahin Alpay’ın şahsında, haksız ve adaletsiz tutuklamalar, gözaltılar, işkenceler ve iftiralara ve zulme her kim maruz kalıyorsa, bu yazıyı kendileri için de yazılmış kabul etsinler lütfen.
Önce Nazlı Ilıcak…
Nazlı Ilıcak’ın gözaltına alınmasına, örneğin Merve Kavakçı’nın söyleyeceği bir söz yok mudur?
“Görüşlerine katılmayabilirsiniz” sözcükleriyle “güvenlik kodu” kullanma gereği duymadan, kestirmeden söyleyeyim; Nazlı Ilıcak, Türkiye’nin “mertlik simgesi”dir. Doğru bildiği neyse, kendisine ne derler hesabına hiç girmeden, hiç kulak asmadan, sonuna kadar ve cesaretle arkasında durmuştur.
Bir görüşün ya da hatta bir kişinin doğruluğuna inandığı andan itibaren, gözlerini ileri diker, kulaklarını tıkar ve dimdik biçimde yürüyüşe geçer Nazlı.
Mertlik, şayet bir kavram olmaktan çıkarılıp, ete kemiğe büründürülürse, Nazlı Ilıcak adını taşır.
Nazlı’nın bu özelliğini herkesten fazla bilebilecek iki kişi varsa, o iki kişi Türkiye’nin son iki cumhurbaşkanıdır. Herkesin etraflarından uzaklaştığı hatta kaçıştığı, başörtülü eşlerini görmeye tahammül edemediği bir dönemde, hapisten henüz çıkmış Tayyip Erdoğan’a, eşine ve Abdullah Gül ve eşine evinin kapılarını sonuna kadar açmış ve onları “başka dünyalar”ın insanlarıyla kaynaştırmak ve sahip oldukları kimlikle kabul edilmeleri için inatla çabalamış durmuştur Nazlı Ilıcak.
O günlerin tanığıyım.
“Terör örgütü” ile –hangi terör örgütü olursa olsun- dünyada hiçbir ilişkisi olmayacak kişilerin başında Nazlı Ilıcak’ın geldiğini bilmez mi, Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül?
Nazlı Ilıcak’ın gözaltında ne işi olabilir?
Diyeceksiniz ki, başyaverinin kim olduğunu bilmeyecek kadar istihbarat zaafı olan, yazılan çizilenlere inanmaya kalkarsak, “darbeyi eniştesinden öğrenmiş” olan bir cumhurbaşkanı, Nazlı Ilıcak’ın da ne olup olmadığını bilmeyebilir.
Hayır, işte onu bilir. Gayet iyi bilir. Çünkü, başörtüsüne özgürlük için Nazlı Ilıcak’tan daha mertçe hiç kimsenin mücadele etmediğini bildiği için bilir. Çünkü, o mücadele herkesin gözü önünde verilmiştir.
Koca bir parti grubu ne yapacağını bilmezken, TBMM çatısı altında Merve Kavakçı’ya kol kanat gerenin Nazlı Ilıcak olduğunu unutmuş olabilir mi?
Aklıma gelmişken… Nazlı Ilıcak’ın gözaltına alınmasına, örneğin Merve Kavakçı’nın söyleyeceği bir söz yok mudur?
Cumhurbaşkanı sıfatı taşımış olan Abdullah Gül’ün yok mudur? Az mı ekmeğini paylaştılar Tayyip Erdoğan ile ve eşleriyle birlikte Nazlı Ilıcak’ın; hiç mi kahvesinin hatırı yok?
Türk basınının tüm erkeklerindeki “maço kültürü”nde yüceltildiği anlamdaki “erkeklik”, Nazlı Ilıcak’ın “erkekliği”ne erişemez!
Nazlı Ilıcak, bugün gözaltındaysa, başta bu ülkenin yöneticilerinin önemli bir bölümü, Türkiye’de birçok insanın “utanma duygusu” da gözaltında demektir.
Nazlı Ilıcak’ın gözaltına alınması, zulümdür!
Şahin’e gelince…
Fethullah Gülen’e ve cemaatine “ne istedilerse verecek” imkânlara sahip bulunmayan Şahin Alpay, gözaltında; “ne istedilerse veren” irade, Türkiye’nin başında
Şahin Alpay, benim dile kolay, tam 50 yıllık arkadaşım. Hem de ne arkadaşım. Üniversite yıllarında başlayan, hiç tükenmeyen, artarak süre gelen bir uzun yol arkadaşlığı… Yoldaşım. Filistin yıllarımın ilk bölümünü birlikte geçirdiği yoldaşım, daha sonra askerlik ve dahası manga arkadaşım; ağabeyim, kardeşim, sevgili dostum.
Beraber geçirdiğimiz yarım yüzyıl aramızda sapasağlam, ebedi bir dostluk sıvası oluşturdu.
Şahin Alpay’ın bir dev özelliği varsa, bir “ahlâk ve namus abidesi” olmasıdır. Onun kadar özü sözü bir, dürüst bir adama rastlamak zordur. Ama, dahası, darbeden bu yana bir toplumun sahip olması gereken en temel özellikler bakımından pul pul dökülen böyle bir toplumda bugüne kadar nasıl varolabilmiştir; gerçekten meraka değer.
Şahin’in son 40 yılı, Prometheus’un insanlığa ateşi getirmeye çalışması misali, Türkiye’nin insanlarına “demokrasi bilgisi”ni getirme uğraşıyla geçti. Okudu, yazdı ve üniversitede yıllarca –yakın geçmişte emekli olana kadar- yüzlerce öğrenciye demokrasi dersi verdi.
Bana bir gün dünyada akla ve aklına gelmeyecek, en saçma şeyi bul ve söyle deseler; bu, herhalde Şahin’in “terör örgütü” bağlantısı iddiasıyla, evinin sabahın 6’sında basılıp, didik edileceği olurdu.
Yok, hayır! Bu dahi aklıma gelemezdi!
Nazlı Ilıcak durumundan farklı olarak, Tayyip Erdoğan’ın Şahin Alpay’ı tanımadığını biliyorum. Ama, Abdullah Gül’ün iyi tanıdığını da biliyorum. Darbe gecesi yürekli biçimde, en coşkulu haliyle darbeye karşı sesini yükselten 11. Cumhurbaşkanı’mızın ancak faşist bir darbenin yapacağı türden bu tür uygulamalara karşı çıkacak sesi yok mu, merak ediyorum.
Şahin Alpay’ın gözaltına alınması, tek kelimeyle, zulümdür! Başka bir şey değil.
Eğer Nazlı Ilıcak ve Şahin Alpay, Temmuz 2016’da ipe sapa gelmez ‘ terror örgütü üyeliği’ suçlamasıyla gözaltına alınıyorlarsa, “15 Temmuz Darbesi bastırıldı ve demokrasi kazandı” iddiası kocaman bir yalana dönüşür.
Evet, “15 Temmuz Darbesi” başarısızlığa uğratılmıştır ama sonuç, “demokrasinin ayaklar altına alınması” olursa, olan-bitenin tarihteki yeri ve yorumu, “demokrasi kazandı”dan çok farklı olacaktır.
Tarih kitaplarını açın, Valkyrie Operasyonu diye kayıtlara geçmiş, 20 Temmuz 1944’te gerçekleşmiş “darbe girişimi”ni okuyun. İkinci Dünya Savaşı’nın Almanya için en kritik anında, “Führer”in hayatına kastetmiş olan bir askeri darbe girişimi başarısızlığa uğradı. Ve, savaş halinde bulunan ülkenin, operasyona katılmış subayları, başta Albay Claus von Stauffenberg’in yanısıra önemli konumlarda bulunan üst rütbeli bir grup general de kurşuna dizilerek cezalandırıldı. Onları “Hainler Mezarlığı”nda toplamak, suikast ve darbenin hedefi olan Hitler’in bile aklına gelmemişti.
Alman ordusunda büyük temizliğe yol açan düpedüz bir askeri darbe girişimiydi. Tarih kitapları, başarısızlığa uğraması ve ezilmesini “demokrasinin zaferi” olarak kaydetmediler.
Türkiye’de başarısızlığa uğrayan bir darbenin sonucunda, Nazlı Ilıcak ve Şahin Alpay gözaltına alınıyorsa, demokrasi kazanmamıştır. Zulüm hüküm sürmektedir.
Bu arada, hakkımdaki linç kampanyasının da farkındayım. Oldum olası karanlık bir odak, şaibe altındaki bir provokasyon merkezi, 1998 yılında NTV’de Taha Akyol ile birlikte sunduğumuz bir televizyon programına konuk olarak katılan Fetullah Gülen’i tanıtım cümlelerimin videosunu yayıyor.
Sağdan-soldan, kişilik katli ve linç için hazırda bekleyen infaz müfrezeleri derhal harekete geçiyorlar.
Sanki, 16 Temmuz 2016 tarihinde bir televizyon programı yapmışız ve Fethullah Gülen’i öve öve bitirememişim gibi bir hava yayıyorlar. Kimisi de acaba övgülü o açılış cümleleri hakkında şimdi ne düşündüğümü merak ediyormuş.
Hemen söyleyeyim: Fethullah Gülen’in, 1998 yılı Nisan ayında, öyle takdim edilmesinde hiçbir yanlışlık yok. Nitekim, o tanıtımda rahmetli Çetin Altan’ın ve Prof. Nilüfer Göle’nin Fethullah Gülen hakkındaki olumlu değerlendirmeleri ve sözlerine de yer verdim.
O tarihte, farklı düşüncelere hoşgörü, dinlerarası diyalog ve toplumsal barış gibi birçok girişim öne çıkmıştı. Bunları övmenin ve özendirmenin hiçbir yanlış tarafı yoktu.
Benim bir türlü anlayamadığım, karakter katillerinin, toplumsal linç korkusuyla görüş ve pozisyon değiştirecek biri olmadığımı, bunca yıldır niçin bir türlü öğrenemedikleri.
Şu sıralarda örneklerine sıkça rastlanan omurgasızların sergiledikleri örneklere aldanıyor olmalılar.
Bana ve bu ülkenin demokrat insanlarına, özellikle şu dönemde, reva görülen muameleye tanık oldukça, bunu yapanlara ilişkim tepkim gayet basit:
“Cehenneme kadar yolunuz var.”
Bu tepkim, bundan sonraki dönemin tüm süresince geçerlidir.
Bununla birlikte, bu kampanyayı yürütenlere, ve Nazlı Ilıcak ile Şahin Alpay’ı “terör örgütü bağlantısı” saçma iddiasıyla gözaltına alanlara, naçizane bir önerim olacak:
Öyle 1998 yılına değil, çok yakın tarihlere, 2000’li yıllara, birkaç yıl öncesi ait olan ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın binlerce kişi önünde, canlı yayında, Fethullah Gülen’i göklere çıkaran, ona şiirler okuduğu videoları dolaşıma sokun.
Ve sorun Cumhurbaşkanı’na: Niçin böyle konuştunuz? Şimdi pişman mısınız? Aldandınız mı? Aldatıldınız mı? Neden? Nasıl? Bir daha aldanmama ve aldatılmamanızın garantisini nerede görüyorsunuz? Niçin?
Yönetenlerin kendilerini yöneten iradeye bu soruları sormaları gereklidir. Hem yönetime güvenin pekişmesi ve hem de madem “15 Temmuz Darbesi” bastırıldıktan sonra “demokrasi” ile yönetileceğiz; demokrasinin kökleşmesi için.
Dolayısıyla, bu soruları sormak, bir “yurttaşlık görevi” olmalı.
“Demokrasi nöbetçileri”ne bir de şu sorum olacak:
Tayyip Erdoğan’ın Fethullah Gülen ve cemaati için “Ne istediler de vermedik!” sözlerinin acaba “terör örgütü”ne destek sayılıp sayılmayacağı hakkında, bir görüşünüz var mı?
Nazlı Ilıcak ve Zaman’da yazı yazmış olmaktan ve görüşlerinin açık açık ekranda ifade etmekten başka bir kusuru olmayan, Fethullah Gülen’e ve cemaatine “ne istedilerse verecek” imkânlara sahip bulunmayan Şahin Alpay, gözaltında; “ne istedilerse veren” irade, Türkiye’nin başında.
Bu durumda bir tuhaflık görmüyor musunuz?
Gerçi, bütün bunları sormanın beyhude olduğunun ve giderek anlamsız istekler ve sorulara yöneldiğimin de farkındayım. Demokratik ülkeler ve iklimlerde zaten böyle konular tartışılmaz, böyle sorular sorulmaz.
Nereden baksanız, 70 yaşını aşmış ve birinin ömrü askeri darbelere karşı mücadeleyle, diğerinin demokrasi öğretimiyle geçmiş, Nazlı Ilıcak ve Şahin Alpay’ın gözaltına alınmış olduğu bir ülkeden söz ediyoruz.
Böyle bir ülkedeki rejimin adını tahmin edebilirsiniz.
Yazının başına dönersek ve tekrar edersek:
İçinde bulunduğumuz ve ne kadar süreceği belli olmayan bu karanlık dönemde herhangi bir yazıyla herhangi bir şeyi etkileyemeyeceğimi bildiğimi, bunun idrakinde olduğumu biliniz.
Yapmaya çalıştığım, arkadaşlarıma ve onların şahsında, tüm dostlara, adaletsizlik ve haksızlığa maruz kalmış, zulüm görmüş; bu ülkenin iyi ve güzel insanlarına ve hangi görüşte olurlarsa olsunlar dürüst beyinlerine mütevazı bir borç ifası. Daha fazlası değil.
Hepsi bu kadar…