« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

15 Ağu

2016

İBN HAZM

H. Yunus Apaydın 01 Ocak 1970

Ebû Muhammed Alî b. Ahmed b. Saîd b. Hazm el-Endelüsî el-Kurtubî (ö. 456/1064)

Zâhirî mezhebinin en büyük temsilcisi, usulcü, fakih, muhaddis, tarihçi, edip ve şair.

Sâid el-Endelüsî’ye yazdığı bir mektuba göre Kurtuba’nın (Cordoba) doğu kesimindeki Rabaz-ı Minyetü’l-Mugire’de 384 yılı Ramazanının son gününde (7 Kasım 994) doğdu (İbn Beşküvâl, II, 417). Kaynakların önemli bir kısmı onun Fars asıllı olduğunu kaydeder (Humeydî, s. 308; İbn Beşküvâl, II, 415; Dabbî, s. 415). İbn Hayyân ve Sâid el-Endelüsî gibi çağdaşı bazı tabakat yazarlarının bunu şüphe ile karşılamalarından ve İbn Hazm’ın İslâm’daki sapık mezheplerin ve bid‘atların Farslar’dan kaynaklandığı yolundaki sözlerinden (el-Fasl, II, 115) hareketle bazı yazarlar onun Fars asıllı olmadığını söylerken birçok İspanya tarihçisi (Dozy, Peres), İbn Hayyân ve Sâid el-Endelüsî’den de destek alarak İbn Hazm’ın aslen İspanyol, bazıları da annesinin İspanyol kökenli olduğunu ileri sürmüştür. Cemheretü ensâbi’l-?Arab adlı eserinde dönemindeki Arap asıllı ulemânın isimlerini ve şecerelerini kaydettiği halde kendi soy kütüğüne yer vermemesinden onun Arap olmadığı sonucu çıkarılabilir.

İbn Hazm’ın ailesinin ne zaman müslüman olduğu konusu da tartışılmıştır. Tabakat müellifleri, atalarından İslâmiyet’i ilk kabul eden kişinin Yezîd b. Ebû Süfyân’ın âzatlı kölesi Yezîd olduğunu belirtirler. İbn Hazm’ın beşinci göbekten dedesi Halef b. Ma‘dân, bir rivayete göre Mûsâ b. Nusayr’ın ordusuyla birlikte 93 (712) yılında, bir rivayete göre de Endülüs Emevî Devleti’nin kurucusu Abdurrahman b. Muâviye b. Hişâm’la birlikte 138’de (755) Endülüs’e girmiştir. Bu bilgileri esas alan kaynaklar İbn Hazm’ın ailesinin Müslümanlığını çok eskilere götürürken özellikle şarkiyatçılar onun ailesinin İspanya hıristiyanlarından olduğunu ve dedesinin geç dönemde ihtidâ ettiğini ileri sürmüşlerdir (İbn Hazm’ın ailesi ve nesebine ilişkin görüşler için bk. Hassân Muhammed Hassân, s. 32-39; Muhammed Ebû Zehre, s. 23-26).

Endülüs’ün sayılı zengin ve ileri gelenlerinden olan İbn Hazm’ın babası Ahmed b. Saîd, II. Hakem el-Müstansır’ın ölümü üzerine küçük yaşta tahta geçen II. Hişâm’ın (Müeyyed) hâcibi ve halifelik yetkilerini kullanan Mansûr lakaplı İbn Ebû Âmir’e ve onun oğlu Abdülmelik el-Muzaffer’e vezirlik yapmıştır. Babasının devlet ricâlinden olması sayesinde İbn Hazm, ilk zamanlarda aristokrat ve kültürlü bir çevrede müreffeh bir hayat yaşadıysa da Muzaffer’in ölümünden sonra baş gösteren ve giderek şiddetlenen taht kavgalarının doğurduğu kargaşa ortamı onun ailesinin de sıkıntılı bir dönem yaşamasına yol açtı. Emevî hilâfetinin ardından mülûkü’t-tavâifin ortaya çıkmasıyla neticelenen süreç (1009-1031) başladığında İbn Hazm henüz on beş yaşındaydı. Bu sıralarda Kurtuba, Emevî hilâfetinin daha güçlü bir şekilde geri getirilmesini hedefleyen siyasî faaliyetlerin merkezi durumundaydı. Koyu bir Emevî taraftarı olduğu ileri sürülen İbn Hazm’ın da bir ölçüde bu faaliyetlerin içinde yer aldığı anlaşılmaktadır. Nesebinin dolaylı da olsa Emevîler’e bağlanması ve babasının Emevî hilâfeti döneminde vezirlik yapması gibi sebeplerin bu desteklemede rolü olabilir.

Veba salgınında ağabeyi Ebû Bekir Ömer’i (401/1010), bir yıl sonra da babasını kaybeden İbn Hazm yaşadığı bu acılara ve kargaşa ortamına rağmen Kurtuba’da kalmayı tercih etti; ancak Berberîler’in hâkimiyeti ele geçirip evlerini yağmalaması üzerine Meriye’ye (Almaria) göç etmek zorunda kaldı (1 Muharrem 404/13 Temmuz 1013). Emevî hânedanını diriltmeye çalıştığı iddiasıyla Meriye valisi tarafından tutuklanarak (407/1016) birkaç ay gözaltında bulundurulduktan sonra Hısnülkasr’a (Aznalcazar) sürüldü. Burada kaldığı birkaç aylık süre içinde yörenin hâkimi Ebü’l-Kasım Abdullah et-Tücîbî’den (İbnü’l-Mukaffal) ilgi gördü. Daha sonra Belensiye’ye (Valencia) gidip orada iktidarı ele geçiren Abdurrahman el-Murtazâ’yı (IV. Abdurrahman) desteklediği için (Tavku’l-hamâme, s. 154-156), vezirlik göreviyle ödüllendirildi. Ancak Murtazâ’nın öldürülmesi üzerine yine baskılara mâruz kaldı ve hapse atıldı. Kasım b. Hammûd’un hilâfeti sırasında Kurtuba’ya döndü (409/1018) ve 412 (1021) yılına kadar burada kaldı. Hükümdarlığı birkaç ay süren V. Abdurrahman el-Müstazhir b. Hişâm’a da vezirlik yapan İbn Hazm, Müstazhir-Billâh’ın öldürülmesinden (414/1024) sonra tahta geçen III. Muhammed el-Müstekfî-Billâh (1024-1025) tarafından yine tevkif ettirildi. İbn Hazm, zalim ve zorba olarak nitelediği Müstekfî’nin kendisini tutuklatmasına sebep olarak Müstazhir-Billâh ile olan arkadaşlığını göstermektedir (et-Takrîb, s. 199-200). Bu tutukluluğun, Endülüs’ün son Emevî halifesi olan III. Hişâm el-Mu‘ted-Billâh’ın (1027-1031) halifeliği almasına kadar sürdüğü anlaşılmaktadır. İbn Hazm’ın, III. Hişâm devrinde de kısa bir müddet vezirlik yaptığı belirtilmektedir (Yâkut, XII, 237).

Berberîler’in Kasım b. Hammûd’a karşı ayaklanması üzerine Kurtuba’dan kaçarak Şâtıbe’ye (Javita) geçen İbn Hazm, sevgi ve aşka dair olmakla birlikte otobiyografik nitelik de taşıyan Tavku’l-hamâme’yi burada yazdı (417/1026). Bu tarihten sonra siyasetten büyük ölçüde el çekerek telif çalışmalarına ağırlık verdiği görülmektedir. Tavku’l-hamâme’den hemen sonra el-Ahlâk ve’s-siyer adlı kitabını kaleme aldı, bu arada âlimleri himaye eden emîrin daveti üzerine Şâtıbe yakınlarındaki Bünt (Alpuente) Kalesi’ne giderek Endülüs’ün faziletine dair risâlesini yazdı. Daha sonra Vali Ahmed b. Reşîk’ın davetiyle Mayurka (Majorka) adasına geçti (430/1038-39) ve muhtemelen Mâlikî mezhebinin Endülüs’teki hâkimiyeti sebebiyle dile getiremediği düşüncelerini burada serbestçe açıklama fırsatı buldu; Mâlikî âlimi Ebü’l-Velîd el-Bâcî ile 439 (1047) yılında yine burada tartıştı. Bazılarına göre bu tartışmada yenik düşmesi sebebiyle, bazılarına göre ise daha başka sebepler yüzünden ertesi yıl Mayurka’dan ayrılarak İşbîliye’ye (Sevilla) geçen İbn Hazm, Abbâdî Hükümdarı Mu‘tazıd-Billâh Abbâd b. Muhammed tarafından kitaplarının yakılması üzerine bu hükümdar aleyhine Naktü’l-?arûs adlı eserini kaleme aldı. İşbîliye’de de huzur bulamayan İbn Hazm, atalarının memleketi olan Leble’ye (Niebla) dönerek vefatına kadar orada zâhidâne bir hayat sürdürdü. Sâid el-Endelüsî, İbn Hazm’ın oğlu tarafından yazılmış bir nottan hareketle onun 456 yılı Şâban ayının sonunda (Ağustos 1064) vefat ettiğini belirtmektedir (Tabakatü’l-ümem, s. 77).

Tahsili. Babasının sarayındaki mürebbiyelerden okuma yazma öğrenen ve Kur’an’ı ezberleyen İbn Hazm (Tavku’l-hamâme, s. 79), Ebû Saîd el-Fetâ el-Ca‘ferî’nin Kurtuba Camii’ndeki şiir meclislerine katılmış (a.e., s. 100), Kurtuba’dan ayrılmadan önce fıkıh, hadis ve kelâm dersleri almıştır. İlk hocası Ebü’l-Kasım Abdurrahman b. Ebû Yezîd el-Ezdî’den hadis, kelâm, cedel ve dil öğrenmiş, onun yanında tanıştığı ve dostluk kurduğu Ebû Ali Hüseyin (Ebü’l-Hüseyin) b. Ali el-Fâsî’den istifade etmiştir (a.e., s. 102-103, 155, 166). Dil hocalarından biri olarak andığı (el-İhkâm, IV, 13; VIII, 95) Ebû Ubeyde Hassân b. Mâlik’ten de bu sıralarda okumuş olmalıdır (yaklaşık on dört yaşına gelinceye kadar haremde mürebbiyeler elinde yetişmesinin İbn Hazm’ın karakterine etkisi konusunda bk. EI² [İng.], III, 791). İbn Hazm başlangıçta edebiyat, tarih, mantık ve kısmen felsefede oldukça iyi bir tahsil görmüştür. Mantık hocası, İbnü’l-Kettânî diye de bilinen Muhammed b. Hasan el-Mezhicî el-Kurtubî el-Kettânî’dir (İbn Kesîr, XII, 91-92). İbn Hazm’a gelinceye kadar Endülüs’te felsefede İbn Meserre’den, tabii veya riyâzî ilimlerde Mesleme b. Ahmed el-Mecrîtî’den başka isim yapmış kimsenin bilinmediğini belirten İbn Kesîr, İbn Hazm’ın tabip olduğunu ve tıp konusunda kitabı bulunduğunu söylemektedir (a.e., a.y.).

Humeydî’nin belirttiğine göre (Cezvetü’l-muktebis, s. 308) İbn Hazm, 400 (1010) yılından önce öğrencisi olduğu Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed b. Cesûr’un yanında Yahyâ b. (Abdurrahman b.) Mes‘ûd b. Vechi’l-cenne, Ebû Bekir Hümâm b. Ahmed el-Kadî, Abdullah b. Rebî‘, Muhammed b. Saîd b. Nebât, Abdurrahman b. Abdullah b. Hâlid, Abdullah b. Yûsuf, Kadı Yûnus b. Abdullah b. Mugis, Ahmed b. Ömer b. Enes el-Uzrî ve daha birçok âlimden istifade etmiştir (örnek olarak bk. el-Muhallâ, I, 73, 76, 86, 95, 108, 212). İhtilâfta sözü dikkate alınan âlimlerden diye nitelediği Mes‘ûd b. Süleyman b. Müflit ve İbn Abdülber en-Nemerî ile görüştüğünü kendisi belirtmektedir (el-İhkâm, V, 102). Belensiye (Valencia) Kadısı (Ebû) Abdurrahman b. Abdullah b. Abdurrahman el-Cehhâf el-Meârifî’nin hayatta gördüğü en iyi kadı olduğunu söylemekte ve ondan duyduğu bazı bilgileri aktarmaktadır (Tavku’l-hamâme, s. 165, 179).

Meriye’deki ikameti sırasında İbn Hazm dinler tarihine ilgi duyarak yahudi çevrelerine girmiş (a.g.e., s. 35) ve daha sonra kendisine bir reddiye yazacağı İbn Nagrile ile burada tanışmış, arkadaşı Yahyâ b. Abdülkesîr b. Vâfid ile birlikte, Allah hakkında tecsîmi andıran görüşlere sahip olduğunu söylediği Muhammed b. Îsâ es-Sûfî el-Elbîrî’yi ziyaret ederek kendisinden istifade etmiştir (el-Fasl, IV, 205). İbn Meserre’ye nisbetle Meserrecilik diye bilinen felsefî akımla tanışması da bu sıralardadır. Nitekim İbn Meserre’nin görüşlerini İsmâiliyye mezhebinde yerleşik görüşlere benzer siyasî ve içtimaî görüşlerle mezceden İsmâil b. Abdullah er-Ruaynî de o tarihte Meriye’de bulunuyordu.

İbn Hazm’ın fıkıh tahsiline nisbeten erken yaşta başladığı belirtilirse de Ebû Bekir İbnü’l-Arabî -muhtemelen Ya‘kut’un, “İbn Hazm yirmi altı yaşında iken fıkha yöneldi” ifadesinden hareketle-, onun yirmi altı yaşına kadar en basit ibadetlerden bile habersiz olduğunu ileri sürmüştür. Mevcut rivayetlerin çoğuna göre İbn Hazm önce Şâfiî fıkhıyla ilgilenmiş, daha sonra Dâvûd b. Ali’nin Zâhirîlik mezhebine intisap etmiş ve nihayet bu bağlardan kurtularak bağımsız bir müctehid olmuştur. Fakat Zehebî’nin Ebû Bekir Muhammed b. Turhan et-Türkî’den naklettiği bir rivayete göre İbn Hazm fıkıh öğrenimine (Ebû) Abdullah b. Yahyâ b. Dehhûn’dan Mâlik’in el-Muvatta?ını, diğer bir rivayete göre de İbnü’l-Cesûr’dan el-Muvatta? ve el-Müdevvene’yi okuyarak başlamıştır. Endülüs’te Mâlikî mezhebinin yaygınlığı, hatta bölgenin tek mezhebi olduğu dikkate alınırsa Zehebî’nin naklettiği rivayet daha mâkul görünmektedir. Zehebî’ye göre İbn Hazm işe Mâlikî fıkhıyla başlamış, daha sonra Şâfiî fıkhına ilgi duymuş ve nihayet Zâhirîlik düşüncesini yeniden hayata geçirip bu düşüncenin en önemli temsilcisi, Muhammed Ebû Zehre’nin nitelemesine göre (İbn Hazm, s. 147) mutlak müctehid olmuştur. İbn Hazm’ın ilmi üstatlardan almadığı ve onların edep ve terbiyesiyle yetişmediği şeklindeki eleştiri (Şâtıbî, I, 68) diğer ilim dalları için haklı görülmese bile fıkıh için bir ölçüde isabetli sayılabilir. Nitekim bu alanda istifade ettiği hoca sayısının çok az olması, belli belirsiz bir iki isim üzerinde durulması ve özellikle kendisinin fıkıh hocası olarak sadece Ebü’l-Hıyâr el-Lugavî’nin adından söz etmesi (Tavku’l-hamâme, s. 140) bu görüşü desteklemektedir.

Kaynaklarda hâfız, hadis ilimleri ve fıkhü’l-hadîs âlimi gibi vasıflarla anılan İbn Hazm, gerek zihnî kabiliyetleri gerekse dindarlığı bakımından çok seçkin bir âlim olarak tanıtılmakta; bütün İslâm ilimlerinde derinleşmiş olduğu, hükümlerini doğrudan Kitap ve Sünnet’ten çıkardığı, edebiyat ve şiirde mâhir, dil, siyer ve tarih konularında geniş birikime sahip olduğu belirtilmektedir. İbn Hazm bu alanların hepsinde eser vermiştir. Latince de dahil olmak üzere birçok dil bildiği ileri sürülmüştür (Latince bildiği iddiasını destekleyen bazı ifadeleri için bk. et-Takrîb, s. 6, 8, 54, 134). İbn Hazm, Endülüs halkı arasında amelî ve ahlâkî bakımdan da seçkin bir kişi olarak tanınmıştır (Zehebî, A?lâmü’n-nübelâ?, XVIII, 186). Bazı Şiî yazarlar tarafından sosyal karışıklıklara yol açan bir fitneci diye nitelendirilmesinin, Muâviye’yi hatalı ve Hz. Ali’yi hilâfete hak sahibi görmekle birlikte (el-Fasl, IV, 89) Hz. Osman’ın Ali’den efdal olduğunu söylemesi (a.g.e., IV, 147), Ali’nin katili İbn Mülcem’i “müteevvil müctehid” olduğu gerekçesiyle mâzur göstermeye çalışması (Nâsır el-Kettânî, sy. 4 [1966], s. 80) ve ateşli bir Emevî taraftarı olması gibi siyasî sebeplere dayandığı söylenebilir. Genel Sünnî ve Şiî görüşten farklı olarak İbn Hazm’ın Hz. Ebû Bekir’e hilâfetinin nas yoluyla verildiğini savunmasının da Şîa’nın aleyhteki tavrını etkilediği muhakkaktır.

İbn Hazm’dan rivayette bulunanlar arasında oğlu Ebû Râfi‘ el-Fazl, Ebû Abdullah Muhammed b. Fütûh el-Humeydî ve Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin babası sayılabilir. Zehebî’nin A?lâmü’n-nübelâ?ında Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin İbn Hazm ile yedi yıl birlikte bulunduğu ve onun bütün eserlerini dinlediği ifade edilir. Yine Zehebî, İbn Hazm’dan icâzetle rivayet nakleden son kişinin Ebü’l-Hasan Şüreyh b. Muhammed er-Ruaynî olduğunu belirtmektedir (XVIII, 186). Sem‘ânî, Humeydî’nin de İbn Hazm’dan rivayette bulunduğunu, İbn Hazm’ın görüş ve kitaplarının Irak ve Horasan’a onun vasıtasıyla geçtiğini söylemektedir (Ensâb, V, 694).

Çağdaşlarıyla birçok konuda ilmî tartışmaları bulunan İbn Hazm, el-İhkâm’da çoğunlukla isim vermekden bu tartışmalara işaret etmektedir. Nitekim Mâlikî usulcüsü Ebü’l-Velîd el-Bâcî ile fıkıh usulü, Mekkî b. Ebû Tâlib ile kıraat konusunda tartışmış (el-İhkâm, IV, 167), kendisinin de belirttiği gibi müslümanlarla olan tartışmalarında naslara, gayri müslimlerle yaptığı tartışmalarında ise aklî burhana dayanmıştır. İbn Hazm kendinden önceki âlimleri de eleştirmekten geri durmamış, “Selefimizi severiz, ama bizim için gerçek onlardan daha değerli ve daha üstündür” (et-Takrîb, s. 160) diyerek bunu ilmin gereği saymıştır. Ancak çok defa başta mezhep imamları olmak üzere tenkit ettiği kimselere karşı nezaket sınırlarını aştığı, bazan hakarete varacak ağır ve sert ifadeler kullandığı da görülür; birçok âlimin kendisinden ve eserlerinden yüz çevirmesi, yöneticilerden baskı görmesi ve bazı kitaplarının yakılması gibi olumsuz gelişmeler bu kavgacı kişiliğine bağlanır. İbn Hazm kendisi ve kitapları hakkındaki olumsuz kanaatleri, “Bizim kitaplarımızı bu eserler hakkında hiçbir bilgisi olmayan, onları mütalaa etmeyen, tek bir kelimesini dahi görmemiş kişiler tenkit etmiştir” (el-Fasl, II, 95) diyerek reddeder. İbn Hazm hakkında ılımlı bir tavır sergileyen Zehebî, Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin İbn Hazm’a yönelttiği tenkitleri zikrettikten sonra onun babasının hocası olan bu âlime insafsız davrandığını, hakkında âdil olmadığını ve onu çok hafife aldığını belirtmiş, ilimdeki büyüklüğüne rağmen İbnü’l-Arabî’nin İbn Hazm’ın mertebesine erişemeyeceğini ileri sürmüştür (A?lâmü’n-nübelâ?, XVIII, 190).

Zâhirîlik Düşüncesi. Endülüs’te İbn Hazm’dan önce Zâhirîlik düşüncesini benimsemiş, en azından Zâhirîliğe meyletmiş olan âlimler bulunmaktaydı. Mevcut mezheplerden hiçbirine bağlanmayan Baki b. Mahled, resmî olarak Mâlikî fıkhını uyguladığı halde şahsî işlerinde Dâvûd b. Ali’nin mezhebine tâbi olan, el-İnbâh ?alâ istinbâti’l-ahkâm min Kitâbillâh ile el-İbâne ?an haka?iki usûli’d-diyâne adlı eserlerin müellifi Münzir b. Saîd el-Bellûtî ve Kasım b. Asbağ bunlardandır. Doğudan Endülüs’e 337 (948) yılında tâcir olarak gelen Bağdatlı Ali b. Bündâr b. İsmâil el-Bermekî’nin Zâhirîlik düşüncesinin Endülüs’e taşınmasında rolü olmuştu.
Ali b. Bündâr, Ebü’l-Hasan Abdullah b. Ahmed ed-Dâvûdî’nin öğrencisi olmuş, ondan el-Muvazzah’ı ve el-Müneccah’ı dinlemişti (Makkarî, III, 66). Ayrıca İbn Hazm’ın yakın arkadaşı olan İbn Abdülberr’in, İbn Hazm zamanında Zâhirîliğin temsilcilerinden biri olduğu (Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 1129-1130), hatta özellikle usul konularında İbn Hazm’la tartışmaları bulunan Ebü’l-Velîd el-Bâcî’nin de başlangıçta Zâhirîliğe meylettiği yönünde rivayetler bulunmaktadır (İbn Ferhûn, I, 380-381). Bu bilgilerin doğruluğu araştırmaya muhtaç olmakla birlikte Endülüs’teki Zâhirîlik temayülünü göstermesi açısından önemlidir. İbn Hazm, Endülüs’te Mâlikî fıkhının yaygın olmasına rağmen birçok âlimin hadis doğrultusunda görüş açıklayarak veya Zâhirîliği yahut Şâfiî mezhebini benimseyerek Mâlikî mezhebine muhalif kaldığını belirtmektedir (el-İhkâm, IV, 183).

İbn Hazm Zâhirîlik düşüncesini benimsemekle kalmamış, aynı zamanda onu sistemleştirmiştir. Özellikle Ebû Hanîfe ve Mâlik’in başını çektiği geniş anlamıyla re’y ictihadının Şâfiî tarafından daraltılarak bütün ictihad faaliyetleri kıyasa indirgenirken İbn Hazm bir adım daha atarak kıyası da reddetmek suretiyle re’yin alanını tamamen kapatmıştır. Kendisi de mezhep imamları içerisinde Şâfiî’nin usulündeki doğruların yanlışlardan fazla olduğunu belirtmektedir (a.g.e., II, 120). İbn Hazm ile Şâfiî arasında anlayış benzerliklerine örnek olarak ikisinin de Kitap ile birlikte Sünnet’i de bütünüyle vahiy mahsulü sayması Kitap ve Sünnet’in birbirini neshetmesini ilke olarak câiz görmekle birlikte neshi gösteren bir şahit araması, hikmet kavramını sünnet olarak yorumlaması (Nübzetü’l-kâfiye, s. 41), nas ve icmâ olmaksızın re’y ve istihsan yoluyla dinde bir görüş ileri süren kişiyi yeni bir şeriat icat etmiş kabul etmesi (a.g.e., s. 50) zikredilebilir.

İbn Hazm, Dâvûd b. Ali’nin öncüsü olduğu Zâhirîlik mezhebini benimsemekle birlikte birçok hususta hem mezhep önderinin hem de kendi zamanına kadar Zâhirîlik düşüncesinde yer almış diğer kişilerin görüşlerine muhalefet etmiştir (meselâ bk. el-İhkâm, III, 129, 130, 147; IV, 2, 231; V, 87; el-Muhallâ, I, 224, 229; II, 24; İbn Rüşd, I, 69). Bir yandan kendisinin Zâhirîler’den olduğunu söylerken öte yandan Zâhirî olanları da dahil olmak üzere şahısları ve mezhepleri taklit konusunda olumsuz ve sert tutum takınmasından, Zâhirîliği teknik anlamda bir mezhep olarak değil bir yöntem ve yaklaşım tarzı olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Esasen diğer İslâm hukuk ekollerinin hemen hepsi bir şahıs ismine nisbet edilirken Zâhirîlik bir tavır alışın adı olmuştur. Bununla beraber İbnü’l-Esîr’in, Mağrib’de İbn Hazm taraftarlarından oluşan Hazmiyye adında bir cemaatin ortaya çıktığını kaydetmesi (el-Kâmil, XII, 145), sonraları onun fikirlerinin de öteki mezhep imamlarınınki gibi taraftar kazandığını göstermektedir. Muvahhidler hânedanının üçüncü emîri zamanında Zâhirîliğin yarı resmî bir anlayış haline gelmesi de bu arada zikredilebilir (Goldziher, s. 138).

Usul Görüşleri. İbn Hazm’ın çeşitli eserlerinde sık sık tekrar ettiği şu ana fikirler onun usulünün teorik çerçevesini, zeminini ve Zâhirîlik karakterini göstermesi bakımından önem taşır: Allah’ın dini zâhirdir, onda bâtın yoktur; cehrdir, onda sır yoktur; burhandır, onda gevşeklik yoktur (el-Fasl, II, 116). Hükmü Kur’an’da veya Hz. Peygamber’in beyanında genel veya özel ismiyle açıkça belirtilmeyen bir olayın meydana gelmesi mümkün değildir (el-İhkâm, IV, 184). Dolayısıyla din sadece Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’den sahih olarak sabit olan sünnetten alınır ve bağlayıcılık açısından her ikisi de eşittir. Bir konuda Allah’tan ve Hz. Peygamber’den bir açıklama gelmedikçe hiç kimsenin onlar adına bir beyanda bulunma yetkisi yoktur (Nübzetü’l-kâfiye, s. 38); Allah ne bildirdiyse insanlar sadece onu bilebilir (el-İhkâm, II, 206; III, 4, 21; VIII, 14). Şeriat yalnızca kulların denenmesi için gelmiştir. Kulların maslahatları kendi bakışlarına göre değil Allah’ın emirleri ve nehiyleri doğrultusunda cereyan eder. Bir kimse kendi şahsî görüşünü Allah’a izâfe ederse O’na iftira etmiş olur; eğer Allah’a izâfe etmiyorsa bu da o görüşün dinden olmadığı anlamına gelir. Dinî bir konuda hiç kimse rabbimizin dediğinin ve bize vâcip kıldığının dışında bir şey söyleme yetkisine sahip değildir (a.g.e., V, 125). Bu sebeple doğruyu isabet ettirmek ancak nassın zâhirine tâbi olmak suretiyle mümkündür; mânaların dikkate alınması ise re’ydir. Bu suretle İbn Hazm, dili de din gibi tevkif (yalnız Allah’ın bildirmesi halinde bilinebilecek konular) kapsamına dahil ederek isim verme ve hüküm koymanın insanlara bırakılmadığı görüşündedir (el-Fasl, V, 110). Resûl-i Ekrem’in Kur’an’ı açıklaması vahiy kaynaklı olup bu yetki sadece ona verilmiştir; sonrakilerin vahiy irtibatı olmadığı için onlara düşen açıklamak değil anlamaya çalışmaktır. Hz. Peygamber dışında hiç kimseye verilmiş bir hüccet yoktur (el-Muhallâ, XI, 243, 249, 258). İbn Hazm, el-İhkâm’ın yazılış amacını ve konusunu açıkladığı birinci bölümde diğer usul eserlerinde rastlanmayan bir biçimde görüşlerini oturttuğu bu teorik çerçeveye temas eder. Burada da özetle bütün dinî ahkâmın Kur’an’la ve resulün diliyle açıklandığını ve bu iki kelâm içinde aranması gerektiğini, artık tamamlanmış olan dinin Allah’tan, resulünün dilinden ve ülü’l-emrin Hz. Peygamber’den alıp bize tebliğ ettiklerinden alınması gerektiğini, bunun dışında kalanların dinden olmadığını, aksine bir görüşün bâtıl sayıldığını belirtir.

A) Deliller. İbn Hazm’a göre şer‘î ahkâmın kaynakları dörttür: a) Kur’an nassı, b) Hz. Peygamber’in kelâmının nassı, c) Ulemânın hepsinin icmâı, d) Bir mânaya (vecih) ihtimali bulunan delil (el-İhkâm, I, 68-71; II, 120; el-Muhallâ, I, 5). Dinî meseleler hakkındaki hükümler sadece bu dört vecihten biriyle bilinir ve bu vecihlerin hepsi de nassa râcidir. 1. Kur’an ve Sünnet. el-İhkâm’ın onuncu bölümünü (I, 95-96) Kur’an’ın gerektirdiğine göre hüküm verme konusuna ayıran İbn Hazm, ayrıntıları ilgili bölümlere havale ederek Kur’an’ın başvurulacak yegâne asıl olduğunu, onda eksik bir şey bırakılmadığını söyler. Kur’an’ın gerektirdiği şekilde amel etme konusunda Ehl-i sünnet, Mu‘tezile, Havâric, Mürcie ve Zeydiyye arasında görüş ayrılığı bulunmadığını, sadece bazı Râfizîler’in buna karşı çıktıklarını ve bu yüzden kâfir olduklarını belirtir.

İbn Hazm, “O hevâsından konuşmaz, o ancak vahiydir” (en-Necm 53/4) meâlindeki âyeti de dikkate alarak vahiy kavramını ikiye ayıran geleneksel anlayışı benimser. Bunların ilki mu‘ciz bir nazımla düzenlenmiş metlüv vahiy (Kur’an), diğeri i‘caz özelliği taşımayan, metlüv olmayan mervî vahiydir (sünnet). Bu ikisi arasında farklılık ve çatışma bulunmaz. Kur’an ve Sünnet nasları, tilâvet bakımından farklı olsalar bile hüküm koyma ve bağlayıcılık açısından aralarında fark yoktur; çünkü Kur’an ve Sünnet Allah katından olmaları bakımından eşittir. Kur’an gibi Hz. Peygamber’in kelâmı da vahiy olup, “Zikri biz indirdik, onun koruyucusu da biziz” âyetine göre (el-Hicr 15/9) vahiy zikirdir, zikir de korunmuştur. İbn Hazm bu âyetten hareketle, bazı Zâhirîler’in, aksi üzerinde icmâ yapılmış sahih bir hadisin bulunabileceğini ileri sürerek böyle bir durumun o hadisin neshine delil olduğunu söylemelerini fâhiş bir hata olarak değerlendirir (Zerkeşî, IV, 129-130). İbn Hazm, dinin sadece Kur’an’dan ve Resûl-i Ekrem’den sahih şekilde sabit olan sünnetten alınacağını savunduğu için Peygamber’den bu şekilde sabit olma yolları üzerinde önemle durmuştur. Buna göre Resûlullah’tan sabit olma üç yolla gerçekleşir: a) Ümmetin bütün âlimlerinin ondan rivayeti yoluyla (icmâ), b) Bir cemaatin ondan nakliyle (naklü’l-kâffe), c) Güvenilir tek kişilerin muttasıl rivayeti yoluyla (el-Muhallâ, I, 50). Bu yaklaşımıyla tutarlı olarak İbn Hazm, sünnetin kısımlarını ele aldığı bölüme “Allah’tan ihbârın kısımları” başlığını koymuş (el-İhkâm, I, 104) ve bu başlık altında rivayet açısından haberin kısımları üzerinde durmuştur. Haberi mütevâtir ve âhâd olmak üzere iki kısma ayırıp “iki ve daha fazla sayıdaki kişinin birbirlerinden ayrı olarak aynı lafızlarla naklettikleri haber” şeklinde tanımladığı mütevâtir haberin zaruri bilgi ifade ettiğini özellikle belirtir (a.g.e., I, 107); böyle bir haberi inkâr etmenin duyularla idrak edilen şeyleri inkârla eşdeğer olduğunu söyler. İbn Hazm, “âdilin âdilden Peygamber’e kadar muttasıl olarak naklettiği haber” diye tanımladığı haber-i vâhidin hem güvenilir bilgi kaynağı hem de bağlayıcı olduğu görüşündedir. Hadisin muttasıl olmasına önem veren İbn Hazm, icmâın desteklemesi durumunda mürsel haberin de alınabileceğini düşünür (Zerkeşî, IV, 411). Rivayet ettiği haberin makbul olabilmesi için râvinin âdil olması yanında fakih olması gerektiğini de öne sürer. Fakih olmanın bir şartı da hıfza (ezberleme yeteneği) sahip olmaktır (el-İhkâm, I, 138, 143, 144, 148; IV, 162). Hz. Peygamber’in söylemiş olduğunda iki müslümanın ihtilâf etmediği sahih her nassa uymak farzdır, bu nas Allah’ın Kur’an’daki muradının tefsiri ve mücmelinin beyanıdır (a.e., I, 104). İbn Hazm haber-i vâhidin kabulünde icmâ bulunduğunu, fakat I. (VII.) yüzyıldan sonra ortaya çıkan Mu‘tezile kelâmcılarının bu icmâa muhalefet ettiklerini söyler. Zâhirîler’in bazı haber-i vâhidleri terkettikleri iddiasına karşılık olarak hiçbir Zâhirî’nin re’y yahut kıyas sebebiyle veya birinin görüşü yüzünden hadisi terketmediğini, onların bazı hadisleri terketmesinin şu sebeplerle olabileceğini belirtir: a) Hadisin başka bir nas ile nesh veya tahsis edilmiş olması, b) Hadisin kendilerine ulaşmamış bulunması, c) Rivayette tedlîs bulunması, d) İki hadisin birbiriyle çatışması. Ancak İbn Hazm, bunlardan sadece ilk ikisini hadisin terki için yeter sebep olarak görmektedir (a.e., VIII, 75). Mâna ile nakil konusunda İbn Hazm, ihticâc ve fetva kastıyla tebliğ kastı arasında ayırım yapmış ve birinci durumda eğer râvi hadisin anlamını biliyorsa meâlen nakletmesinin câiz olduğunu, ikinci durumda ise lafzıyla nakletmesi gerektiğini söylemiştir (İbn Hazm’ın sünnet anlayışı için bk. a.g.e., I, 96-150; II, 2-149).

İbn Hazm’ın Hz. Peygamber’in fiil ve ikrarının değerine ilişkin yaklaşımı da (a.g.e., IV, 39-58; el-Muhallâ, I, 65) onun lafızcılığı ve zâhirciliği ile uyumludur. Buna göre Resûl-i Ekrem’in, bir hükmün yerine getirilmesi veya bir emrin beyanı kabilinden olmayan fiilleri yükümlülük doğurmayıp sadece örnek özelliği taşır; aynı şekilde onun ikrarı da yalnızca mubah kılma işlevine sahiptir. Bir emrin beyanı veya bir hükmün uygulaması türünden fiilleri ise vücûb ifade eder. Hz. Peygamber’in fiilleri konusunda İbn Hazm’ın bu yaklaşımı sonraki muhakkik usulcüler tarafından büyük ölçüde benimsenmiştir. Şâfiî usulcülerinden Ebû Şâme el-Makdisî, bu konuya hasrettiği kitabında geniş yer verdiği İbn Hazm’ın görüşlerine katılmıştır (el-Muhakkak, s. 76-100, 196-198, 207; ayrıca sünnet konusunda ayrıntılar için bk. el-İhkâm, I, 96-150; II, 2-149).

Beyan, “bir şeyin hakikati konusunda bilgi edinmenin özü itibariyle mümkün olması” (el-İhkâm, I, 40), tebyin ise “anlamı kapalı durumdan kurtarmak” mânasına gelir. Kur’an’ı Kur’an’la, hadisi hadisle ve hadisi menkul icmâ ile beyan etmenin tefsir, tahsis ve istisna gibi yolları vardır. Kur’an sünnetin, sünnet de Kur’an’ın mücmelini açıklar. Hz. Peygamber’in kendi lafzıyla Kur’an’daki bir kapalılığı sahabîlere açıklamasına “müredded beyan” ve “müekked tefsir” denir. Mücmel müfesserden önce olabileceği gibi sonra da olabilir. Beyanın amelin vâcip kılış vaktine kadar tehiri câiz ise de bu vakitten sonraya kalması mümkün değildir (Gazzâlî bu görüşü Zâhirîler yanında Mu‘tezile’ye ve bazı Hanefîler’e de nisbet eder, el-Müstasfâ, I, 368).

İbn Hazm, “hükmün tamamının veya bir kısmının kaldırılması”, “tekrar etmeyen konulardaki ilk emrin süresinin sona erdiğini beyan”, “vârit olan hükmü belli bir zaman dilimine tahsis etmek” gibi değişik ifadelerle tanımladığı neshi bir beyan türü, daha doğrusu beyanın tehir edilme türlerinden biri sayar ve gerek nesih olayında gerekse neshin gerçekleşme biçimlerinde bir illet ve hikmet aramanın anlamsız olduğunu savunur (nesih-bedâ farkı için bk. el-İhkâm, IV, 68-69). Nesih, tahsis ve istisnanın aynı kapsamda değerlendirilmesine karşı çıkan ve sonuç itibariyle tahsisi de istisna kapsamında değerlendiren İbn Hazm nesihle istisnanın farkını şöyle açıklar: Bir kısmı istisna edilmiş cümlenin umumuyla Allah bizi asla sorumlu tutmamış, sadece istisna edilmemiş kısmı bizden istemiştir; nesihte ise istisnanın aksine dün yapmakla emrolunduğumuz şeyin bugün yasaklanması söz konusudur (a.g.e., IV, 66-67).

Kelâmın emir, dilek, haber ve soru şeklindeki dört kısmından sadece ilkinde nesih söz konusu olabilir (a.g.e., IV, 71-72). Nesih emrolunan şeye (fiile) değil emre yöneliktir (a.g.e., IV, 65). İbn Hazm, neshin kapsamı konusunda Zâhirîler arasında görüş ayrılığı bulunduğunu, bazılarının tevhid gibi akılla bilinen şeylerin neshinin câiz olmadığını savunduklarını belirtmiş, fakat kendisi nesihte illet ve maslahat aranmayacağı görüşünde olduğu için bu konuda tevhidle diğer şer‘î hükümler arasında fark bulunmadığını söylemiştir. Tâvizsiz zâhirciliğin tipik örneği olan bu anlayışa göre teorik olarak meselâ Allah teslîsi veya puta tapmayı emredecek olsaydı bu emrin hikmet, adalet ve hak sayılması, tevhidin ise küfür kabul edilmesi gerekirdi (a.g.e., IV, 73). İbn Hazm bazı Zâhirîler’in, aklen imkânsız olduğu gerekçesiyle nimet verene şükretme vecîbesinin neshedilemeyeceği yönündeki görüşlerini hatırlatarak bu yaklaşımı da doğru bulmaz. Çünkü Allah’ın emrettiğinin dışında güzel, yasakladığının dışında da çirkin yoktur (a.g.e., IV, 75). Ancak İbn Hazm, Allah’ın kendi vaadine muhalefet etmesinin mümkün olduğu anlamına geleceği için vaad ve vaîdin neshedilemeyeceğini söyler.

Neshi bilmenin yolları üzerinde titizlikle duran İbn Hazm’a göre nesih veya tahsisten bahsedebilmek yahut nassın zâhirinden anlaşılanın bir te’vili bulunduğunu veya bir hükmün üzerimize vâcip olmadığını söyleyebilmek için başka bir nas veya yakinî icmâ bulunması ya da duyularımızla edindiğimiz bilgilerin bunu zorunlu kılması gerekir (el-Muhallâ, I, 52-53). Açık bir nas, icmâ veya burhan olmadıkça kimse herhangi bir beyanı neshedici olarak değerlendiremez. Neshin varlığını bilmenin dört yolu vardır. a) Yakinî icmâ, b) Her iki nasla da amel etmenin imkânsızlığı durumunda birinin tarihinin sonra olduğunu bilme, c) Bir emrin ötekini neshettiğine dair üçüncü bir nassın bulunması, d) Ortada birinin uygulamadan kalktığını, ötekinin ise vâcip olduğunu bildiğimiz iki durumun bulunması (el-İhkâm, IV, 83-88). İbn Hazm’a göre her ikisi de vahiy olduğu için Kur’an sünnetle, sünnet de Kur’an’la neshedilebilir. Bu vahyin vahiy ile neshi anlamına gelir; sünnetin âhâd veya tevâtür yoluyla nakledilmiş olması önemli değildir (a.g.e., VIII, 107-114; İbn Hazm’ın nesih anlayışı için ayrıca bk. IV, 59-121).

Prensip olarak Kur’an ve Sünnet arasında teâruz ve ihtilâf bulunamayacağını düşünen İbn Hazm, bu sebeple söz konusu kaynaklar arasında kişinin kanaatine göre bir çatışma görülürse yine de ikisini birden uygulamak gerektiğini; vücûb açısından her ikisine de itaat eşit olduğundan birini öteki lehine terketmenin câiz olmadığını savunmuştur (el-Muhallâ, I, 50-51; Nübzetü’l-kâfiye, s. 38-39). İnsanların icmâı nassı takviye etmeyeceği gibi ihtilâfı da onu zayıflatmaz; bu bakımdan tercih için üçüncü bir nassa başvurmaya gerek yoktur; mümkün mertebe her iki nasla da amel edilmeli, mümkün değilse daha fazla yükümlülük ve ayrıntı içeren nas alınmalıdır (el-İhkâm, VIII, 43).

2. İcmâ. İbn Hazm el-İhkâm’da icmâ konusunu ele aldığı bölümde (IV, 128-238), ehl-i İslâm’ın bütün zamanlarda sahih ve kuşku götürmez icmâ ile görüş birliğine vardıkları konular bulunduğunu ifade ettikten sonra bu cümleden olarak şu hususlar üzerinde durur: Kur’an nassına ve güvenilir râviler kanalından Hz. Peygamber’e isnad edilen sünnete uyan kimse icmâa uymuş olur. Sünnete uymanın vücûbu konusundaki icmâ da böyledir. Ehl-i İslâm cemaatle birlikte hareket etmenin vâcipliğinde ittifak etmiştir. İbn Hazm “cemaat” kavramıyla sahâbe, tâbiîn ve onlardan sonra gelen imamları kastettiğini belirttikten sonra kendileriyle muhalifleri arasında, İslâm bilginlerince ulaşılan icmâın Allah’ın dininde bir hüccet ve kesin bir gerçek olduğu hususunda görüş birliği bulunduğunu, ihtilâfın ise icmâın mahiyeti konusunda ortaya çıktığını söyler (a.g.e., IV, 128).

İslâm âlimlerinin icmâ ile ilgili tanım ve anlayışlarına yer verip uzun uzadıya tartışarak (a.g.e., IV, 143-238) sonuçta Dâvûd b. Ali’nin anlayışının doğru olduğu kanaatine varan İbn Hazm’a göre icmâ, Hz. Peygamber’in ashabının istisnasız bilip kabul ettikleri yakînen bilinen şeydir. Meselâ onların Resûl-i Ekrem’le beş vakit namaz kıldıklarına, namazın rükû ve secde sayılarına, Hz. Peygamber’in insanlarla birlikte ramazan orucu tuttuğuna ve ikrar etmeyenin mümin olamayacağına ilişkin bilgilerimiz yakinî bilgidir ve bunun icmâ olduğunda kimsenin ihtilâfı yoktur. O dönemde sahâbe müminlerin tamamını teşkil ediyordu. Eğer sahâbeden sonraki bir asırda, sahâbe icmâıyla hakkında kesin hüküm verilmemiş bir nassın hükmü konusunda icmâ mümkün olsa bu hükmün doğruluğu ve hüccet sayılması gerektiği kesin olmakla birlikte bu yine de icmâ sayılmaz. Sahâbeden sonraki bir dönemde meydana gelen görüş birliğinin hak ve hüccet kabul edilmesi, “Ümmetimden bir grup hakkı destekleyip ayakta tutmaya devam edecektir” (Buhârî, “İ?tisâm”, 10) meâlindaki hadise dayanır. Bu tür görüş birliğinin icmâ sayılmayışı ise sahâbeden sonraki asırlarda müminlerin, genel olarak İslâm ümmetinin sadece bir kısmını teşkil etmesi sebebiyledir (el-Muhallâ, I, 54-55; el-İhkâm, IV, 149). Buna göre diğer mezheplerin “herhangi bir asırdaki ümmetin âlimlerinin görüş birliği” şeklinde tanımladıkları icmâ anlayışı, hüccet olmak bakımından İbn Hazm tarafından devam ettirilirken dinin aslî kaynağı olarak değerlendirilen icmâ sadece sahâbenin görüş birliğine tahsis edilmiş ve bile bile bu icmâa muhalefet edilmesi küfür olarak değerlendirilmiştir. İbn Hazm icmâı, mütevâtir nakille güvenilir tek kişilerin âhâd yolla yaptıkları muttasıl nakil yanında Peygamber’den naklin üçüncü ve en kuvvetli yolu olarak görmekte ve ümmetin bütün âlimlerinin ondan rivayetini icmâ olarak adlandırmaktadır (el-Muhallâ, I, 50; el-İhkâm, IV, 141-142). İbn Hazm, sahâbeden gelen bir rivayete Kur’an ve Sünnet’te bulunmak şartıyla ittibâ edileceğini, esasen sahâbe icmâının bu olduğunu ve sahih icmâın naslara ittibâ etmenin vâcipliğinden ibaret bulunduğunu söylemektedir (a.g.e., IV, 151).

İbn Hazm icmâın, “hakkında nas bulunmayan bir hüküm üzerinde müslüman âlimlerin re’y ve kıyas yoluyla görüş birliğine varmış olması” şeklinde anlaşılmasına şiddetle karşı çıkmakta, ümmet âlimlerinin ancak Kur’an veya Sünnet’ten bir nas üzerine icmâ edebileceklerini savunmaktadır. İcmâın sadece nas kaynaklı olacağı anlayışı, İbn Hazm’ın dinde eksiklik olduğu kanaatine götüreceği kaygısıyla re’y ve kıyasa yer vermeyen sistemine uygundur. İbn Hazm icmâı, “naslara uyma” anlamına hasrettiği için onu Kur’an ve Sünnet’ten delillendirmeye ihtiyaç duymamış; sadece herhangi bir asırda gerçekleşen görüş birliğinin icmâ sayılmasa da hak ve hüccet olacağını göstermesi bakımından yukarıda zikredilen hadise yer vermiş; diğer usulcülerin icmâın temel gerekçesi olarak gösterdikleri, “Ümmetim sapıklık üzerinde birleşmez” (İbn Mâce, “Fiten”, 8) hadisinin, lafız ve sened bakımından sahih olmamakla birlikte diğer hadisin desteğiyle anlamının sahih olduğunu söylemiştir (el-İhkâm, IV, 131).

İbn Hazm’ın, Ebû Hanîfe’yi ve İmam Mâlik’i taklit edenlerin Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine, müslümanların icmâına, kurûn-ı sâlihanın üzerinde bulunduğu şeye ve delâil-i aklın gerektirdiklerine muhalefet ettiklerini söylerken (a.g.e., II, 120; sahâbe ve tâbiîn icmâı ifadesi için bk. el-Fasl, II, 177) hem “müslümanların icmâı” hem de “kurûn-ı sâlihanın üzerinde bulunduğu şey” tabirlerine birlikte yer vermesi dikkat çekicidir. Bu durumda kurûn-ı sâliha ifadesinin icmâdan farklı bir anlam kazandığı, müslümanların icmâı veya ümmet âlimlerinin hepsinin icmâı (el-İhkâm, I, 68, 71) şeklindeki ifadesiyle özellikle sahâbe icmâının kastedildiği, kurûn-ı sâliha tabiriyle sahâbeden sonra gelenlerin görüş birliğinin kastedildiği söylenebilir. Ayrıca kurûn-ı sâliha ifadesini icmâın nakli meselesiyle de irtibatlandırmak mümkündür. Çünkü İbn Hazm’a göre icmâ, ancak yine bir icmâ ile veya mütevâtir bir nakille sahih kabul edilebilir (a.g.e., IV, 210). Hz. Ömer’in Şüreyh’e yazdığı mektuptaki “sâlihlerin hükmettiği” ifadesini “sâlihlerin icmâı” olarak açıklayan (a.g.e., VI, 78) İbn Hazm’ın Selef-i sâlih’i sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn olarak göstermesi de (a.g.e., VI, 146) bu konuda önemli bir ipucu vermektedir.

İstishâbü’l-hâl. İbn Hazm’ın, icmâ bahsinden sonra istishâbü’l-hâl konusunu ele almakla (a.g.e., V, 2-49) bir anlamda onunla bağlantı kurduğu ve orada söylediklerini teyit amacı güttüğü düşünülebilir. Esasen bölüm başlığı olarak “İstishâbü’l-hâl, Kur’an ve Sünnet’in vâcip kıldıklarının dışındaki bütün akid, ahid ve şartların butlanı” ifadesini seçmesi de bunu hissettirmektedir. İbn Hazm’ın bu başlık altında özellikle üzerinde durduğu husus salt zaman, mekân ve durum değişmesinin hükmün değişmesini gerektirmeyeceğidir. Ona göre sabit olan bir şey ebediyen ve her hâlükârda sabittir. Bu bakımdan Kur’an’ın ve sabit sünnetin nassı herhangi bir konuda bir hüküm getirmişse hükme konu olan şeyin bazı durumlarının değişmesi veya zaman yahut mekân değişikliği sebebiyle bu hükmün de değişeceğini veya ortadan kalkacağını iddia eden kimsenin Kur’an ve Sünnet’ten delil getirmesi gerekir. Bu yaklaşım diğer usulcüler tarafından, “Neshin vârit olmaması mevcut nassın hükmünün devam ettiğine delildir” şeklinde tanımlanan “nas istishabı”na benzemektedir. İbn Hazm sisteminin temeline oturttuğu, “Din tamamlanmıştır ve değişmez” anlayışının bir sonucu olarak zaman ve mekânın değişmesi gibi mülâhazalarla hükmün değişmesini, Peygamber’in getirdiği dinin değiştirilmesi olarak algılamakta, aynı gerekçeyle dinde Allah’ın izin vermediği ziyade veya noksanlığa yahut değiştirmeye yol açan ihtiyatın gerçekten ihtiyat değil sapma olduğunu, gerçek ihtiyatın Kur’an ve Sünnet’e uymaktan ibaret bulunduğunu söylemektedir.

Koyu zâhirciliğini akid, ahid şart ve vaadlerin geçerliliği hususunda da sürdüren İbn Hazm, nassın iptal ettikleri dışında bu işlemlerin hepsinin bağlayıcı olduğu şeklindeki görüşü tenkit ederek nassın vâcip veya mubah kıldıklarının geçerli, diğerlerinin ise bâtıl olduğunu savunmuştur. Öte yandan istishâbü’l-hâlin temellendirilmesi konusunda İbn Hazm ile istishâbı kabul eden diğer usulcüler arasındaki görüş ayrılığı teorik olup İbn Hazm bu ilkeyi dine dayandırırken diğerleri bunun akıl ile sabit olduğunu söylemişlerdir.

“Ekallü mâ kile” ile Hüküm Verme. Ekallü mâ kile (söylenenin en azı) tabiri nafaka, diyet, erş ve zekât gibi miktarın söz konusu olduğu malî veya cezaî hususlarda dikkate alınması gereken en az rakamı ifade eder. Bazı âlimler, farklı miktarların önerildiği ihtilâflı bir konuda önerilen en az miktar (ekallü mâ kile) üzerinde hükmen ittifak meydana gelmiş sayılacağını ve bu miktarın icmâ hükmünde olacağını, öteki görüşlerin alınabilmesi için delile gerek bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. İbn Hazm, bu görüş sahiplerinin gerekçelerini de zikrettikten sonra şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Eğer ehl-i İslâm’ın hepsinin görüşünü tesbit etme imkânı bulunsaydı bu görüş doğru kabul edilebilirdi. Bu mümkün olmadığına göre söz konusu görüş faydasız bir külfet yüklenmektir.” İbn Hazm’ın anılan ilkeye itibar etmediği intibaını veren bu ifadesi ve yeterince açık olmayan üslûbu yüzünden olmalı ki Zerkeşî onun ekallü mâ kileyi inkâr ettiğini söylemiştir (el-Bahrü’l-muhît, VI, 31). Halbuki İbn Hazm bu ilkeyi sadece vücûbunu nassın tayin ettiği, miktarının ise ülü’l-emre itaate havale edildiği salt icmâ konusu meselelerde (emek-sermaye ortaklığı, zimmî tarafından öldürülen zimmînin diyeti gibi) kullanmakta ve onu icmâdan alınan delil olarak adlandırarak bir yönüyle icmâ kapsamına dahil etmektedir. Esasen dinin her hükmü için nas bulunması gerektiğini savunan, buna bağlı olarak icmâı da nassa dayandıran temel anlayışı bunu gerektirir. Aynı anlayışın bir gereği olarak İbn Hazm, farklı rivayetler söz konusu olduğunda her zaman en fazla hüküm içeren rivayeti aldığı halde bu meselede “ekserü mâ kile” ile (söylenenin en çoğu) amel etmeyi haram görmektedir. Bu noktada İbn Hazm’ın prensip olarak, herhangi bir işin vâcipliğine dair bir nas vârit olunca “emrolunan şeyi yaptı” denilebilecek en az miktarı yapan kişiden farzın düşeceğini kabul ettiği de hatırlanmalıdır. İbn Hazm istishâbü’l-hâl ve ekallü mâ kileyi müstakil hüccet olarak değerlendirmemiş, bunları bir yandan birbirleriyle benzer ve birbirlerini tamamlar muhtevada ele alırken öte yandan diğer usulcülerin yaklaşımlarından farklı olarak her ikisini de icmâ anlayışı içerisinde eritmeye çalışmış ve “icmâdan alınan delil” olarak nitelemiştir (ayrıntılar için bk. el-İhkâm, V, 50-63).

3. Delil. İbn Hazm delil kavramını bazan “aklî burhan” (el-Muhallâ, I, 5), bazan “aklın delillerinin gerektirdikleri” (el-İhkâm, II, 120) olarak açıklasa da kastedilen şey aynıdır. İbn Hazm’ın genellikle hükmün kaynakları olarak gördüğü nas, icmâ ve zaruret üçlüsünden zaruret büyük ölçüde, burada incelenecek olan delil yanında, duyularla ve akılla zorunlu olarak algılanan şeyleri de içine alacak bir anlam genişliğine sahiptir.

İbn Hazm, kendisinin bir delile dayanarak görüş açıklamış olmasını bazılarının nas ve icmâın dışına çıkma olarak değerlendirdiğini, bazılarının da delil ile kıyası aynı şey zannederek çok büyük bir hata işlediklerini söyler. Ona göre delil nastan ve icmâdan alınmıştır. İcmâdan alınan delil dört kısma ayrılır. a) İstishâbü’l-hâl, b) Ekallü mâ kile, c) Herhangi bir görüşün terki üzerinde icmâ, d) Her birinde farklı görüşlere sahip olsalar bile müslümanların hükmünün eşitliği. Nastan alınan delil ise yedi kısımdır. a) Herhangi birinde açıkça belirtilmeyen (mansûs olmayan) bir sonuca birlikte götüren iki mukaddime. Örnek: “Her sarhoş edici şaraptır”, “Her şarap haramdır” şeklindeki iki öncülün zorunlu sonucu, “Her sarhoş edici haramdır” şeklindedir. Bu iki öncül her sarhoş edicinin haram olduğuna burhanî delildir. b) Bir hükmün kendisine tâlik edildiği şart. Şart gerçekleştiğinde ona tâlik edilmiş hüküm de vâcip olur. Örnek: “Eğer vazgeçerlerse önceki yaptıkları bağışlanır” (el-Enfâl 8/38). Bu hükmün vazgeçen herkes için söz konusu olduğu açıktır. c) Kendisinden herhangi bir dolaylı anlam çıkarılan lafız. Mantıkçılar bunu “mütelâimât” diye adlandırırlar. Meselâ Hz. İbrâhim’in yumuşak huylu ve sabırlı olduğunu bildiren âyetten (et-Tevbe 9/114) onun sefih olmadığı zorunlu olarak anlaşılmaktadır. d) Biri hariç tamamı bâtıl olan kısımlar. Bu durumda o tek şey sahih olur. Literatürde “aklî taksim” veya “sebr ve taksim” olarak adlandırılan bu hususu İbn Hazm bazan “zarûretü’l-akl” olarak da isimlendirir. Meselâ haram, farz ve mubah şeklinde üçlü ayırım sonrasında bu şey ne farz ne de haramdır denildiğinde o şeyin mubah olduğu zorunlu olarak anlaşılır. e) Yukarıdan aşağıya dereceli olarak vârit olmuş kaziyyeler. Bu durumda -konu hakkında nas olmasa bile- en üst dereceye ait hükmün altta bulunanların tamamını kapsaması gerekir. Meselâ Ebû Bekir Ömer’den efdaldir, Ömer Osman’dan efdaldir denildiğinde Ebû Bekir’in Osman’dan da efdal olduğu anlaşılır. f) Mantıkçıların “aksü’l-kazâyâ” dedikleri türden hükümler. Meselâ, “Her müskir haramdır” sözünden haram olan şeylerin bir kısmının müskir olduğu sonucu çıkar. Bu işlemde tümel olumlu her zaman tikele döndürülür. g) Birkaç anlamı dolaylı olarak içinde barındıran lafız. Meselâ, “Zeyd yazıyor” denildiğinde bundan Zeyd’in hayatta olduğu, yazmaya yarayan organlarının sağlam olduğu ve yazma gereçlerini kullandığı anlaşılır.

Delil kavramını genel olarak el-İhkâm’ın yedinci bölümünde (I, 65-79) anlamı açıkça belirtilmiş olan “mansûs alâ ma‘nâhü” tabiriyle açıklayan İbn Hazm, burada bilgiye ulaşmanın iki yolu bulunduğunu belirterek bunlardan birincisinin aklın apaçık yargılarıyla (bedîhetü’l-akl) duyuların açık seçik verilerinin (evâilü’l-his) gerektirdikleri, diğerinin ise bedîhetü’l-akl ve evâilü’l-hisse râci olan mukaddimeler olduğunu söylemiştir. “Mansûs alâ ma‘nâhü” Kitap, Sünnet ve icmâ dışında dördüncü bir vecih gibi görünmekle birlikte bu üç aslın dışında değildir; aksine bunlarda geçen hükümlerle doğrudan ilgili başka hükümlerin çıkarılmasını sağlayan, bir bakıma dil ve mantık kurallarıdır. Hz. Peygamber’in, “Her müskir hamrdir ve her hamr haramdır” sözünden zorunlu olarak, “Her müskir haramdır” sonucu çıkar ki işte bu, mansûs alâ ma‘nâhüdür. Âyette, “Kişiye annesi ve babası vâris oluyorsa annesinin payı üçte birdir” (en-Nisâ 4/11) denilmektedir. Buna göre sadece anne ve baba vâris olduğu ve annenin payı da üçte bir olduğu için geri kalan üçte iki babanın payı olacaktır. Aklın zaruri olarak ulaştığı bu bilgi her ne kadar lafzan mansûs (ifade edilmiş) değilse de anlam olarak mansûstur. İbn Hazm’ın delil kavramı içerisinde yer verdiği bu hususu Hanefîler “beyânü’z-zarûre” kapsamında değerlendirmişlerdir.

İbn Hazm’a göre ilke olarak delil hiçbir zaman nas veya icmâın dışında olmayıp lafzın mefhumundan ibarettir, bu sebeple de istidlâlden ayrıdır. Bunun yanında illet delil olarak adlandırılamayacağı gibi delil de illet olarak adlandırılamaz. İllet, kendisinden asla ayrı bulunamayacak bir hükmü gerektiren şeydir, ateşin buharlaşma yapması gibi. Bu ateşin yapısından kaynaklanır. İbn Hazm’a göre kıyas ehli illeti delil, delili de illet diye adlandırarak bu hususta fâhiş bir hataya düşmüşlerdir; çünkü onlar bir konudaki hükme dayanarak hakkında nas bulunmayan başka bir konuda verdikleri hükmü delil olarak adlandırmışlardır (delil konusunda ayrıca bk. a.g.e., V, 105-108; VII, 199).

B) Dinde Tefakkuh ve İctihad. İbn Hazm, el-İhkâm’ın dinde tefakkuh (yeterli bilgi birikimine ulaşma), fetva verme yetkisine sahip müftü ve ehl-i İslâm’a vâcip olan ictihad konularını incelediği bölümünde (V, 121-141), “Müminler hep birden savaşa gitmesin” âyetinden (et-Tevbe 9/122) hareketle dinde tefakkuhu iki kısımda değerlendirir. a) Kişinin kendine has tefakkuhu. b) Halkını ve çevresini uyarmak suretiyle Allah’ın rızâsını amaçlayan kişinin tefakkuhu. İbn Hazm’a göre her toplulukta din hükümlerini öğretme işini üstlenen kişilerin hakkı bâtıldan ayıran kesin delillerin keyfiyetini ve zâhiren çelişik görünen naslar karşısında nasıl davranacağını, nâsih ve mensuhu, Allah’ın ve elçisinin sözünü anlamaya yardımcı olacak vasıtaları (meselâ fakihin, Allah’tan ve Hz. Peygamber’den gelenleri anlayabilmesi için Arap dilini, nahvi ve Peygamber’in siyerini) bilmesi gerekir. Bu özellikleri taşıyan, fetvasında takvâya uygun davranan, din konusunda titiz ve hak hususunda tâvizsiz olan kimselerin fetva vermesi helâldir. Bu özellikleri taşımayan kimselerin fetva vermesi haram olduğu gibi resmî makamların bunları görevlendirmesi veya fetva vermelerine imkân tanıması, hatta insanların bunlardan fetva sorması da haramdır. İbn Hazm fıkhı da “Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in sözlerinden hareketle şeriat hükümlerini bilme” şeklinde tanımlayarak yukarıda verilen bilgiler doğrultusunda açıklar. Bir kimsenin bazı konularda yeterli bilgi birikimine sahip olmaması bildiği meselede fetva vermesine engel değildir. İbn Hazm bu suretle ictihadın tecezzî edeceği fikrini benimsemektedir.

Resûl-i Ekrem’in huzurunda sahâbenin ictihad etmesi, emrolundukları veya yasaklandıkları bir konuda değil sadece mubah olan konularda vuku bulmuştur. Bir şeyin farz veya haram kılınması gibi hususlarda hiçbir kimse kendi re’yi ile ictihad edemez; aksi halde Allah’ın izin vermediği bir şeriatı ortaya koymuş olur. İbn Hazm, öteki usulcülerin sahâbenin re’y ictihadına gerekçe yaptıkları Muâz b. Cebel hadisiyle Abdullah b. Amr’a isnad edilen, “Senin huzurunda ictihad mı edeceğim, yâ Resûlellah!” şeklindeki rivayetin sahih olmadığını ileri sürer (a.g.e., V, 132).

Peygamberlerin ictihadına gelince İbn Hazm, kendilerine vahiy gelmeyen konularda şer‘î ahkâm koymak için peygamberlerin ictihad etmelerinin câiz olduğunu söylemeyi küfür sayar (a.g.e., V, 132). Resûl-i Ekrem’in vahiy gelmemiş konularda şer‘î ahkâm koymasını dinin değiştirilmesi olarak gören İbn Hazm, onun bu konularda re’yi ile hükmettiği yolundaki hadislerin uydurma olduğunu söyler. Önceden bir yasaklama bulunmaması ve istediği gibi tasarruf etmesine Allah tarafından izin verilmesi şartıyla Hz. Peygamber’in dünya işleri, harp taktikleri gibi konularda uygun gördüğü şekilde davranmasının câiz olduğunu belirtir.

İbn Hazm, el-İhkâm’ın ictihad konusuna tahsis ettiği kırkıncı bölümüne (VIII, 133-151), ictihadın tanımı ve hükmü hakkında konuşanların bu terimin anlamını bilmediklerini ileri sürerek, ictihad lafzının anlam ve içeriğini bilmenin gerektiğine vurgu yaparak başlar. Buna göre ictihad, “dinin bir hükmünün araştırılması yolunda olanca çabayı sarfetmek” demektir (el-Muhallâ, I, 67). Allah şeriatın bütün hükümlerini açıklamış olup bazı hükümlerin açığa çıkarılması bir kısım âlimler için mümkün olmasa bile bu imkânsızlık bütün âlimler için düşünülemez; çünkü din hususunda gerçeğin bütün müslümanlara kapalı kalması mümkün değildir. Nitekim ilgili âyetler gereğince (en-Nahl 16/44, 89) dinin beyanı güvence altına alınmış ve kapalılık kaldırılmıştır. Âlimler, meydana gelen bir olayın şer‘î hükmünün Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerinde bulunacağı hususunda müttefiktirler. Hüküm bu iki kaynakta ya doğrudan belirtme (nas) veya bunlardan çıkarılan ve bir tek anlama ihtimali bulunan delil şeklinde bulunur. Mürsel haberi, aksi bilinmeyen sahâbî sözünü, hitap delilini, kıyası, mücerred re’yi, istihsanı, çoğunluğun görüşünü, Medine ehlinin amelini ve bir âlimin sözüne tutunmayı hükümlerin kaynağı olarak değerlendiren âlimler olmuşsa da bunların hepsi bâtıldır. Bazı hükümler konusunda bir sahâbînin veya tâbiînin ya da önceki fakihlerden birinin görüşüne uymak taklittir.

İbn Hazm müctehidlerin Allah katında iki, insanlar katında ise üç kısım olduğunu belirtir. Allah katında müctehid ya isabet etmiş ya da hata etmiştir. Bu bakımdan aynı konudaki farklı ictihadlardan biri hak, ötekiler hatadır. İnsanlar açısından bakıldığında bu ikisinin yanında bir de hata veya isabet ettiği bilinemeyecek olan müctehid vardır. Herhangi bir görüşün sıhhatine dair kesin delil bulununca onun Allah katında hak olduğunu kabul ederek kendisiyle fetva vermek ve amel etmek gerekir. İctihadın ilmî, ahlâkî ve metodik şartlarına uymasına rağmen hata etmiş olan müctehid günahkâr sayılmaz. Hata eden müctehid Allah katında isabet eden mukallitten efdaldir (el-İhkâm, IV, 118; el-Muhallâ, I, 69).

Kıyas, delîlü’l-hitâb, sahâbî sözü veya Medine ehlinin ameline tutunanların hatalı olduğuna kesin gözüyle bakmakla birlikte İbn Hazm bunları belli şartlarla mâzur kabul etmektedir. Fakat bir konuda biri diğerinin içeriğini tahsis eden iki genel âyetin veya hadisin bulunması, teâruz eden iki âyet veya hadis arasında tercih yapmak, zayıf ve mürsel haberle amel gibi bazı konularda kendilerinin hak üzere olduklarını söylemekle birlikte bu tür meselelerde kimin isabet ettiğinin, kimin yanıldığının açıkça belli olmadığını ifade etmiştir (el-İhkâm, VIII, 147-150).

C) Delil Olmayan Şeyler. 1. İstihsan, Re’y ve İstinbat. İbn Hazm bu kavramları birbirinin eş anlamlısı olarak gördüğü için el-İhkâm’da hepsini bir başlık altında ele almakta (VI, 16-59) ve hepsi için “hâkimin o anda ve sonuç itibariyle uygun gördüğü ile hüküm vermesi” şeklinde ortak bir tanım vermektedir. Bir başka eserinde re’yi, “müftünün herhangi bir nassa dayalı olmaksızın haram veya helâl kılma açısından daha ihtiyatlı ve daha âdil olanla hüküm vermesi” şeklinde tanımlamakta ve re’yin sahâbe döneminde uygulandığını, “hakkında nas bulunmayan konuda, aralarındaki illet birliğine veya bir nevi benzerliğe dayanarak nas veya icmâ ile belirlenmiş hükmün benzeriyle hükmetmek” şeklinde tanımladığı kıyasın ikinci dönemde, “müftünün güzel bulduğu bir şeyle hükmetmesi” olarak tanımladığı istihsanın üçüncü dönemde, nihayet ta‘lîl ve taklidin dördüncü dönemde ortaya çıktığını belirtmektedir. İbn Hazm, Ebû Hanîfe’den önce istihsanla görüş açıklayan kimseyi bilmediğini ve istihsanı özellikle Hanefîler ve Mâlikîler’in çok kullandığını, Şâfiîler’in buna muhalefet ettiğini, ta‘lîl ve taklidin ise Şâfiî’nin arkadaşları arasında ortaya çıktığını ileri sürer (Mülahhas, s. 4-10; el-İhkâm, VIII, 38). İbn Hazm, re’y kapısını ilk açanların ve kıyasla peygamberin hadisine itiraz edenlerin Ebû Hanîfe, Rebîa b. Ebû Abdurrahman ve Osman el-Bettî olduğunu söyleyerek bunu “âlimin zellesi, fâzılın vehlesi” şeklinde değerlendirir (a.g.e., VI, 56).

İstihsan, istinbat ve re’yin câizliği konusunda ileri sürülen gerekçeleri ayrı ayrı ele alarak tenkit eden İbn Hazm, kıyasçıların kimi zaman kıyası istinbat olarak adlandırdığını söyler ve kelimenin kök anlamından hareketle istinbatın temelsizliğini göstermeye çalışır (a.g.e., VI, 21). Peygamber’in kelâmından ve icmâdan, kulakla duyulduğunda anlaşılanın ve dil ile ifade edildiğinde bunun gerektirdiğinin dışında bir anlam çıkarılmasını kabul etmez. İstihsan, istinbat ve re’ye yönelttiği tenkitlerinin sonucunda dinin sadece vahiyden alınacağını ve re’y yolunu kabul etmekle Allah ve Resulü’nün belirtmediği yeni bir şeriat koymak veya mevcut bir şeriatı iptal etmek arasında fark bulunmadığını söyler (ihtiyat, sedd-i zerâi‘ ve müştebeh konusunda bk. a.g.e., VI, 2-16).

2. Kıyas. İbn Hazm’ın ilmî kişiliğinin en dikkate değer özelliklerinin başında re’y ve kıyas karşısında gösterdiği sert muhalefet gelir. Kıyas konusuna geniş yer ayırdığı el-İhkâm’da (VII, 53-204; VIII, 2-76; ayrıca bk. el-Muhallâ, I, 56; Zerkeşî, III, 13) Bâkıllânî, Cüveynî, Gazzâlî gibi mütekellimîn usulcülerin kıyasla ilgili tanım ve tasnifleriyle bu husustaki görüşleri hakkında bilgi verip bunları eleştirdikten sonra zâhir ehline göre bütün çeşitleriyle kıyasın bâtıl olduğunu, dinî hükümlerin kaynağı olarak ancak Allah kelâmının nassı, Peygamber kelâmının nassı, Hz. Peygamber’den sahih olarak gelen fiil veya ikrar, bütün ümmet âlimlerinin hiçbir muhalif olmaksızın her birinin katılmış olduğu yakînen bilinen icmâ, nas veya icmâdan bir tek vecihe ihtimali bulunan delilin kabul edilebileceğini söylemiş ve kendisinin de bu görüşleri benimsediğini belirtmiştir.

İbn Hazm’a göre kıyasın temelini oluşturan ve esasen ilk olarak Şâfiî ashabı tarafından ortaya atılıp diğer ekollerce de benimsenen illet ve ta‘lîl kavramı hiçbir suretle sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn tarafından dile getirilmemiştir; aynı nesiller arasında kıyas kelimesini telaffuz eden, anlamına dikkat çeken, hatta kıyası bilen hiç kimse yoktur. Usulcülerin çoğunluğunun iddia ettiğinin aksine (Gazzâlî, II, 212; Zerkeşî, IV, 529) bu tesbit, onların kıyasın câizliği değil bâtıllığı üzerinde icmâ ettiklerini gösterir (el-Muhallâ, I, 58-65). Nitekim bu durum, bazı kıyasçıları illet ve ta‘lîl kavramlarını açıkça anmaktan ve kıyas lafzını kullanmaktan kaçınmaya mecbur etmiş, bunlar teşbih, temsil ve tanzîr gibi başka kavramlara sığınmışlardır. Halbuki yaptıkları iş kıyas metoduyla yapılandan başka bir şey değildir. Eğer kıyas hak olsaydı Hz. Peygamber onu açıklamaktan ve onunla amel etmekten geri durmazdı, böylece bize de mutlaka öğretmiş olurdu. İbn Hazm, sahâbenin kıyasa başvurduğunu göstermek amacıyla ileri sürülen rivayetleri tenkit ettikten sonra onların kıyası ve kıyasın temelini oluşturan illeti tanımadıklarını, bu tür teşebbüslerin ikinci nesilde (tâbiîn döneminde, re’y ve ihtiyatla amel kabilinden) ortaya çıkmaya başlayıp üçüncü nesilde yaygınlık kazanmış bir bid‘at olduğunu ileri sürmüştür (el-İhkâm, VII, 177; VIII, 25-26; krş. a.g.e., VIII, 38). İbn Hazm, Hz. Ömer’in Ebû Mûsâ’ya yazdığı söylenen mektubun uydurma olduğunu (a.g.e., VI, 41; el-Muhallâ, I, 59; Mülahhas, s. 6), Şüreyh’e yazdığı mektubun ise sahih olmakla birlikte bunun kıyasın lehine değil aleyhine gerekçe sayılması gerektiğini ifade etmektedir. Bu suretle İbn Hazm, kıyasçıların kıyası ispat sadedinde dayandıkları temel gerekçelerinden biri olan “kıyasın câizliğinde sahâbenin icmâ ettiği” şeklindeki anlayışın asılsız olduğunu gösterdiği kanaatindedir (bu hususta tarafların ayrıntılı gerekçeleri için bk. KIYAS).

Sahâbenin re’y, istihsan ve ihtiyar ile görüş açıklamasının yaygınlığını kabul etmekle birlikte İbn Hazm bunların hiçbir zaman kendi görüşlerinin hak olduğunu, dolayısıyla onlara uymanın dinî bir zaruret teşkil ettiğini söylemediklerini, böyle bir iddianın ileri sürülemeyeceğini ifade eder. Onlar, kendi beyanlarının sadece içlerine doğan görüşleri haber vermekten ibaret olduğunu söylemişlerdir (el-İhkâm, VII, 118; VI, 40, 49, 54; Mülahhas, s. 22). İbn Hazm, tâbiînin kıyas karşıtı görüşlerine de yer verdikten sonra Ebû Hanîfe ve Mâlik’in kıyası tanımlamadıklarını ve onlardan aktarılan kıyasların kesinlik iddiası taşımayan şahsî görüşlerden (re’y) ibaret bulunduğunu belirtir (el-İhkâm, VIII, 36).

İbn Hazm genellikle, “hakkında nas bulunmayan bir şeyin hükmünü hakkında nas bulunan şeyin hükmüne göre belirlemek” şeklinde tarif ettiği kıyası dinî ahkâmda Allah’ın emirlerine insanlarca yapılan bir ilâve olarak görür ve onu re’yden titizlikle ayırır. Çünkü re’y, “daha uygun, daha ihtiyatlı ve sonuç bakımından daha emniyetli olanla hükmetmek” demek olup bu tanımıyla kıyastan ayrılır. İctihad ise hem re’yden hem de kıyastan farklıdır (a.g.e., VII, 113-114). İctihad, meydana gelen bir olayın hükmünü Kur’an ve Sünnet’te bulmak hususunda olanca gücü harcamaktır. İbn Hazm’ın sisteminin doğru ve açık biçimde anlaşılabilmesi için bu ayırımın göz önünde tutulması gerekir. İbn Hazm’ın kıyası re’y ve istihsandan ayırarak onu tenkide daha fazla önem vermesinin altında, Sünnî usulcülerin kıyası “Allah’tan haber verme ve Allah katındaki gerçeği keşfetme” olarak değerlendirmeleri yatmaktadır.

Kıyasın terki hususunda birkaç yönden icmâ bulunduğunu ileri süren İbn Hazm’a göre kıyasa başvuranlar hata etmişlerdir (a.g.e., VIII, 37-38). Kıyasın ismi gibi hükmünün de hiçbir âyet ve hadiste yer almadığını iddia eden İbn Hazm, buna rağmen kıyasçıların kıyasa meşrûluk kazandırmak için hiç ilgisi olmadığı halde Kur’an’dan ve Sünnet’ten gerekçelere tutunduklarını, gerçekte ise bunları anlamları dışında kullandıklarını öne sürerek bu gerekçeleri tek tek ele almış ve bu delillerin, kıyası meşrûlaştırmak bir yana onun geçersizliğini ispatladığını göstermeye çalışmıştır. İbn Hazm kıyasçıların aklî gerekçelerini de inceleyerek bunların geçersizliğini, daha sonraki bir başlık altında da kıyasçıların kıyas hususundaki çelişkilerini ortaya koyar (a.g.e., VIII, 48).

İbn Hazm, kendilerinin de kıyasa başvurduğu yolundaki iddialara cevap vermeye çalışır (a.g.e., VII, 93). Meselâ başta Şâfiî olmak üzere birçok usulcünün kıyasa gerekçe olmak üzere zikrettiği kıbleye yönelme meselesinde kıyasla değil delille hareket ettiğini belirterek kıyasla delilin farklı şeyler olduğunu özellikle vurgular (a.g.e., VII, 140-141). İbn Hazm, görüşlerinin birçok noktada kıyas ehlinin görüşleriyle uyuşabileceğini, fakat kendisinin hareket noktalarının ve dayanaklarının onlarınkinden farklı olduğunu ifade etmektedir (et-Takrîb, s. 144). Zâhirîler’in, sıkışınca kıyasa başvurdukları iddiası araştırmaya muhtaç bir konu olup özellikle İbn Hazm hakkında doğru sayılmaması gerekir. İbn Hazm’ın, aklî konularda kıyası kabul ettiği halde şer‘î konularda kabul etmemesi çelişkili görünse de bu husustaki temel iddiasını dinin tamamlandığı ve şeriatın beyanının hiç kimseye havale edilmeyip bu yetkinin sadece Allah’a ve elçisine ait olduğu anlayışına dayandırdığı düşünülünce bu çelişkinin bir yönüyle kalkacağı söylenebilir.

Kıyasın dinde yeri olmadığını göstermeye çalışmasının ardından Allah’ın hüküm koymasının bir illete dayandığı iddiasını ele aldığı bölümde İbn Hazm (el-İhkâm, VIII, 76-132; ayrıca bk. et-Takrîb, s. 169) ilke olarak Allah’ın hüküm koyarken illet, hikmet ve maslahat gözettiği şeklindeki anlayışlara karşı çıkar. İllet, sebep, alâmet ve maksat kavramları arasındaki farklılık üzerinde durarak bunların hiçbirinin şer‘î hükümlerin illetini tesbit edip hükümleri bu illetlere bağlamayı yahut kıyasla hüküm vermeyi gerektirmeyeceğini savunur. İllet herhangi bir işi zorunlu olarak gerektiren özelliktir ve hiçbir zaman ma‘lûlünden ayrılmaz. Buna göre İbn Hazm, Allah’ın fiilleri ve hükümleri için illet göstermenin O’nun iradesini sınırlama veya reddetme sonucunu doğuracağından kaygı duymuştur. Allah ve Resulü’nün belirttikleri dışında Allah’ın fiilleri ve hükümleri için sebepten de söz edilmez. Allah’ın fiil ve hükümleri hususundaki maksat ise ortaya çıkan ve gerçekleşen reel durumdan başkası değildir. Allah’a ve Resulü’ne belirtmedikleri bir ta‘lîli veya izin vermedikleri bir hükmü nisbet etmekten kaçınmak vâciptir (el-İhkâm, VIII, 99-109). Allah’ın fiil ve hükümleri için mutlaka bir illet, hikmet ve maslahat arayanlar, “İnsanlar arasında hikmet sahibi olan kişiler ancak doğru ve yerinde bir sebep ve illet gereğince davranırlar” diyerek rablerini kendilerine kıyas etmişler, Allah’ın her şeyi kulların maslahatı için yapacağını söylemişlerdir. Halbuki Allah dilediği şeyi dilediği şeye faydalı kılar (a.g.e., VIII, 110, 120-125). Allah veya elçisi bir işin falan sebepten olduğunu doğrudan belirtmişse bundan Allah’ın bu şeyleri sadece nasta belirtilen hususlarda sebep kıldığı, başka yerlerde bu sebeplerin kesinlikle hiçbir etkisi olmadığı anlaşılır (a.g.e., VIII, 97, 99). Her hükmü bir illete bağlamayı gerekli görenlerden bazıları, İbn Hazm’a göre Hz. Peygamber’in, esasen câiz olmayan bir şeyi gözettiği bir illet ve maslahattan ötürü emredebileceğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir (İbn Hazm kıyas, re’y, ta‘lîl ve taklit konularındaki görüşlerini Mülahhasu ibtâli’l-kıyâs ve’r-re?y ve’l-istihsân ve’t-taklîd ve’t-ta?lîl adlı eserinde özetlemiştir).

Kıyas ve ta‘lîl konusundaki temel yaklaşımları üç usulcü örneğinde göstermek gerekirse bir uçta Kitap ve Sünnet naslarını yeterli görüp kıyasa asla gerek bulunmadığını savunan İbn Hazm, karşı kutupta çoğu olaylar hakkında nas bulunmadığını söyleyen İmâmü’l-Harameyn el-Cüveynî (Zerkeşî, V, 546), bir diğer uçta da illetlerin değil maslahatların dikkate alınarak gerektiğinde nasların bile aşılabileceğini savunan Necmeddin et-Tûfî bulunmaktadır.

3. Delîlü’l-hitâb (zıt anlamdan sonuç çıkarma). Bazı usulcüler şer‘î bir hükmün sıfat, sayı, zaman gibi kayıtlara bağlanması durumunda bunlar gerçekleşmeyince karşıt hükmün geçerli olduğunu ileri sürmüşlerse de İbn Hazm bu yaklaşımı yanlış bulmuştur. Ebü’l-Abbas İbn Süreyc ve bazı Mâlikîler de aynı görüştedir. İbn Hazm, genel olarak diğer usulcülerin kıyas ve delîlü’l-hitâb hakkındaki görüşlerinin birbirini iptal ettiğini söyler. Delîlü’l-hitâb konusunu dile dahil etmeyi bir saptırma ve aldatmaca olarak gören İbn Hazm, bunu savunanları bütün hükümleri bir âyetten çıkarmaya kalkışmakla itham ederek ortaya koydukları gerekçeleri çürütmeye çalışmakta ve çelişkilerine örnekler vermektedir. Bu konuda Zâhirîler’in büyüklerinden Ebü’l-Hasan Abdullah b. Ahmed el-Mugallis’i de tenkit etmektedir (el-İhkâm, VII, 19).

4. Sahâbî Sözü. İbn Hazm, Peygamber’in eşlerinin ve ashabının hepsinin cennetlik olduğunu (el-Muhallâ, I, 44), sahâbeye sevgi ve saygı göstermenin farz kılındığını söylemekle birlikte (el-İhkâm, V, 89) onlardan birini taklit etmeyi câiz görmez (a.g.e., V, 56, 57, 58). İbn Hazm’ın fakih sahâbîlerin sayısını 100 civarında göstermesi (a.g.e., V, 92) sonraki bazı usulcüler tarafından az bulunarak eleştirilmiştir (Zerkeşî, VI, 212-213). Ayrıca onun, eserlerinin başında Allah’a hamd ve resulüne selâmdan sonra -geleneğin aksine- Peygamber’in ailesini ve ashabını umumiyetle anmaması ilgi çekicidir.

5. Şer‘u men kablenâ (İslâm öncesi ilâhî dinlerin hükümleri). Önceki şeriatlarla hüküm vermeyi ilke olarak câiz görmeyen, her peygambere ayrı ve bağımsız bir şeriat verildiğini söyleyen İbn Hazm, bununla birlikte önceki şeriatlarda bulunan bir hükümle müslümanların muhatap tutulmasını mümkün görmekte, fakat Zâhirîlik mantığı uyarınca bu durumu öncekilerin şeriatına uyma olarak değil Kur’an’a veya Peygamber’in emrine uyma olarak nitelendirmektedir.

6. Taklit. İbn Hazm el-İhkâm’ın otuz altıncı bölümüne (VI, 59-182) “Taklidin iptali” başlığını vermiş ve burada taklidin haramlığı üzerinde durarak sahâbe de dahil olmak üzere hiç kimsenin, özellikle de mezhep imamlarının taklit edilemeyeceği fikrini savunmuştur. Ona göre taklit, Hz. Peygamber dışında birinin söylediği sözü burhan olmaksızın kabul etmek ve onun delili konusunda ikna olmadan sözüne inanmak demektir. Allah’ın emrettiği şey ise kesin burhan olup ona uymak taklit sayılmaz; taklit Allah’ın uymayı emretmediği birine uymak, Resûl-i Ekrem dışındaki birinin sözünü -doğrulayan bir delil olmadığı halde- falan kişi dedi diye benimsemektir.

İbn Hazm, Kur’an’da ve Sünnet’te sahâbenin övüldüğünü ve onlara saygı duymanın gerektiğini kabul etmekle birlikte sahâbenin vahye şahit olması sebebiyle vahyi daha iyi bildiği ve taklit edilmeye lâyık olduğu iddiasını kabul etmez (a.g.e., VI, 90). Hatta sahâbenin farklı görüşlerinden birinin alınmasını dinî konuların kişisel tercihlere bırakıldığı şeklinde yorumlar ve bunu İslâm’dan çıkma olarak değerlendirir. Yine Hulefâ-yi Râşidîn’in, Hz. Peygamber’in sünnetinin dışında sünnet koyabileceklerini mümkün görmeyi de küfür ve irtidad sayar. Dinî hükümlerin tamamı vâcipler, haramlar ve mubahlardan oluşur. Hulefâ-yi Râşidîn’e, Resûl-i Ekrem’in sünnetinin dışında sünnet koyma yetkisi tanımak, Hz. Peygamber zamanında helâl ve mubah olan bir şeyin daha sonra haram kılınabileceği anlamına gelir. Müslümanın sahâbeye ittibâ konusundaki görevi onların ittifak ve icmâ ettiği şeylere uymaktan ibarettir. Nitekim sahâbîler de taklidin terki üzerinde görüş birliğine varmışlar ve Hz. Peygamber’in sünnetine ittibâ hususunda icmâ etmişlerdir. Öte yandan sahâbîler re’y ile fetva vermişlerse de kendi re’ylerinin hatalı olabileceğini söyleyerek başkalarını kendi görüşlerini kabul ile yükümlü görmemişlerdir.

İbn Hazm, taklidin butlânını ve dinde yerinin olmadığını gösterme sadedinde birçok âyet zikretmiş (a.g.e., VI, 120), aksini ispatlamak üzere ileri sürülen hadislerden çoğunun uydurma olduğunu, sahih olanların ise saptırıldığını kanıtlamaya çalışmıştır. Ona göre Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olan ilk üç nesilden hiç kimse bir diğerini taklit etmemiş (a.g.e., IV, 198), taklitçilik dördüncü nesilden itibaren başlamıştır. Bilhassa mezhep imamlarının ilmî yönden zayıf olan arkadaşları onları taklit etmişler, buna mukabil daha güçlü olanlar imamlarına ve üstatlarına muhalefet etmekten çekinmemişlerdir (a.g.e., VI, 142, 146). Taklidin cevazını göstermek için öne sürülen, “Herkes fıkhı Kur’an ve Sünnet’ten alabilecek derecede anlayış kapasitesine sahip değildir” şeklindeki yaygın delili çürütmeye çalışan (a.g.e., VI, 131-132) İbn Hazm’ın avamdan bir kimsenin bile dinî bir mesele ile karşılaştığında gücü oranında ictihad etmesi veya fetva istediği konuda Allah ve Resulü’nün sözünü bildirecek ölçüde ilmî yetkiye sahip âlim bulması gerektiğini söylemesi çekicidir (el-Muhallâ, I, 66). Hata eden müctehid isabet eden mukallitten üstündür; hata eden mukallit ise taklit günahı yanında bir de hataya kanaat getirme günahını işlemiş olur.

Müslümanların şeriatla ilgilenme tarzları üzerinde duran ve bunları tenkit eden İbn Hazm (el-Fasl, II, 92-93) Endülüs âlimlerinin taklit eğiliminden ve mezhep taassubundan şöyle yakınır: “Endülüs âlimleri ele aldıkları konularda delil aramakla uğraşmazlar. Delil arayanlar ise Kur’an ve Sünnet’i kendi imamlarının görüşlerine arzederler; eğer bu naslar imamlarının görüşlerine uygun ise onunla amel ederler, aksi takdirde âyet ve hadisi bırakır, imamlarının görüşlerine uyarlar” (el-İhkâm, VI, 117-118). Endülüs’te el-Müdevvene veya el-Müstahrece’deki meseleleri ezberleyenlerin fakih kabul edildiğini, hatta İbnü’l-Münzir’in Kitâbü’l-İhtilâfi’l-evsat’ına sahip olmayanların fetva vermesinin helâl sayılmadığını belirten İbn Hazm bu anlayışı yanlış bulmakta, birçok beldede fıkıhta öncülüğün artık hayırsız ve bilgisiz kişilere kaldığını, kendisinin de hiçbir dinî konuda fetva vermesi câiz olmayan nice fâsık kişiler gördüğünü belirtmektedir (a.g.e., VI, 167).

D) Şer‘î Hükümlerin Dereceleri. Diğer usulcülerin “mükellefiyete ilişkin hükümler” başlığı altında incelediği hususları İbn Hazm “şer‘î hükümlerin dereceleri” (merâtibü’ş-şerîa) olarak adlandırmakta ve bu hükümleri kısmen farklı bir şekilde tasnif etmektedir. İbn Hazm, her ne kadar bazı ifadelerinde söz konusu hükümleri Eş‘arî usulcüleri gibi farz, mendup, mubah, mekruh ve haram şeklinde beş kısma ayırmışsa da farz, mubah ve haram tasnifini daha isabetli görmektedir. Çünkü Eş‘arîler’in beşli taksimi esas itibariyle bu üçlü taksimin açılımı mahiyetindedir. Buna göre şeriat farz, haram ve mubah olmak üzere üç ana gruba ayrılan hükümlerden oluşur; mubah da mendup, mekruh ve mutlak olarak üç kısımdır. İbn Hazm’ın teklifî hükümlerle ilgili üçlü tasnifi felsefe ve mantıkta kullanılan vâcip, mümkün (câiz) ve mümteni şeklindeki üçlü ontolojik ve epistemolojik tasnifi hatırlatmaktadır. Nitekim kendisi de et-Takrîb’de, “Vâcibin şeriattaki karşılığı farz / lâzım, mümkünün karşılığı helâl / mubah ve mümteniin karşılığı haram / mahzurdur” diyerek bu paralelliğe işaret etmiştir. Mubah ve onun iki ucu olarak kabul ettiği mendup ve mekruh ise mümkünün yakın mümkün, uzak mümkün ve eşit mümkün şeklinde ayrımlanmasına tekabül etmektedir (s. 86, 115).

Fıkhî Görüşleri. İbn Hazm, diğer fıkıh mezheplerinden bir hayli farklı bir metoda ve bakış açısına sahip olması sebebiyle fıkhın hemen hemen her konusunda onlardan farklı görüş ve çözüm önerilerine sahiptir. Bu tür görüşlerinin belli başlıları şöyledir: Bir lafızda ifade edilen üç talâk hiçbir sonuç doğurmaz. Kasten terkedilen namazın kazâsı olmaz. Cünübün Kur’an okumasında ve mushafa dokunmasında bir sakınca yoktur, çünkü aksini destekleyecek âyet, hadis veya başka bir delil bulunmadığı gibi makbul bir görüş de mevcut değildir (el-Muhallâ, I, 78-82); zina eden evli kişiye önce celde, ardından recim cezası birlikte uygulanır. Temlik (boşama yetkisinin kadına verilmesi) câiz değildir (Tavku’l-hamâme, s. 177-178; farklı diğer bazı görüşleri için bk. Venşerîsî, I, 73, 148; İbn Rüşd, II, 52, 67, 102, 360).

İbn Hazm’ın fıkhî meseleleri çok iyi bildiği, nakil konusunda Beyhaki ile karşılaştırılacak kadar güvenilir olduğu hemen herkesçe kabul edilmekte, hadis tashihleri ve tenkitleri büyük ölçüde dikkate alınmakta, özellikle Endülüs tarihi konusunda eserleri ve rivayetleri temel başvuru kaynağı olma özelliği taşımaktadır. Bunun yanında siyer, sahâbe âsârı ve nesep konularında da nakillerine değer verilmektedir. Fakat fıkhî görüşleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, İbn Hazm’ın nakildeki güvenilirliğini ve meselelere vukufunu kabul etmekle birlikte onu üzerinde çalıştığı konuları yeterince düşünce süzgecinden geçirmeyen kimseler kategorisine koyarak bunlardan görüşlerinin delili sorulduğunda şaşırıp kaldıklarını ve cevap veremediklerini söylemektedir (el-?Avâsım, II, 67-68). İbn Hazm’ın fıkhî görüşleri mukayeseli hukuk kitaplarında yer almış, şâz diye nitelenen görüşleri bazan tasvip, bazan da tenkit edilmiştir (İbn Rüşd, I, 69). Tenkitler daha çok metodolojik farklılıklara dayanmaktadır. Meselâ İbn Hazm’ın, “Ruhsatları araştıran fâsıktır, bunda icmâ var” sözü diğer âlimlerin görüşleriyle çürütülmeye çalışılmıştır (Venşerîsî, VI, 382; XII, 29-31; bk. Şâtıbî, IV, 104). Kadî İyâz, İbn Hazm’ın bir lafızda söylenen üç talâkla boşamanın gerçekleşmeyeceğine ilişkin görüşünü ağır bir dille eleştirmiştir (Mezâhibü’l-hükkâm s. 281, 286).

Eserleri. İbn Hazm, İslâm dünyasında çok sayıda eser veren âlimler arasında önemli bir yer işgal etmekte, oğlu Ebû Râfi‘ Fazl b. Ali babasının yazdığı, yaklaşık 80.000 varak tutan 400 cilt kitabın kendisine kaldığını haber vermektedir (İbn Beşküvâl, II, 416). Bu eserlerden 150 kadarının adı kaynaklarda geçmektedir (eserlerinin bir listesi için bk. Abdülhalîm Uveys, s. 111-121; et-Takrîb, neşredenin girişi, s. 6-15). Yetişkinlik dönemi Endülüs Emevîleri’nin iç çalkantılarına ve mülûkü’t-tavâif dönemine rastlayan İbn Hazm, birçok kitabını vatanından ve ailesinden uzakta her an saldırıya uğrayıp öldürülme korkusu içerisinde yazdığını ifade etmektedir (et-Takrîb, s. 200-201). Başlıca eserleri şunlardır: A) Fıkıh ve Usulü. 1. el-Muhallâ*. Zâhirî fıkhına dair en önemli eser olup müellifin el-Mücellâ adlı kitabının şerhidir. İbn Hazm bu eseri tamamlamadan vefat ettiği için kalan kısmı (X, 401’den XI. cildin sonuna kadar) oğlu Ebû Râfi‘ tarafından babasının el-Îsâl adlı kitabından özetlenerek tamamlanmıştır. el-Hisâl ve bunun şerhi olan el-Îsâl’in günümüze ulaşıp ulaşmadığı bilinmemektedir. el-Muhallâ, ilk altı cildi Ahmed Muhammed Şâkir tarafından olmak üzere tahkik edilerek yayımlanmış (I-XI, Kahire 1347-1352), daha sonra bu neşrin ofset yanında başka baskıları da yapılmıştır. Muhammed Muntasır el-Kettânî eserin alfabetik terimler indeksini hazırlamıştır (Mu?cemü fıkhi İbn Hazm ez-Zâhirî [Mu?cemü fıkhi’l-Muhallâ], I-II, Dımaşk 1966; Beyrut 1416/1996). Bu çalışma, Eşref b. Abdülmaksûd tarafından el-Muhallâ’da geçen hadisler ve İbn Hazm’ın cerh ve ta‘dîlde bulunduğu râvilerle ilgili olarak yapılan indekslerle birlikte Mevsû?atü takrîbi fıkhi İbn Hazm ez-Zâhirî adıyla yayımlanmıştır (I-III, Kahire 1412/1992). Ali Rızâ b. Abdullah b. Ali Rızâ da İbn Hazm’ın hadislerle ilgili değerlendirmelerini tenkit ve tashih ettiği el-Mücellâ fî tahkiki ehâdîsi’l-Muhallâ adıyla bir çalışma yapmıştır (Dımaşk 1415/1995). 2. el-İhkâm* fî usûli’l-ahkâm. Zâhirî düşüncesi ve fıkıh usulüne dair olup önce Ahmed Muhammed Şâkir tarafından sekiz cüz halinde neşredilmiş (Kahire 1345-1348/1926-1929; İhsan Abbas’ın önsözüyle ve iki ciltte sekiz cüz olarak, Beyrut 1980, 1983), daha sonra Zekeriyyâ Ali Yûsuf bu neşre dayanarak eseri yeniden yayımlamıştır (I-II, Kahire 1970). 3. en-Nübzetü’l-kâfiye fî usûli ahkâmi’d-dîn. İbn Hazm’ın el-İhkâm’dan sonra kaleme aldığı muhtasar bir fıkıh usulü kitabıdır. Zâhid Kevserî’nin en-Nübez fî usûli’l-fıkhi’z-Zâhirî (Kahire 1940), Ahmed Hicâzî es-Sekka’nın en-Nübez fî usûli’l-fıkh (Kahire 1981) adıyla neşrettiği eser Ebû Mus‘ab Muhammed Saîd el-Bedrî tarafından yukarıda kaydedilen adla yeniden yayımlanmıştır (Kahire 1412/1991). 4. Merâtibü’l-icmâ?. Üzerinde icmâ gerçekleşen konuları fıkıh bablarına göre derleyen bu kitabın çeşitli baskıları yapılmıştır (İbn Teymiyye’nin Nakdü Merâtibi’l-icmâ?ı ile birlikte, Kahire 1357/1938; Beyrut 1978, 1402/1982). 5. es-Siyâse. Bazı bölümleri M. İbrâhim el-Kettânî tarafından Mecelletü Ma?hedi Mevlây el-Hasan li’l-ebhâsi’l-Magribiyye’de (sy. 5 [Tıtvân 1960], s. 94-107) yayımlanan eseri Ali Sâmî en-Neşşâr, İbnü’l-Ezrak el-Gırnâtî’nin Bedâ?i?u’s-silk fî tabâ?i?i’l-mülk’ü ile birlikte neşretmiştir (Bağdad 1978). 6. Mülahhasu (telhîsu) ibtâli’l-kıyâs ve’r-re?y ve’l-istihsân ve’t-taklîd ve’t-ta?lîl (nşr. Saîd el-Efganî, Dımaşk 1379/1960; Beyrut 1969). 7. Manzûmetü İbn Hazm fî kavâ?idi usûli’l-fıkhi’z-Zâhirî. M. İbrâhim el-Kettânî tarafından neşredilmiştir (MMMA, XXI [Kahire 1975], s. 145-151). 8. Usûlü’l-fıkh (Dımaşk 1331).

B) Tarih ve Biyografi. 1. Cemheretü ensâbi’l-?Arab. En kapsamlı ensâb kitaplarından biri olup bu konuda daha sonra yazılan eserlere kaynaklık etmiştir. Araplar’ın Adnân, Kahtân ve Huzâa kollarının kendi zamanına kadar gelen nesep silsilesine yer veren müellif, kişilerin ilmî seviyeleri konusunda ilginç değerlendirmeler yaparak birçoğunun ilmî ve idarî görevlerine de işaret etmiştir. Ayrıca tarihî, siyasî ve edebî bilgilerin de yer aldığı eser Lévi-Provençal (Kahire 1948) ve Abdüsselâm Muhammed Hârûn (Kahire 1962, 1977) tarafından neşredilmiştir. 2. Cevâmi?u’s-sîre. İbn İshak’tan nakillerde bulunduğu muhtasar bir siyer kitabı olup İhsan Abbas ve Nâsırüddin el-Esed tarafından müellifin beş risâlesiyle birlikte (aş. bk.) Cevâmi?u’s-sîre ve hamsü resâ?ile uhrâ adıyla yayımlanmış (Kahire 1955, 1956, 1959), daha sonra müstakil baskısı da yapılmıştır (Kahire 1982; Beyrut 1403/1983). 3. Haccetü’l-vedâ?. Vedâ hutbesinin açıklaması mahiyetinde olan bu eseri Memdûh Hakki neşretmiştir (Dımaşk 1956). 4. Hulâsa fî usûli’l-İslâm ve târîhihî. Ebû Abdurrahman b. Akil ve Abdülhalim Üveys tarafından müellifin Cümel mine’t-târîh ve Risâletü’l-câmi?i ile birlikte yayımlanmıştır.

C) Kelâm ve Felsefe. 1. el-Fasl* fi’l-milel ve’l-ehvâ? ve’n-nihal. Dinler ve mezheplere dair olan eser önce Kahire’de basılmış (I-V, 1317-1321, kenarında Şehristânî’nin el-Milel ve’n-nihal’i olarak), daha sonra M. İbrâhim Nasr ve Abdurrahman Umeyre tarafından yayımlanmıştır (I-V, Cidde 1402/1982; Beyrut 1985). 2. et-Takrîb li-haddi’l-mantık ve’l-medhal ileyhi bi’l-elfâzi’l-?âmmiyye ve’l-emsileti’l-fıkhiyye. Aristo’nun mantığa dair eserlerinin açıklaması mahiyetinde olup mantık ilminin önemini göstermek, mantık ve felsefe hakkındaki yanlış değerlendirmeleri gidermek amacıyla kaleme alınmıştır. İhsan Abbas’ın neşrettiği eser (Beyrut 1959, 1983, Resâ?ilü İbn Hazm içinde) Ali Müderris Mûsevî-i Bihbehânî tarafından Farsça’ya tercüme edilmiştir (Mantık-ı İbn-i Hazm-ı Endelüsî, Tahran 1373 hş.). 3. Müdâvâtü’n-nüfûs* ve tehzîbü’l-ahlâk ve’z-zühd fi’r-rezâ?il. el-Ahlâk ve’s-siyer adıyla da bilinen eserin birçok neşri yapılmıştır (nşr. Mustafa el-Kabbânî, Dımaşk 1323/1905; Kahire 1333/1914; nşr. Ömer el-Mahmesânî, Kahire 1325; nşr. Muhammed Edhem, Kahire 1329/1911; nşr. Ali el-Hattâb, İskenderiye 1330; nşr. İhsan Abbas, Resâ?ilü İbn Hazm el-Endelüsî içinde, Kahire 1954; Beyrut 1401/1980; nşr. Nada Tomiche, Beyrut 1961 [Fr. tercümesiyle]; nşr. Abdurrahman Muhammed Osman, Medine 1390/1970; nşr. Tâhir Ahmed Mekkî, Kahire 1401/1981, 1412/1992; nşr. Eva Riad, Uppsala 1980; nşr. Âdil Ebü’l-Muâtî, Kahire 1408/1988). 4. el-Usûl ve’l-fürû?. Çeşitli kelâm konularına yer verilen eseri M. Âtıf el-Irâki, Süheyr Fazlullah ve İbrâhim Hilâl uzun bir mukaddime ile birlikte neşretmiş (Kahire 1978), daha sonra Beyrut’ta yeni bir baskısı yapılmıştır (1404/1984).

D) Edebiyat. 1. Tavku’l-hamâme fi’l-ülfeti ve’l-üllâf. Aşk ve âşıklar konusunda nazım ve nesir karışımı bir eser olup birçok defa basılmıştır (nşr. D. K. Petrof, Leiden 1914; nşr. L. Bercher, Cezayir 1949; nşr. Hasan Kâmil es-Sayrafî, Kahire 1950; nşr. Tâhir Ahmed Mekkî, Kahire 1395/1975, 1405/1985; nşr. Nasr Ferîd Muhammed v.dğr., Kahire 1976; nşr. Selâhaddin el-Kasımî, Tunus 1401/1980, 1988; nşr. İhsan Abbas, Resâ?ilü İbn Hazm içinde, Beyrut 1401/1980; nşr. Fâruk Sa‘d, Beyrut 1992; birçok dile tercüme edilen eseri Mahmut Kanık Türkçe’ye çevirmiştir: Güvercin Gerdanlığı, İstanbul 1985, 1995, 1996, 1997). 2. Dîvânü şi?ri İbn Hazm (nşr. Muhammed el-Hâdî et-Trablusî, Mecelletü Havliyyâti’l-Câmi?ati’t-Tûnisiyye, sy. 9 [Tunus 1972], s. 151-176).

E) Risâleler. İbn Hazm’ın çeşitli konularla ilgili otuza yakın risâlesinden birkaçı müstakil olarak, diğerleri de çeşitli mecmualar halinde basılmıştır. 1. Cevâmi?u’s-sîre ile (yk. bk.) birlikte basılan risâleler: Risâle fi’l-kırâ?ât, Esmâ?ü’s-sahâbeti’r-rüvât ve mâ li-külli vâhidin mine’l-?aded (ayrıca nşr. Mes‘ad Abdülhamîd es-Sa‘dânî, Bulak 1990; nşr. Seyyid Kisrevî Hasan, Beyrut 1412/1992), Tesmiyetü men ruviye ?anhümü’l-fütyâ mine’s-sahâbe ve men ba?dehüm, Cümelü fütûhi’l-İslâm ba?de Resûlillâh, Esmâ?ü’l-hulefâ? ve’l-vülât ve zikri müdedihim. 2. Resâ?ilü İbn Hazm el-Endelüsî (nşr. İhsan Abbas, Kahire 1954, 1956): er-Red ?ale’l-hâtif min bu?d, el-Beyân ?an hakikati’l-İslâm, et-Tevkif ?alâ şâri?i’n-necât bi-ihtisâri’t-tarîk, Merâtibü’l-?ulûm, el-Gınâ?ü’l-mülhî, Elemü’l-mevt ve ibtâlühû, Ma?rifetü’n-nefs bi-gayrihâ ve cehlühâ bi-zâtihâ, Müdâvâtü’n-nüfûs. 3. er-Red ?alâ İbni’n-Nagrîle el-Yehûdî ve resâ?ilü uhrâ li’bn Hazm (nşr. İhsan Abbas, Kahire 1380/1960): er-Red ?alâ İbni’n-Nagrîle el-Yehûdî, Risâletân ecâbe fîhimâ ?an risâleteyn sü?ile fîhimâ sü?âlü ta?nîfin, et-Telhîs li-vücûhi’t-tahlîs, er-Red ?ale’l-Kindî. 4. Resâ?ilü İbn Hazm el-Endelüsî (I-IV, nşr. İhsan Abbas, Beyrut 1980-1983, 1987): I: Tavku’l-hamâme, Müdâvâtü’n-nüfûs, el-Gınânü’l-mülhî, Ma?rifetü’n-nefs bi-gayrihâ ve cehlühâ bi-zâtihâ; II: Naktü’l-?arûs fî tevârîhi’l-hulefâ? (ayrıca nşr. C. F. Seybold, Revista del Centro de Estudios Historicos de Granada’da, Granada 1911; nşr. Şevki Dayf, Mecelletü Külliyyeti’l-âdâb, XIII/2 [Kahire 1951], s. 41-90), Ümmehâtü’l-hulefâ? (ayrıca nşr. Selâhaddin el-Müneccid, MMİADm., XXXIV/2 [1378/1959], s. 291-299; Beyrut 1980), Cümelü fütûhi’l-İslâm, Esmâ?ü’l-hulefâ? ve’l-vülât ve zikrü müdedihim, Fazlü’l-Endelüs ve zikru ricâlihâ; III: er-Red ?alâ İbni’n-Nagrîle el-Yehûdî, Risâletân ecâbe fîhimâ, er-Red ?ale’l-hâtif min bu?d, et-Tevkif ?alâ şâri?i’n-necât, et-Telhîs li-vücûhi’t-tahlis, el-Beyân ?an hakikati’l-îmân, el-İmâme, Risâle fî hükmi men kale inne ervâhe ehli’ş-şeka? mu?azzebetün ilâ yevmi’d-dîn; IV: Merâtibü’l-?ulûm, Elemü’l-mevt ve ibtâlühû, er-Red ?ale’l-Kindî el-Feylesûf, Tefsîru elfâzin tecrî beyne’l-mütekellimîn fi’l-usûl.

İbn Hazm’ın ayrı basılan diğer bazı risâleleri de şunlardır: Risâle fi’l-mufâdale beyne’s-sahâbe (nşr. Saîd el-Efganî, Dımaşk 1940; Beyrut 1389/1969); Risâle fi’n-nâsih ve’l-mensûh (Kahire 1301, 1303; Fîrûzâbâdî’ye nisbet edilen Tenvîrü’l-mikbâs min tefsîri İbn ?Abbâs’ın kenarında, Kahire 1316, 1380/1960; Tefsîrü’l-Celâleyn’in kenarında, Bulak 1280; Kahire 1374/1954; nşr. İhsan Abbas, Beyrut 1981; nşr. Abdülgaffâr Süleyman Bündârî, Beyrut 1406/1986); er-Risâletü’l-bâhire fi’r-red ?ale’l-ahvâli’l-fâside (Bodleian Library’de [Marsh, nr. 342] bulunan yazma nüshası M. Sagir Hasan el-Ma‘sûmî tarafından önce tanıtılarak bir özeti verilmiş [Sind University Arts Research Journal, II, Hyderebad 1962, s. 1-13], daha sonra yayımlanmıştır [MMİADm., LXIV/1, 1409/1989, s. 3 vd.]); Risâletü’l-elvân (nşr. Ebû Abdurrahman b. Akil v.dğr., Riyad 1399/1979); Cüz? fî zikri’l-hadîseyni’l-mevzû?ayn fi’s-Sahîhayn (Ebû Abdurrahman b. Akil ez-Zâhirî tarafından Nakzu hadîseyn veredâ fi’s-Sahîhayn adıyla yayımlanmıştır. Âlemü’l-kütüb, IV/4 [Riyad 1981], s. 592-595).

Ziyaret -> Toplam : 125,19 M - Bugn : 76901

ulkucudunya@ulkucudunya.com