Zamâne erenlerinin hâlleri...
Adnan İslamoğulları 01 Ocak 1970
"Bu fenâda mâil olma ziynete
Düşme zinhâr ihtişâm-ı şöhrete..."
(Zarîf Ömer Ahmed Baba)
Eski bir hikâyedir bu aslında kısaca anlatmak istediğim; modern zamanlarımızın erenlerine dâirdir...
Onlar önce yalnızlığa yönelmişlerdi...
'Kimi seviyoruz, neyi seviyoruz, hayatımızın merkezi, kutbu nedir, neyin tarafında dönüyoruz? Bir kalbimiz var, bir varlığı sevebiliriz; kimi seviyoruz?' sorusunu soruyorlardı kendilerine...
Sorunun cevabı şuydu:
"...Allah göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır..."
Evet... Allah'ı sevebilmek için elçisini sevmek gerekiyordu.
Sevgiyi ve sevgilinin yolunu gösterenleri yâd'etmekdi.
Sözleşmelerini yenilediler ve onlar; 'alın dünyayı sizin olsun' diyerek 'kût-i lâ-yemût'la iktifa ettiler ve tamamladılar ömürlerini. Mâbetleri at sineklerinin doldurduğu zamanlarda onlar; yaraları sardılar, dertleri avuttular, söz yerine iyilik, takvâ ve gufran döküldü dudaklarından.
Bir tanesi kendisine kerpiçten ev yapıyordu ve diğeri bu 'dünyevî meşgale'yi gördüğünde;
'Ahh! Keşke senin ellerini kendi pisliğinin içinde görmüş olsaydım' demişti. Bu ikaz yetmişti diğerine; dünyaya ait olan bu faaliyetine son vermişti.
Göçüp gittiler; dünyanın lezzetini de beraberlerinde götürdüler; ardında sayısız müstakbel mukallitlerini bırakarak...
Yenileri zuhur etti yüzyıllar sonra...
Yeni bir sınıf oluşturdu mukallitleri, yüzyıllar içinde. Tabii olarak "bülend servilerin" gölgelerinde değil, "kârgir konaklarda", muhteşem "hâne-i saadetleri"nde yaşıyorlardı. Kerpiçin içinde uğraşan ellere, pisliğin içindeki elleri tercih eden insanların üzerinden o kadar çok zaman geçmişti ki!.. Hem din düşmanlarını kendi silahlarıyla vurmalı idi; zamanın en büyük silahı para ve güç değil mi idi; onlar da öyle yaptılar... Paraya ve güce kavuşmak için her yolu denediler; dünyanın içine battılar; paranın içine battılar; onlar paraya ve güce battı, para ve güç onlara batamadı gitti... Hizmet için para gerekiyordu; kurslar, okullar, yurtlar, vakıflar..."Erenlerin holdingleri" için de para gerekiyordu; lânet olası; ne kadar da çok para gerekiyordu!.. Önce müşteri, yani pazar oluşturulmalıydı. Bunun yolu kelle sayısının artmasına bağlıydı; seferler düzenlenmeliydi... Her sefer bir o kadar kelle demekti; bir o kadar kelle de bir o kadar para ve güç demekti... Hem o kadar insanı ağırlamak kolay bir iş miydi; bunun için de kârgir konaklar icâb ediyordu; onlara helâl olsundu bunlar; helâl mi oldu; bilinmez; bu satırların yazarı bilmez en azından; câhilliğine verilsin ister!..
Fakir kelleler bu zenginliğin hesâbını soramazlardı. Nasıl sorsunlardı ki?! Hazret; fakir kellelerin saadeti için küçümsüyordu serveti, dünyayı; bizzat kendisi içinde yaşayarak bu zenginliğin; tüketiyordu serveti; fakir kelleleri zehirlemesin diye!.. Tabiî böylesi bir fedakârlığın karşısında sefalet yalnızca bir mefhuma dönüşüyordu; ağzı ve dili olmayan, bağıramayacak ve isyan edemeyecek zararsız bir mefhuma, karanlık bir sükûta!..
Bilgi dünyasını yasaklar ağı ile kuşatmışlardı ve "içtihat kapısı kapandı" diyorlardı bunun adına. Bağlıları; tâlimatlarını bir papağan sadâkatiyle tekrarlarlardı; topyekûn iman, topyekûn teslimiyet; en zinde mukâmetleri bile güve gibi kemiren bir teslimiyetdi bu; ateşin etrafındaki pervânenin, yalnızca yirmi bir günden ibâret ömrünü(vallahi ben edebiyatçıların yalancısıyım, onlar yirmi bir gün diyor) hebâ ettiği bir teslimiyet... Atalarımızdan miras kalan 'hürriyetten kaçış' gibi bir ezelî psikolojinin bizden sonraki nesillere bırakacağımız 'ayak izleri' meyânındaki teslimiyetdi; teslim alıyordu iradeyi, aklı, tercih melekelerini...
Bin küsur yıllık seleflerinin, sözde ilimci mümessilleri bugünküler ve hiç bir susuzluğu gidermeden akan avâre ırmaklar gibi akmadalar. Tekrarladıkları faraziyelerin tamamı üç beş cümleye sıkıştırılabilecek sığlıkta; insan hayâtının mânâsı yoktur; insanlar; bedbaht, kabahatli, günahkâr, temizlenmeğe muhtaç ve cehennemin kahredici ateşinin hemen kıyısında seyreden risk altındaki, yardıma ve himmete muhtaç varlıklardır yalnızca insanlar. Tabîi bu yardım, "kârgir konaklardan" himmet şûaları halinde saçılacaktır.
Gençlik bunlar için birinci derecede avlanma sahası. İstedikleri; özgür düşünceye ve tavsiye dışı kitaba soğuk bir gençlik; birileri gençler için zaten düşünmüş, üretmiş ve tebliğ etmişlerdir nitekim. Gençlerin omuzlarının üzerinde taşıyıp durdukları kafalarının hiçbir kıymet-i harbiyesi yok, bilgiye de ihtiyaçları. Çünkü kafa bu; ne düşüneceği belli mi olur?! 'Modern' deyû isimlendirilen her kim ve her ne var ise tehlikeli; ya imanları sakat, kalpleri paslı ya da gâfil bunlar.
Şimdikilerin mâbetlerinden dünya fışkırıyor, hırs fışkırıyor, devleti ele geçirme hırsı fışkırıyor...
Tanrı mı? O mâbette değil, her yerde!..
Not: 90'lı yılların ortasında yazmışız bu yazıyı... Bugünler için de mânidar...