« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

15 Ağu

2016

TEVFİK FİKRET (1867-1915)

Abdullah Uçman 01 Ocak 1970

Edebiyât-ı Cedîde şairi.

24 Aralık 1867’de İstanbul Aksaray’da doğdu. Asıl adı Mehmed Tevfik’tir. Babası Hâriciye Kalemi’nde memurluk ve çeşitli vilâyetlerde mutasarrıflık yapan Çankırılı Hüseyin Efendi, annesi Sakız adası Rumları’ndan mühtedî Hüsrev Bey’in kızı Hatice Refîa Hanım’dır. Öğrenimine Aksaray’da Mahmudiye Vâlide Rüşdiyesi’nde başlayan Mehmed Tevfik, mektebin Doksanüç Harbi’nin ardından Rumeli’den gelen muhacirlere tahsis edilmesi üzerine Mekteb-i Sultânî’ye (Galatasaray) gönderildi. Bu mektebin onun şahsiyeti üzerinde büyük etkisi vardır. Hacca giden annesi bir kolera salgınında Hicaz’da öldüğünden (1879) Tevfik’in gençlik yılları büyükannesinin yanında geçti. Öğrencilik yıllarında disiplini, çalışkanlığı ve kişiliğiyle hocalarının dikkatini çekerken bir yandan da mektep arkadaşlarının sevgisini kazandı. Galatasaray’da devrin tanınmış hocalarından Muallim Feyzi, Recâizâde Mahmud Ekrem ve Muallim Nâci’den ders gördü. Edebiyata ve özellikle şiire karşı yeteneği bu yıllarda ortaya çıktı. Hocalarının teşvikiyle yazdığı eski tarzdaki ilk şiirleri Muallim Feyzi vasıtasıyla Tercümân-ı Hakîkat’ta yayımlandı (1884-1885).

1888’de Mekteb-i Sultânî’yi birincilikle bitirdikten sonra aynı yıl Bâbıâli Hâriciye Odası’nda çalışmaya başladı. Buradaki görevinden hoşlanmadığı için Sadâret Mektubî Kalemi’ne geçti; ancak verilen maaşı az bularak eski memuriyetine döndü (1889). 1890’da dayısının kızı Nâzıme Hanım’la evlendi. 1891’de İsmâil Safâ’nın neşrettiği Mirsad dergisinin açtığı tevhîd ve sitâyiş-i hazret-i pâdişâhî yarışmalarında birinci seçildi. 1892 yılına kadar devam eden memuriyeti sırasında Gedikpaşa’daki Ticaret Mektebi’nde Fransızca ve hüsn-i hat dersleri de verdi. 1894’te arkadaşları Hüseyin Kâzım Kadri ve Ali Ekrem’le (Bolayır) birlikte Ma‘lûmât dergisini çıkardı; burada bazı şiirleriyle tercümeleri yayımlandı. Aynı yıl Mekteb-i Sultânî’de açılan Türkçe muallimliği imtihanını kazanarak bu okula tayin edildi. Ancak hükümetin memur maaşlarında kesintiye gitmesi üzerine istifa etti. Ardından hayatının sonuna kadar sürdüreceği Robert College’da Türkçe hocalığına başladı.

1896 yılı başlarında edebiyatta yenilik yapmaya hevesli gençlerle yeni bir edebî topluluk kurmayı arzu eden Recâizâde Mahmud Ekrem, öğrencisi Ahmed İhsan’ı (Tokgöz) yayımlamakta olduğu Servet dergisini Servet-i Fünûn adıyla edebî bir dergi haline getirmeye ve ardından Tevfik Fikret’i bu derginin başına geçmeye ikna etti. Servet-i Fünûn böylece Tevfik Fikret’in yönetiminde Şubat 1896 tarihli 256. sayısından itibaren edebiyatta ve özellikle şiirde yenilik yapmak isteyen gençlerin toplandığı bir edebiyat mahfili durumuna geldi. Topluluğa katılanlardan Cenab Şahabeddin, Hâlid Ziya (Uşaklıgil), Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid (Yalçın), Hüseyin Suad, H. Nâzım (Ahmet Reşit Rey), A. Nâdir (Ali Ekrem Bolayır), Ahmed Şuayb, İbrâhim Cehdî (Süleyman Nazif), Süleyman Nesib, Fâik Âlî (Ozansoy) ve İsmâil Safâ’nın yanı sıra Sâmipaşazâde Sezâi ile Recâizâde Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hâmid Servet-i Fünûncuları destekledi.

Türk edebiyatı tarihinde birinci ve ikinci Tanzimat neslinden sonra edebiyatta Batılı anlamda asıl yenilikleri gerçekleştiren Servet-i Fünûn (Edebiyât-ı Cedîde) topluluğunun bütün faaliyeti büyük ölçüde Tevfik Fikret’in yönetimindeki bu dergi etrafında gerçekleşti. Ancak bir süre sonra babasının görevle Hama’ya bir nevi sürgüne gönderilmesi, 1898’de İsmâil Safâ’nın evinde yaptıkları bir toplantı sebebiyle birkaç gün tutuklanması mizacı aşırı derecede hassas olan Tevfik Fikret’i büsbütün tedirgin etti. Başta kendisi olmak üzere istibdat idaresinden şikâyetçi olan Servet-i Fünûncular, Yeni Zelanda’ya göç ederek orada daha rahat yaşama hayaline kapıldılar; fakat hayallerini fiilen gerçekleştiremeyeceklerini anlayıp bu teşebbüsten vazgeçtiler. Bu defa Hüseyin Kâzım’ın Manisa civarında Sarıçam köyündeki çiftliğine gitmeyi düşündülerse de bu tasavvurlarını da gerçekleştiremediler. Fikret’in “Bir Mersiye” ve “Yeşil Yurt” adlı şiirleri hayalini kurduğu bu kaçma düşüncesiyle ilgilidir.

1900 yılında İngiltere’nin Güney Afrika’da Boerler’i mağlûp etmesi üzerine bu galibiyeti tebrik etmek, bu vesileyle ülkede hüküm süren istibdat idaresine karşı İngiltere’nin baskı uygulamasını sağlamak amacıyla hazırlanıp İngiliz sefâretine verilen bildiride Tevfik Firket’in imzasının da bulunması dolayısıyla bir süre Mâbeyin Dairesi’nde sorgulandı. Tedirginliğini büsbütün arttıran bu olayların arkasından bir süre toplumdan uzaklaştı ve sadece şiirle uğraştı. Aynı yıl, ilk şiirleri dışında büyük ölçüde Servet-i Fünûn döneminde yazdığı şiirlerden meydana gelen Rübâb-ı Şikeste’yi yayımladı. Eser ilgi görünce hemen ikinci baskısı yapıldı. Ancak bütün bunlar onun huzursuzluğunu gidermeye yetmedi. Aynı günlerde, topluluk mensuplarından Ali Ekrem’in başta Cenab Şahabeddin olmak üzere diğer Servet-i Fünûn şairlerini ağır bir dille eleştirdiği “Şiirimiz” adlı makalesini bazı değişikliklerle Servet-i Fünûn’da neşretti ve bu davranışı büyük bir tepkiyle karşılandı. Tevfik Fikret’in makalede değişiklik yapmasına öfkelenen Ali Ekrem yazının aslını Baba Tâhir’in Musavver Ma‘lûmât dergisinde yayımlayınca topluluk içinde ilk çözülme başladı. H. Nâzım, Sâmipaşazâde Sezâi ve Menemenlizâde Tâhir, Ali Ekrem’i destekleyip Servet-i Fünûn’dan ayrıldılar. Bir süre sonra idarî bir mesele yüzünden Ahmed İhsan’la araları açılınca Tevfik Fikret de mecmuayı terketti (1901). Hüseyin Cahid’in Fransızca’dan çevirdiği Fransız İhtilâli’ne dair “Edebiyat ve Hukuk” adlı yazısı yüzünden dergi hükümet tarafından kapatıldı; böylece topluluk fiilen dağılmış oldu.

Tevfik Fikret 1905 yılında kısa aralıklarla babasını ve kız kardeşini kaybetti. Görünürde bir sebep yokken babasının Anadolu’ya sürgün edilmesi ve orada ölmesi, Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in kardeşi Refik Bey’le evli olan kız kardeşinin acıklı ölümü Tevfik Fikret’in ıstıraplarının daha da artmasına yol açtı. Aynı yıl Aksaray’daki konaklarını satıp Rumelihisarı’nda Robert College yakınlarında planlarını kendisinin çizdiği ve Âşiyan adını verdiği evi inşa ettirerek burada bir nevi inzivaya çekildi. 23 Ağustos 1908’de Tanin’de yayımlanan bir yazısında heyecanlı bir dille anlattığı Robert College’da edindiği yeni çevre Fikret için bir sığınak olmuştu. Özellikle Âşiyan’a yerleştikten sonra gerek istibdat rejimine gerekse içinde yaşadığı çevreye karşı giderek artan bir kin ve nefret duymaya başladı. Ülkede yaşanan siyasal ve sosyal olayları uzaktan takip ettiği bu günlerde II. Meşrutiyet’in ilânına kadar elden ele dolaşan “Sis” (1902), “Sabah Olursa” (1905), “Târîh-i Kadîm” (1905), “Mâzî-Âtî” ile (1906) II. Abdülhamid’e bombalı suikast hazırlayan Ermeni komitacılarını alkışladığı “Bir Lahza-i Teahhur” (1906) gibi manzumelerini yazdı. Bunlar arasında özellikle II. Abdülhamid dönemi İstanbul’una lânetler yağdıran üslûbuyla “Sis” edebî çevrelerde geniş yankılar uyandırdı. “Sabah Olursa”da oğlu Halûk’un şahsında gelecek nesillerin kurtuluşu ümidini besler. “Mâzî-Âti”de aynı fikir geliştirilirken doğrudan doğruya geçmişle geleceğin mukayesesi yapılır. Bu yılların en çok yankı uyandıran ve tenkit edilen başka bir şiiri de “Bir Lahza-i Teahhur”dur. 21 Temmuz 1905 günü cuma namazının ardından Ermeni komitacılarının II. Abdülhamid’e karşı giriştiği suikastın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine bu şiiri yazan Fikret’in burada hain emeller peşindeki Ermeniler’i alkışlaması hem o yıllarda hem bu şiirin yayımlandığı II. Meşrutiyet sonrasında çok eleştirilmiştir.

24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine büyük bir sevinçle inzivadan çıkan Fikret “Millet Şarkısı” adlı manzumeyi kaleme aldı. Daha önce dargın olduğu bir kısım arkadaşlarıyla barıştı ve yeni bir fikir hamlesine girişti. Eski arkadaşları Hüseyin Cahid ve Hüseyin Kâzım’la birlikte adını kendisinin koyduğu Tanin gazetesini yayımlamaya başladı. Kısa zamanda devlet yönetimini ele geçiren İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Tevfik Fikret’i maarif nâzırı yapmak istediyse de o bunu kabul etmedi. Bir kısım öğrencileri ve yakın çevresinin ısrarı ile Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ne müdür oldu (28 Aralık 1908). Aynı zamanda Dârülfünun ve Dârülmuallimîn’de ders verdi. Mekteb-i Sultânî’de o döneme göre modern eğitim sistemi için disipline dayalı yeni bir düzen kurdu. Yaptığı yenilikler dolayısıyla hakkında çıkan dedikoduların artması yüzünden dört ay sonra müdürlükten istifa etti ve Robert College’daki hocalığına döndü. Bu münasebetle Hüseyin Cahid’e yazdığı mektupta geçen, “Bugün sa‘y ü irfânım tebdîl-i tâbiiyyet etti” ifadesi ve bir süredir genel anlamda din karşısında olumsuz bir tavır takınması devrin muhafazakâr çevreleri tarafından aleyhinde bir kampanyanın başlatılmasına yol açtı. Tanin’in İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin yayın organı haline gelmesi üzerine 1910’da gazete ile bütün ilişkisini kesti; aynı yıl Dârülfünun ve Dârülmuallimîn’deki görevlerini de bıraktı. 1912’de Meclis-i Meb‘ûsan kapatılınca “Doksan Beşe Doğru” ve İttihatçılar aleyhine “Hân-ı Yağmâ” gibi manzumelerini kaleme aldı.

Mühendislik tahsili yapmak üzere 1909’da İskoçya’ya gönderdiği oğlu Halûk için yazdığı şiirleri Halûk’un Defteri adıyla yayımladı (1911). Aleyhinde bir kampanya yürüten bazı çevrelere karşı kendisini müdafaa eden eski arkadaşlarına hitaben Rübâb’ın Cevabı’nı neşretti (1911). Hece vezniyle ve sade bir dille çocuklar için kaleme aldığı manzumelerden meydana gelen Şermin ise (1914) Fikret’in öteden beri özlemini duyduğu yeni insan tipiyle yakından ilgilidir. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesine şiddetle karşı çıkan Tevfik Fikret, cihâd-ı mukaddes ilân edilerek girilen bu savaş dolayısıyla ve ironik bir üslûpla “Fetâvâ-yı Şerîfeden Sonra Sancak-ı Şerîf Huzurunda” adlı manzumesini yazdı. İttihâd-ı İslâm taraftarı Mehmed Âkif’in [Ersoy], 1914’te yayımladığı Süleymaniye Kürsüsü’nde, edebiyat çevrelerinde elden ele dolaşan “Târîh-i Kadîm” manzumesi dolayısıyla Tevfik Fikret için, tahkir edici diğer sözlerle birlikte “zangoç” tabirini kullanması üzerine Fikret, kendisinin dinsizliğini ve genel anlamda bütün semavî dinlerin karşısında olduğunu açıkça ilân ettiği “Târîh-i Kadîm’e Zeyl”i kaleme aldı. Uzun süredir şeker hastalığına müptelâ olduğu anlaşılan Fikret, hastalığı zamanında teşhis ve tedavi edilmediğinden 1915 yılı başlarında âniden yatağa düştü ve 18-19 Ağustos gecesi öldü. Cenazesi aile mezarlığının bulunduğu Eyüpsultan’a gömüldü. Vasiyeti gereği mezarı daha sonra İstanbul Belediyesi tarafından Edebiyât-ı Cedîde Müzesi haline getirilen (1945) Rumelihisarı’ndaki Âşiyan’ın bahçesine nakledildi (1962).

Küçük yaştan beri şiirle ve resimle uğraşan Tevfik Fikret’in ilk şiir denemeleri divan edebiyatı tarzındadır. Gençlik yıllarında, eski şiir anlayışını sürdürmeye çalışan Muallim Nâci ve Muallim Feyzi’den etkilenmiş, bu etki Recâizâde Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hâmid’i tanıdıktan sonra onların tarafına doğru yön değiştirmiştir. Fikret’in daha çok Mirsad, Ma‘lûmât, Maârif ve Mekteb dergilerinde çıkan bu döneme ait şiirlerinde bir yenilik görülmez. Daha ziyade romantik aşk ve tabiat konularını işlediği bu şiirlerden bir kısmını Rübâb-ı Şikeste’nin “Eski Şeyler” bölümüne dahil etmiştir. Tevfik Fikret bu taklit döneminin ardından kendi şahsiyetini bulma yolunda bazı denemelere girişmiş, tesadüfen bir antolojide şiirlerini okuduğu Charles Baudelaire, Sully Prudhomme ve özellikle François Coppée’yi tanıdıktan sonra asıl çizgisini belirlemiştir. Servet-i Fünûn’un başına geçtiği 1896 yılından itibaren topluluğun dağılışına kadar geçen beş yıl içinde daha çok sanat için sanat anlayışı doğrultusunda ferdi ön plana çıkaran şiirler yazmıştır. Bu tarihe kadar hayata ve insanlara iyimser bir gözle bakan, Allah’a inanan, dinî görevlerini yerine getiren, “Tevhid” ve “Sabah Ezanında” gibi şiirler yazan Fikret, devrin karamsar havasının da etkisiyle mizacında meydana gelen birtakım değişikliklerle giderek kötümser olmaya, hayattan ve çevresinden şikâyet etmeye, dine karşı kayıtsız, hatta düşmanca bir tavır almaya başlamış, özellikle aile hayatındaki mutsuzluk zamanla bütün yaşayışını karartmıştır. Hayata bakışındaki bu köklü değişikliği bazı edebiyat tarihçileri kısmen irsiyet, kısmen şeker hastalığından kaynaklanan ıstırap ve istibdat rejimine karşı duyduğu kin ve nefretle açıklamaya çalışmıştır.

Mehmet Kaplan Rübâb-ı Şikeste’deki şiirleri Fikret’in kendi benini ve duyuş tarzını anlattığı şiirler, sanatla ilgili şiirler, kötümserlik duygusunun hâkim olduğu şiirler, hayal şiirleri, aşk şiirleri, tabiat şiirleri, oğlu Halûk için yazdığı şiirler, portreler, merhamet ve şefkat şiirleri, vatanî ve dinî konulu şiirler olmak üzere bazı temalar etrafında toplamıştır. Tevfik Fikret’in bu döneme ait “Verin Zavallılara”, “Ramazan Sadakası”, “Hasta Çocuk”, “Balıkçılar” ve “Sarhoş” gibi manzumelerinde insanî temaları işlediği dikkati çeker. Giderek kötümser bir ruh hali içine girdiği dönemde bu psikolojiyle yazdığı en dikkate değer şiiri “Gayyâ-yı Vücûd”dur. Burada hayatı böceklerle, solucanlarla, yılanlarla dolu bir bataklığa benzetir; insanı da bu bataklıktan kurtulmak istedikçe kendisini bir girdap gibi çeken hayatı yaşamak zorunda kalan zavallı ve bedbaht bir varlık olarak niteler. “Perde-i Tesellî” adlı manzumesinde de bu temayı işleyen şair dünyayı göremediği için kör bir dilenciye hayranlığını ifade eder. Rübâb-ı Şikeste’nin “Âveng-i Tesâvîr” bölümünde, etkisinde kaldığı Baudelaire’in “Les phares” adlı şiirinde yaptığı gibi Fikret de sevdiği bazı şairlerin (Fuzûlî, Cenab, Nef‘î, Üstad Ekrem, Nedîm, Hâmid) portrelerini çizer.

1897 Türk-Yunan savaşı dolayısıyla devrin birçok şairi gibi Tevfik Fikret de bu konuda birkaç şiir kaleme almıştır. Yine François Coppée ve Sully Prudhomme etkisi görülen bu şiirlerin en tanınmışları “Asker Geçerken”, “Ken‘an”, “Hasan’ın Gazâsı” ve “Kılıç”tır. Dinî muhtevalı şiirleri arasında en çok bilineni olan gençlik dönemine ait “Sabah Ezanında” ezan sesinin tabiattaki yansıması üzerinde durur. Tevfik Fikret, Servet-i Fünûn dönemine ait şiirlerinde daha çok Fransız parnas şairi F. Coppée’nin etkisinde kalmış, duyuş tarzı bakımından romantik olmakla beraber örnek aldığı parnasyenler gibi şekil mükemmelliğine aşırı derecede önem vermiştir. 1900 yılından itibaren daha çok siyasal ve sosyal içerikli manzumeler yazmış, “Târîh-i Kadîm” dışında bunları Rübâb-ı Şikeste’nin 1908’den sonra yapılan baskısına dahil etmiştir. Bu dönemin şiirleri arasında en çok dikkat çeken “Sis”tir. İstibdadın bütün ağırlığıyla hissedildiği 1902 yılının bir Şubat günü Boğaz’a sis çöker ve akşama kadar devam eder. Uzun zamandır evi hafiyelerin gözetimi altında bulunan Fikret, Boğaz’daki sis ile yaşanan hayattaki boğucu havayı şiirinde birleştirir. Burada nefret ettiği II. Abdülhamid devri İstanbul’una lânetler yağdırırken bir yandan da toplumun ahlâkî zaaflarını teker teker sayar. 1908’den sonra yazdığı “Rücû”da ise “Sis”te söylediklerinin bir kısmından vazgeçmiş görünür; orduyu ve vatanın seçkin evlâtlarını bir tür kurtarıcı olarak yüceltir.

Tevfik Fikret’in yaşanılan hayatın sürekli değişimden ibaret olduğunu dile getirdiği “Mâzî-Âtî”; istibdat rejiminin ardından İttihatçılar’la gelen hürriyet havasının kısa bir süre sonra zorbalığa dönüştüğü, kanun, hürriyet, adalet gibi kavramların ayaklar altına alındığı II. Meşrutiyet döneminin ağır bir hicvi olan “Hân-ı Yağmâ” ile “Târîh-i Kadîm” bu dönemin en dikkate değer örnekleridir. Fikret taraftarlarınca taassuba karşı müsbet ilim ve müsbet düşüncenin müdafaası gibi takdim edilmeye çalışılan “Târîh-i Kadîm”de tarihi baştan başa kanlı sahnelerden ve savaşlardan ibaret gören Tevfik Fikret burada açıkça dine ve Tanrı’ya karşı isyankâr bir tavır sergilemiştir. Kendisi gelenekten ve içinde yaşadığı toplumun değer hükümlerinden tamamen uzaklaşmış, mâziyi korkunç tablolardan ibaret görmüş, kahramanlığı da küçümsemiştir. Fikret mutlak anlamda barış ve adaletin hüküm sürdüğü bir dünya özler, kul ile Tanrı’yı ayıran bir dini kabul etmez. Hatta Allah’ın kendisine yaklaşılmaz olduğunu, yeryüzünden yükselen feryat ve şikâyetlerin cevapsız kaldığını söyleyecek kadar ileri gider. Mehmet Ali Ayni bu düşüncelere karşı Reybîlik, Bedbinlik, Lâilâhîlik Nedir adıyla bir eser kaleme alır. Mehmed Âkif’e cevap olarak yazdığı “Târîh-i Kadîm’e Zeyl”de ise dinî inançları tamamen reddeden Fikret, tarih ve din düşmanlığını açıkça dile getirerek kendisinin panteizm diye adlandırılabilecek bir nevi tabiat dinine inandığını söyler.

Fikret’in hayatında, mizacının değişmesinde ve hayata bağlanmasında oğlu Halûk’un önemli rolü vardır. 1895 yılında doğan Halûk, Fikret’in kısa bir süre de olsa hayata bakışını değiştirir ve özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra yazacağı şiirlerde görülen geleceğe ümitle bakma düşüncesini uyandırır. Fikret Rübâb-ı Şikeste’de Halûk için beş şiire yer vermiştir. Çocuk sevgisi, ıstırap ve merhamet duygularının işlendiği “Halûk’un Bayramı”nda bayram dolayısıyla yeni elbiselerini giymiş, sevinç ve mutluluk içindeki oğlu ile sefalet içindeki fakir bir çocuğu mukayese eder ve oğluna üstündeki elbiseleri çıkarıp fakir çocuğa vermesini söyler. Halûk’u İskoçya’ya gönderdikten sonra onun için yazdığı manzumelerin bir kısmını bir araya getirdiği Halûk’un Defteri’nde oğlunu ülkede inkılâp yapacak gençliğin sembolü olarak görür ve burada ülkenin geleceği üzerinde düşünür. Halûk gittiği ülkede ilim ve fen tahsil edecek, öğrendiklerini memleketine getirecektir. Kitaptaki en çok tartışılan şiirlerden biri olan “Halûk’un Âmentüsü”nde, Âmentü’deki iman esaslarının yerini tamamen dünyevî inançlar almıştır. Burada idealleştirilen kişi akla ve bilgiye, gelişmeye, hakkın kuvvete üstün geleceğine, insanlar arasında kardeşliğe ve dünya birliği idealine inanan yeni bir insan tipidir. Hayatının son yıllarında yazdığı Şermin ise onun doğrudan doğruya özlemini çektiği yeni insan tipiyle ilgilidir. Bu kitaptaki şiirler yeni Türkiye için Amerikan terbiyesine göre yetiştirilmesini arzuladığı, pratik hayatta başarılı olabilecek insan tipinin idealize edilmesinden ibaret görünmektedir. Bu insan tipinin yeni bir eğitim metoduyla yetiştirilebileceğini düşünen Fikret, arkadaşı Sâtı Bey’le birlikte Yeni Mektep adıyla bir okul kurmak istemiş, bunu gerçekleştiremeyince burada ileri sürdüğü bazı düşünceleri Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi müdürlüğü sırasında uygulamaya çalışmıştır.

Tevfik Fikret’in Türk şiirine getirmiş olduğu yeniliklerden biri şiirin yapısıyla ilgilidir. Şiirde beyit hâkimiyeti yerine daha önce Abdülhak Hâmid’in denediği, anlamın şiirin bütününe yayılması anlayışı Fikret tarafından büyük ölçüde uygulanmıştır. Özellikle onun anlatıma dayalı manzumelerinde artık cümle ve dolayısıyla anlam bütünlüğü tam bir serbestlik kazanır. Fikret, ayrıca başta “sone” olmak üzere Fransız nazım şekilleriyle birlikte eski şiirin müstezadlarını hatırlatan serbest müstezad örneklerini denemiştir.

Tevfik Fikret, edebiyat çevresine ilk adımlarını attığı tarihten itibaren edebî yazılarıyla dikkat çekmiştir. 1891 yılından başlayarak Mirsad, Ma‘lûmât ve Maârif dergilerinde yayımlanan bu tür yazılarını Tarîk gazetesinde “Hafta-i Edebî” başlıklı yazıları ile Servet-i Fünûn’daki “Musâhabe-i Edebiyye”leri takip eder. Bunlarda daha çok şiir dili, vezinler, nazîrecilik, Türk edebiyatında nesir meselesi ve roman okuyucusu gibi konuları ele almıştır. Bütün çalışmalarında titiz bir sanatkâr karakteri gösteren Tevfik Fikret, Halûk’un Defteri’ni kendi el yazısıyla bastırdığı gibi şiirleri arasına da birtakım desenler çizmiştir. Ayrıca portre, natürmort ve peyzaj tablolarıyla oldukça başarılı bir yağlı boya ressamıdır.

Eserleri. Rübâb-ı Şikeste (İstanbul 1316, 4. bs., 1327), Târîh-i Kadîm (İstanbul 1321), Halûk’un Defteri (1327), Rübâb’ın Cevabı (1327), Şermin (1330). Yeni harflerle de çeşitli baskıları yapılan Rübâb-ı Şikeste’nin şairin kitaplarına dahil etmediği diğer şiirleriyle birlikte Tevfik Fikret’in Bütün Şiirleri (haz. Âsım Bezirci, İstanbul 1984) ve Tevfik Fikret-Bütün Şiirleri (haz. İsmail Parlatır-Nurullah Çetin, Ankara 2001) adıyla iki baskısı yapılmış, dergilerde kalan dil ve edebiyatla ilgili makaleleri Dil ve Edebiyat Yazıları’nda bir araya getirilmiştir (haz. İsmail Parlatır, Ankara 1987). Tevfik Fikret’in İstanbul Belediyesi Arşivi’nde bulunan evrakının bir kısmı Mektuplarla Tevfik Fikret ve Çevresi (haz. M. Fatih Andı-Yılmaz Taşçıoğlu-Hüseyin Yorulmaz, İstanbul 1999), Kartpostallarla Tevfik Fikret ve Çevresi (haz. M. Fatih Andı-Yılmaz Taşçıoğlu-Hüseyin Yorulmaz, İstanbul 1999) adıyla neşredilmiştir. Âşiyan Müzesi’ndeki yağlı boya, sulu boya ve karakalem resimleri Çizgiler ve Renkler Arasında Tevfik Fikret ismiyle albüm halinde basılmıştır (İstanbul 2005).

Ziyaret -> Toplam : 125,19 M - Bugn : 73351

ulkucudunya@ulkucudunya.com