« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

23 Oca

2007

Türkçülüğün Temel İlkeleri : Türk Demokrasisi (I)

Altan DELİORMAN 23 Ocak 2007

Toplumların nasıl ve kimler tarafından yönetileceği meselesi, insanları tarih boyunca çok yakından ilgilendirmiş olan bir konudur. Çünkü, insanların refah içinde, rahat, güvenli ve huzurlu yaşayabilmeleri siyasî rejimle yakından ilgilidir. Bu yakın ilişki, egemenlik kavramını daima ön plâna çıkarmıştır.

Egemenliğin tecellî ettiği yüksek sosyal düzene devlet diyoruz. Devlet, emretme yetkisine sahiptir. Ancak, bu yeterli değildir. Emirlerini uygulama gücünün de bulunması gereklidir. Eğer yönetilenler, devletin emretme gücünü ve bu gücü kullanmasını meşru saymıyorlarsa, orada devletten değil, ancak zorba bir yönetimden söz edilebilir.

Her toplulukta değişik egemenlik anlayışları görülmüştür. Bu anlayışlar zamanla değişme gösterebilmiş, yeni şekiller almışlardır. Ama, ortak nitelikleri dikkate alırsak gelenekçi, karizmatik ve hukukî olmak üzere başlıca üç tip egemenlik anlayışı belirleyebiliriz. Gelenekçi egemenliğine göre, tarihî karakteri bulunan sosyal ve siyasî düzen kutsaldır. Eskiden beri süre gelmektedir ve değişmeyeceğine inanılmaktadır. Yönetim erkinin kimde bulunacağına gelenekler karar verir. Karizmatik egemenlikte ise, yönetme gücünün hükümdara doğrudan doğruya Tanrı tarafından verildiğine inanılır. Üçüncü tip egemenlik anlayışı hukukî temele dayanır. Egemenliğin nasıl kullanılacağı, kanunlar tarafından belirlenir. Hükümdar veya yönetici kadrosu bu kanunlara ve kanunlarla getirilmiş kurallara uymak zorundadır. Aksi hâlde, meşruluğunu kaybeder.

Demokrasi, sonuncu egemenlik anlayışının ürünüdür. Bu sistemde hukukun üstünlüğü ve önceliği, genel kabullerinin başında gelir. Demokrasi, bu yönüyle, tek kişi yönetiminden (mutlakıyet), az sayıdaki seçkin aydınların yönetiminden (aristokrasi) ve azınlık yönetiminden (oligarşi) kesin çizgilerle ayrılır.

Demokraside egemenliğin kaynağı halktır. Yönetim şeklini ve yönetici kadroyu halk belirler. Halkın iradesi her şeyin üstündedir. Siyasî rejimin iskeletini meydana getiren kanunları dahi bu irade yapar veya değiştirir. İnsanlık, geçirdiği uzun deneyimlerin sonunda, eksiklikleri ve zaafları en az olan siyasî rejimi demokrasi olarak belirlemiştir.

Demokrasinin değişmez, evrensel ilkeleri vardır: İnsanların doğuştan eşit ve hür olduklarının kabulü bu ilkelerin başında gelir. Ancak bu yetmez; yönetilenlerin, eşitliği ve hürriyeti koruyabilmeleri de gerekir. Bunun için de, demokratik ilkelere saygılı bir iktidar çevresinde azamî bağlılıkla birleşmeleri lâzımdır. Toplumu yönetecek otorite, o topluluğu oluşturan bütün fertlere dayanmalıdır. Böylece yönetenlerle yönetilenler özdeşleşeceklerdir. Bu noktada toplumla özel hayat arasındaki farklılıklar devreye girer ve bu da demokrasinin farklı özellikler kazanmasına yol açar.

BATI DEMOKRASİSİNİN GELİŞİMİ

Demokrasi anlayışının doğduğu yer olarak kabul edilen eski Yunan sitelerinde halkın iradesi doğrudan belirlenebiliyordu. Meydanlarda toplanan yurttaşlar, site yönetimiyle ilgili görüş ve tercihlerini oylarıyla belirtiyorlar, kararlar da böylece alınıyordu. Buna doğrudan demokrasi denilmektedir. Ancak, bu sistemde gerçek bir demokrasiden söz etmek imkânsızdır. Çünkü, sitelerde yaşayan çok sayıda kölenin ve yabancı sayılanların oy hakkı yoktu.

Avrupa'da feodalitenin ve mutlakıyetçi rejimlerin egemen olduğu uzun yüzyıllar boyunca, demokrasi (bu şekliyle dahi) uygulanma şansı bulamadı. Ancak, İngiltere'de parlâmentonun sürekli açık bulunması ve özellikle 1215'te ilân edilen Magna Carta (Büyük Ferman), demokrasinin işaretleri olması bakımından bir istisna teşkil eder. Yine de Magna Carta'nın asi baronlara haklar tanıyan ve kralın zor altında imzaladığı bir ferman olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu ferman, aslında topluma hak ve hürriyet tanıyan siyasî bir belge değildi. Ancak, sonraları yapılan ilâvelerle temel hürriyetlerin simgesi ve anayasa niteliğinde ilk belge olarak görülmeye başlanmıştır.

Modern demokrasi anlayışının ilk belirtileri Rönesanstan itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Gelişme, Aydınlanma Çağı'nda hızlandı ve Jean Jacques Rousseau'nun çalışmalarıyla berraklaştı. Halk egemenliği kavramı da bu sayede yaygınlaştı. Fakat, artık eski Yunan'daki gibi doğrudan demokrasi uygulamasına imkân yoktu. Şehir devletleri, yerlerini millî devletlere bırakmışlardı. Milletin bütün fertlerini bir meydana toplayarak oylarını almak imkânı kalmamıştı. Onun için temsilî demokrasiye dönüldü. Buna göre, iktidarı elinde tutan, fertler değil, millettir. Millet, soyut ve bölünmez bir bütündür. O hâlde, milletin seçilmiş temsilcileri millî iradeyi ellerinde tutarak somut hâle getirirler. Seçilmiş temsilciler, fertlerin hürriyetlerini gözeten bir otorite kurmak zorundadır. Bu da çok sayıda partinin kurulmasını, serbest seçimler yapılmasını, iktidarın değişebilir olmasını, kamu hürriyetlerini zarurî hâle getiriyordu.

Demokrasinin gelişmesi, yüzyıllar boyunca büyük zorluklarla karşılaştı. Egemenliği kullanmaktan vazgeçmek istemeyen mutlakıyetçi rejimler, demokrasinin önünü tıkamaya çalıştılar. Birçok yerde kanlı mücadeleler oldu. Bu arada, demokrasi kavramına yeni ve değişik anlam veren akımlar ortaya çıktı. Marksizm, insanlar arasında gerçek bir eşitlik olmadıkça hürriyetin sadece biçimden ibaret kalacağını, asıl meselenin ideal toplumu yaratmak olduğunu ileri sürdü. Marksizmden ilham alan siyasî rejimler kuruldu. Bunlar kendilerine halk demokrasisi adını verdiler. Marksistler, mülkiyeti elinde bulunduran burjuvazinin ortadan kalkmasını, sınıflar arasındaki karşıtlıkların ve iktidar için yarışmanın son bulması bakımından şart sayıyorlardı. Tek parti uygulamasının mantığı bu teoriye dayanıyordu. Fakat uygulamada, egemenlik tek siyasî parti üst yönetiminin eline geçti. Demokrasi yerine, yeni tip bir oligarşi ortaya çıktı.

Yine Avrupa'da boy gösteren Hristiyan demokrasi ise, egemenliğin halka ait olduğunu, ancak iktidarın İncil'den kaynaklanan ilkelere göre yürütülmesini savunuyordu. Hristiyan demokrasinin Avrupa'daki tarihi yüz yılı aşmaktadır ve günümüzde de İtalya, Almanya gibi ülkelerde bu ilkelere dayanan siyasî partiler bulunmaktadır.

Marksist ideolojiden esinlenen Komünist rejimler günümüzde ya tamamen yıkılmıştır veya kılıf değiştirmiştir. Yine Marksizmin etkilerini taşıyan sosyal demokrat eğilimler ise hâlâ güçlüdür. Unutulmaması gereken, bütün bu eğilimlerin ve uygulamaların, Avrupa'nın sosyal ve siyasî şartlarıyla tarihî geçmişinin ürünü olduğudur.

TÜRKLERDE DEMOKRATİK ANLAYIŞ

Eski Türklerde karizmatik egemenlik anlayışı hâkimdi. Yani, yürütme gücünün hükümdara Tanrı tarafından verildiğine inanılıyordu. Tanrı'nın kut ile donatmadığı hükümdarın meşruluğu bulunmuyordu. Büyük Hun Devleti'nde hükümdarın unvanı "Gök Tanrı'nın, güneşin, ayın tahta çıkardığı Tanrı kut'u Tanhu" ydu (kısaca Tanrıkut). Orhun Yazıtlarında "Tanrı irade ettiği için, kut'um olduğu için kağan oldum" denmektedir. Meşruluğunu Tanrı'dan almış olan hükümdarın yetkileri elbette çok genişti, fakat sınırsız değildi. Hükümdar, töreye uymak zorundaydı. Töre, Türk sosyal hayatını düzenleyen kuralların bütünüydü ve kanun niteliğindeydi. Değişmez ilkeleri adalet, faydalılık, eşitlik ve insanlıktı. Bu açıdan bakılınca, töre, halkın hak ve hürriyet isteklerini belirtmesine imkân veren, hükümdarın görevlerini belirleyen hukukî normlardı. Öyle olunca da, karizmatik ve hukukî egemenliğin birbiriyle kaynaşmış olduğu anlaşılmaktadır.

Demokraside danışmanın, tartışmanın önemini ve bunların siyasî zemini olarak meclislerin varlığını dikkate alırsak, eski Türk toplumunda da bu yolda uygulamaların bulunduğunu belirtmeliyiz. Büyük Hun Devleti'nde, her yıl üç genel toplantı yapılırdı. Buna toy denilirdi. Toyların biri dinî nitelikliydi. Diğerleri ilkbahar ve sonbaharda yapılırdı. En önemlisi ilkbaharda (haziran ayında) yapılanıydı. Bu toyda ülkenin bütün meseleleri görüşülüp karara bağlanırdı. Hükümdarlıklar tasdik edilir veya gerekirse yeni hükümdar seçilirdi. Yönetime geniş yetkiler verilmesi de toy'un kararlarına bağlıydı.

Avrupa Hun Devleti'nde, Tabgaçlarda, Hazar Hakanlığı'nda, Peçeneklerde, Kumanlarda ve Oğuzlarda da meclisler bulunduğu ve bunların, değişik adlarla toy'un işlevini gördüğü anlaşılmıştır. Oğuzlarda millet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı meclislere Tirnek (dernek) deniliyordu. Göktürk ve Uygur hakanlıklarında da meclisler bulunuyordu. Bu meclislerin yetkileri çok genişti. Hükümdarın istekleri her zaman kabul edilmeyebiliyordu. Bilge Kağan, Göktürk şehirlerinin surlarla çevrilmesini, Budizm ve Taoizm propagandasının serbest bırakılmasını ileri sürdüğü zaman, toy, bu istekleri reddetmişti. Aynı şekilde, toy'un kağan adayını da, gerekçe göstererek kabul etmeme yetkisi vardı. Toy, Uygur Hakanlığı'nda, güçlü kumandanlardan veya devlet adamlarından birini kağan ilân edecek ölçüde yetkilerle donatılmıştı. Sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan "Kurultay" sözü, zamanla toy'un yerini almıştır.

İslâm medeniyeti çerçevesine girdikten sonra toy geleneği zamanla terk edilmiştir. Yönetim mekanizmasında yer almaya başlayan divan, bir halk meclisi değil, üst görevlilerin meydana getirdiği yetkili bir kuruldu. Hükümdarın meşruiyeti ise, artık Tanrı'nın verdiği kut ile değil, halifenin tanıması ile gerçekleşiyordu. Karahanlılar iktidarı, bir geçiş dönemi sayılabilir. Karahanlılarda, eski Türk geleneklerinin devam ettiği, kut'un önemini taşıdığı görülmektedir. Ancak, Büyük Selçuklu Devleti, yerli Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu bölgelerde kurulduğu ve hüküm sürdüğü için, yönetim anlayışında değişmeler meydana gelmiştir. Devlet teşkilâtında ve yönetiminde Büyük Selçuklu Devleti'ni örnek almış olan Anadolu Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde de -değişiklikler olmakla beraber- aynı uygulama devam etmiştir. Ancak, Abbasî Halifeliğinin yıkılışından sonra, hükümdarın meşruiyetini Halifenin tanıması şartı kaybolmuştur. Yavuz Sultan Selim'den itibaren hükümdarlıkla halifelik tek şahısta birleştiği için, esasen böyle bir ihtiyaca yer de kalmamıştır.

19. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa'daki gelişmelerin de etkisiyle, devlet yönetiminde değişiklikler görülmeye başlanmıştır. Bunun ilk örneği Sened-i İttifak'tır. Bu belge, demokrasiye geçişte ilk adım olarak kabul edilir. Padişahla âyân arasında yapılan bir anlaşma niteliğindedir. Padişahın bazı yetkilerini sınırlandırmaktadır. Bu özelliği ile Magna Carta'ya benzediği düşünülebilir. Ancak millî irade belirtisi taşıyan bir siyasî belge değildir.

Tanzimat ve Islahat fermanları, demokrasi yolunda atılan daha önemli adımlardır. Bunlarda halkı ilgilendiren, onun hak ve hürriyetlerini genişleten hükümler bulunmaktadır. Parlâmenter rejimin kurulduğu I. Meşrutiyet ise daha belirli çizgiler taşır. Tanzimat ve Islahat fermanlarının, çoğunluğu oluşturan Müslüman tebaa tarafından benimsenmediğini, yabancı dayatmaların sonucu olduğunu; I. Meşrutiyet parlâmentosunun ise, hakların kötüye kullanılması sonucunda fazla ömürlü olamadığını hatırlamamız lâzımdır. 1908 Meşrutiyetinden sonraki kısa dönem, hem parlâmentonun yeniden açılışı hem de kişi hak ve hürriyetlerinin genişlemesi açısından önem taşımaktadır. Ancak, bu dönem de uzun sürmemiş, yerini tek parti iktidarı ve oligarşik bir siyasî yapı almıştır.

Millî Mücadele, yeni bir anayasa yapılması ve "Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millette" olduğunun kabul edilmesi bakımından demokratik bir anlayış içinde sürdürülmüştür. Cumhuriyetin ilânından sonraki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri başarısız kalınca tek parti yönetimi, II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etmiştir. Ancak ondan sonra siyasî partilerin kurulmasına, serbest seçimlerin yapılmasına, iktidarın değişmesine imkân bulunabilmiştir. Türkiye'de demokrasinin yerleşmesi gayretleri, 1945'ten bu yana sürdürülmektedir.

DEMOKRASİ TEMELLERİNDE FARKLILIKLAR

Türklerde köleliğin ve ayrıcalıklı sınıfların yer almaması sebebiyle, eski demokrasi tipiyle Türk egemenlik anlayışı arasında önemli ayrılıklar bulunmaktadır. Avrupa demokrasisi, bu ülkelerin sosyal yapılarına uygun bir gelişme göstermiştir. Kölelik rejimi, feodalite, kilise mensupları ve soylular gibi sınıflar, Türk sosyal yapısına ve dolayısıyla yönetim anlayışına yabancı idi. Batı demokrasisi, bu engelleri aşa aşa gelişmek zorunda kalmıştır. Sanayi Devrimi'nin getirdiği sorunlar, kadınların ve çocukların karın tokluğuna öldüresiye çalıştırılması, buna karşı tepkiler, sömürgeciliğin ve emperyalizmin ürünü olan çatışmalar Osmanlı Devleti'nde yaşanmamıştır. Sosyal sınıfların teşekkül etmemiş olması, sınıf çatışması teorisini geçersiz bırakmıştır, Bu yapı Cumhuriyet Türkiyesi’nde de devam ettiği için, sunî sınıf yaratma gayretleri başarılı olamamış, Marksizm bu sebeple yerleşebileceği bir toplum zemini bulamamıştır. Demek ki, Batıda yerleşmiş veya tortu bırakmış anlayışlar üzerinde yükselen demokrasi ile Türk demokrasisi arasında birtakım farklar bulunması olağan sayılmalıdır.

Bugün zihinlerde görülen kargaşanın temelinde, bu farkların yeterince kavranmaması yatmaktadır.

Türk demokrasisi üzerindeki görüşlerimizi önümüzdeki sayıda açıklamaya devam edeceğiz.

Türkçülüğün Temel İlkeleri : Türk Demokrasisi (II)

Demokrasi, sadece siyasî bir rejim ve yönetim biçimi değildir. Aynı zamanda -belki daha öncelikli olarak- bir şuur, anlayış ve kavrayış tarzıdır. Bu bakımdan, milleti meydana getiren fertlerin vicdanlarında filizlenmiş ve kökleşmiş olması gerekir. Aksi takdirde yozlaşma ve/veya kendisine yönelen tehditleri önleyememe tehlikesiyle karşılaşır.

Demokrasinin tabiatı, narin ve kırılgan olmasıdır. Yaşatılması ihtimama muhtaçtır. Bu ihtimam, ortak bir şuur tarafından gösterilir. Böyle bir şuur gerçekleşmemişse, demokrasinin sürdürülmesinde büyük zorluklarla karşılaşılır.

Demokrasi tecrübesi fazla olmayan ülkelerde bazen hevesler ve heyecanlar, aklın ve gerçeğin önüne geçer. Bu durumda, demokrasinin, en büyük hedef olduğu zannedilir. Demokrasiyi sahiplenmek ve korumak için diğer bütün değerlerden veya kavramlardan fedakârlık yapılabileceği düşünülür. Böyle bir düşünce tarzı kökten yanlıştır. Demokrasi amaç değil, araçtır.

Millî hayatta en büyük amaç, milletin hür, bağımsız, huzurlu ve müreffeh olarak sonsuza kadar yaşamasıdır. Her millet, eğer kabiliyeti ve tarihî tecrübesi varsa, dünyanın en güçlü ve ileri milleti olmayı hayâl eder. Bu, tabiî bir eğilimdir ve insan yaradılışına uygundur. Tarih, bir bakıma milletlerin bu alandaki yarışının ve mücadelesinin uzun hikâyesidir. Günümüzde demokrasi, bu mücadelede geri kalmamak için kullanılan araçlardan biridir.

Bu tespit, demokrasinin önemini azaltmaz. Fakat, milletin yanlış yönlendirilmesini önlemek açısından zarurîdir.

DEMOKRASİYE YÖNELEN TEHDİTLER

Sağlam zemine oturmamış demokrasiler daimî ve ciddî tehditlere maruz kalırlar. Bu tehditler, demokrasiye hem içten hem dıştan yönelir.

Demokrasiye içerden yönelen tehdit: Demokrasinin insanlara tanıdığı imkânlar, hareket serbestîsi ve uygulamada karşılaşılan boşluklar, bütün bunların kötüye kullanılması sonucunu verebilir.

Demokrasiyle yönetilen ülkelerde iktidarı elde edenlerin, iktidarlarını daha uzun zaman sürdürmek, hattâ onu hiç bırakmamak için plânlar yaptıkları görülmüştür. Bu gayelerine ulaşmak için saptıkları en kolay -aynı zamanda en tehlikeli- yol "popülizm" denilen halk dalkavukluğudur. Popülist politikacı, halka ne kadar şirin görünürse ve ona ne kadar usulsüz imkânlar sağlarsa, o ölçüde oy potansiyeline sahip olacağına inanır. Bunun uygulaması, yönetimiyle görevli oldukları devletin imkânlarını belli kesimlere hovardaca dağıtmak şeklindedir. Önceleri verimli olacağı sanılan -bazen de olan- bu yöntem, zamanla ekonomik açmazlara kadar varır. Sonuçta, o "belli kesim"ler de dahil olmak üzere bütün toplum zarar görür.

Demokrasi böylece yozlaşmaya başlar.

Bir başka tehlikeli istismar vasıtası, halkın dinî inançlarının insafsızca sömürülmesidir. Hangisi olursa olsun, din o kadar güçlü bir duygudur ki, topluma bazen geriliğini, sefaletini, hürriyetsizliğini bile unutturup bunların önüne geçer. Maksatlı politikacı, iktidar amacına ulaşmak için bu duyguyu sömürü aracı yapmaktan kaçınmaz. Daha vahimi, başkalarına da örnek olur ve onların da aynı vâdiye sürüklenmelerini kolaylaştırır. Yozlaşmanın bir diğer cephesi de budur.

Demokrasinin yozlaşmasına sebep olan unsurlardan biri de, siyasî partilerin yönetimlerinde demokratik yöntemlerden uzaklaşılmasıdır. Parti yönetimine hâkim olan bir grup (ki, genellikle genel başkan çevresidir) sorumlu mevkilere- seçim görüntüsü içinde- uygun bulduklarını tayin eder. Sonra, onlarla birlikte, genel seçimlere katılacak milletvekili adaylarını belirler. Seçmen, ancak parti seçebildiği için, bu adaylara da otomatik olarak oy vermek zorunda kalır. Yani, istediğini değil, parti oligarşisinin tayin ettiği kimseyi seçmiş olur. Bu yolla meclise gelen milletvekilleri, seçilmelerini millete değil, aslında genel başkana borçlu olduklarının farkındadır. Gelecek seçimlerde yeniden seçilmeleri de yine genel başkanın iradesine ve tercihine bağlıdır. Onun için, bir ucundan dahil oldukları sisteme itiraz etme gücünü kendilerinde bulamazlar. Parti yönetiminin işaret ettiği tarzda parmak kaldırmaktan başka çareleri kalmamıştır. Böylece mecliste millî irade değil, lider takımının iradesi "tecellî eder". Meclis kürsüsünün arkasında yazılı olan "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ibaresi, artık sadece bir fantezidir. Demokrasi tıkanmıştır.

Demokrasiye dışardan yönelen tehdit: Demokrasinin sağladığı hürriyet ortamından yararlanarak demokrasiyi ortadan kaldırmak isteyen terör merkezleri de vardır. Demokrasinin bizatihî kendisi bunların umurunda bile değildir; onu, amaçlarını gerçekleştirmek için vasıta olarak kullanmak isterler. Bu merkezler, günümüzde başlıca üç grup hâlinde ortaya çıkmışlardır: Marksist, bölücü ve dinî nitelikte gruplar.

Terör merkezlerinin ortak yönleri, küçük bir azınlık hâlinde olmaları, görüşlerini demokratik sistem içinde gerçekleştirme şansına sahip bulunmamaları, silâhlanmaları ve dehşet verici katliâmlardan, suikastlardan, sabotajlardan medet ummalarıdır.

Terör grupları, hedefledikleri rejimi kurma yolunda demokrasinin yozlaşmasını ve gücünü kaybetmesini kendileri için fırsat sayarlar. Çok kere demokrasinin nimetlerini istismar ederek, bazen de demokratik görünerek amaçlarına ulaşmak isterler.

Ülke içinde birtakım siyasî gruplar, ülke dışında da bazı güç odakları, zaman zaman terör gruplarına doğrudan veya dolaylı olarak destek verirler. Bunu da hemen daima "demokrasi uğruna" yaparlar.

Türkiye açısından durum: Türkiye’miz, uzunca bir süreden beri, içten ve dıştan yönelen tehditlere maruz bulunmaktadır. Bu tehditler, hem demokrasiyi hem ülke bütünlüğünü hedef almışlardır.

Demokrasinin - büyük ölçüde siyasetçiler eliyle- yozlaştırılmış olması ve yanlış yorumlara uğraması, tehditlerin ciddiyetini artırmaktadır. Ekonomik bunalımların, açmazların, fakirleşmenin, dıştan dayatmaların, haysiyetsizliğin ve sürekli kan kaybetmenin.. demokrasideki yozlaşma ile yakın ilişkisi vardır.

Demokrasi, fazilet rejimi olmalıdır. Bir ülkede mânevî değerlere verilen önem azaldıkça; dürüstlük, şeref, haysiyet kavramları dumura uğradıkça demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesi beklenemez. Banka sahiplerinin kendi bankalarını soymaları gibi akıl almaz facialar, mânevî değerleri göz ardı etmenin sonuçlarından biridir. Sözün namus sayıldığı dönem çok gerilerde kalmıştır. Borcunu ödememek, neredeyse ticarî bir kural hâline gelmiştir. Fedakârlık ve feragat ruhu kaybolmuştur. Yalan, dolan, hile günlük hayatın bir parçası durumunu almıştır.

Bu gidişat, demokrasinin yozlaşması için çok elverişli bir zemin hazırlamaktadır. Devlet adına konuşanların, doğruları ve gerçekleri söylememeleri, hattâ çok kere bunları ters yüz etmeleri, devlete olan güveni sarsmıştır. Siyasetin sürekli bir aldatmaca olduğunu sananlar yüzünden, siyasetçi büyük ölçüde itibar kaybına uğramıştır. Halbuki siyasî partiler gibi, siyasetçiler de demokratik sistemin vazgeçilmez birer parçasıdır. Onlara duyulan güvensizlik, sonuçta demokrasiye zarar vermektedir. İşlerin böyle yürümeyeceği kanaati gün geçtikçe yaygınlaşmaktadır.

NE YAPMALI?

Demokrasi, kendini savunmak zorundadır. Bunun için etkili mekanizmalar geliştirmeli, gerekirse top yekûn bir yenilenmeye gitmelidir. Bugün artık o noktaya gelinmiştir. Sistem o kadar yıpranmış ve zedelenmiştir ki, orasına burasına vurulacak yamalarla, geçici tedbirlerle, küçük iyileştirmelerle ıslâh edilmesi kabil değildir.

Demokrasinin gereği gibi işlemesi için alınacak tedbirlerin çoğu orta ve uzun vâdelidir. Ancak, yozlaşmanın had safhaya varmış olması, hastaya âcil müdahaleyi gerektirmektedir. Ona nefes aldıracak ilk tedbirlerin süratle alınması, hiç olmazsa oksijen verilmesi icap etmektedir.

Demokrasinin temeli millî irade olduğuna göre, bu iradenin hür ve serbest şekilde tecellîsine imkân tanınmalıdır. Siyaset dünyasına yeni bir düzen verilmesi, bu bakımdan büyük önem taşımaktadır. Seviyeli bir parlâmentonun teşkili, siyasetçinin kaybolmuş itibarının yeniden kazanılmasını sağlayacaktır. Bütün bunlar, yeni kanunların yürürlüğe sokulmasıyla gerçekleşebilir. Ancak, burada karşımıza başka bir açmaz çıkmaktadır. Yeni ve reformcu kanunları çıkarması gereken, bugünkü sistemdir. Halbuki, demokrasinin bu ölçüde yozlaşmasına yol açan da aynı sistemdir. Ondan kendi birikmiş hatalarını düzeltecek, yani bir özeleştiri yapabilecek ahlâkî davranış beklenebilir mi?

Beklemek ihtiyacındayız. Aksi hâlde, sistem dışı güçlerin zorlaması söz konusu olabilecektir. Böyle bir zorlamaya mâruz kalmadan yapılacak köklü değişim, bizim ilk tercihimiz olmalıdır,

Demokrasiye dıştan yönelen tehditlerin önlenmesi, güçlü savunma refleksiyle mümkündür. Bu tehditler genellikle siyasî tuzaklı ve silâhlı olduğu için, bertaraf edilmesi de zor kullanılmasını gerektirmektedir. Bu noktada siyasetçinin, silâhlı kuvvetlerin ve kolluk kuvvetlerinin âhenkli bir iş birliğine ihtiyaç vardır. Adalet anlayışının ve işleyişinin yeni baştan inşa edilmesi de kaçınılmaz bir zarurettir.

Bütün bu tedbirler alınırken, asıl yapılması gereken, iyi ahlâk ve fazilet sahibi insan tipinin yetiştirilmesidir.

Açıkça meydana çıkmıştır ki, bugünkü eğitim sistemi bunu başaracak nitelikte ve kabiliyette değildir. O hâlde, en aşağıdan en üst kademeye kadar, eğitim hayatına çeki düzen verilmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bu değişim yapılmadıkça, dikkate değer bir düzelmenin görülmesini bekleyemeyiz.

Eğitim, uzun vâdeli bir yatırımdır. Fakat bütün yatırımlar arasında en önde gelenidir. Siyasî alandaki yenileşmeyle eşzamanlı olarak başlamalıdır. Olumlu sonuçlarını verene kadar da, diğer savunma tedbirleriyle, demokrasinin daha çok yıpranıp yozlaşmasını engelleyerek zaman kazanılmalıdır.

Gerçekleri görmenin zamanı çoktan gelmiştir. Halkımızın çok büyük bir kısmı olup bitenin farkındadır. Duvara tosladığımızı hâlâ kabul etmeyenlerin de halkla aynı noktaya varmaları gereklidir. Türk milleti, pırıl pırıl bir Türkiye'nin; hileden, hurdadan, yalandan, dolandan, aldatmacadan, sahtekârlıktan arınmış bir Türkiye'nin hasretini çekmektedir. Ve, özlemlerini gerçekleştirecek yolları mutlaka bulacaktır.

TÜRK DEMOKRASİSİ

Her milletin, kendine has bir yaşama tarzı vardır. Âdetler, gelenekler, davranışlar, inançlar, alışkanlıklar milletler arasında farklılık gösterir. Bunun sebebi, binlerce (veya yüzlerce) yıldan beri süre gelen millî kültürdür. Millî kültür, coğrafya, inanç sistemi, milletlerin karakterini oluşturur. Guatemalalı melezle Çinlinin, Macarla Arabın, Kongolu zenci ile Hintlinin birbirlerine sadece dış görünüş açısından değil pek çok bakımdan yabancı olması bu sebeptendir.

Milletler sanata yatkınlıkları, mutfakları, savaşçılıkları veya barışçılıkları, giyim kuşamları... gibi birçok cihetten de birbirlerinden farklıdır. Bu kadar farklı toplulukların yönetim anlayışlarında da ayrılıklar olması tabiîdir. Çağımızda geçerli yönetim biçiminin demokrasi olması, demokrasi anlayışındaki farklılıkların göz ardı edilmesini gerektirmez. Filipin, Rus, Amerikan, İtalyan, Güney Afrika demokrasileri arasında nasıl farklılıklar varsa, Türk demokrasisi ile başka milletlerin demokrasi anlayışları arasında da ayrılıklar olacaktır, olmalıdır. Hazır elbisenin bütün bedenlere uyması nasıl beklenmezse, tek tip demokrasi kalıbının her milletin karakteriyle uyuşmasını beklemek de aynı şekilde yanlış olur.

Sınırlar, komşu devletler, tarihî ilişkiler veya düşmanlıklar da demokrasi anlayışını belirlemektedir. Kanada, Brezilya, İsrail: Bunların hepsi demokratik sisteme sahiptir. Buna kuşku yok. Ama sınırları güven içinde olan, çevresinde kendilerini tehdit edecek "kötü" komşuları bulunmayan Kanada ve Brezilya ile; hasım ülkelerle çevrilmiş. her gün savaşın içinde yaşayan İsrail'in demokrasi uygulamaları arasında elbet ayrılıklar olacaktır. Çünkü her millet, öncelikle kendi güvenliğini sağlamak ve korumak istemektedir. Siyasî rejim konusu bundan sonra gelmektedir.

Demokrasinin, eğitim seviyesi, ahlâk telâkkisi, değer yargılarının bütünüyle de yakın ilgisi var. Bu unsurlar arasındaki farklılıklar da, demokrasi anlayışlarının değişik olması sonucunu verir. Bunu tabiî karşılamak lâzımdır.

Sonuç olarak, demokrasi her toplum olayı gibi bir kültür meselesidir. Farklı kültürlerin farklı anlayışlara ve uygulamalara yol açtığını inkâr edemeyiz. Şu hâlde, bir Türk millî kültürü varsa, bu kültürün ürünü olacak bir Türk demokrasisi de olmalıdır. Bu siyasî sistemin temelini çok partili sistem, hür, serbest ve tek dereceli genel seçimler, basın hürriyeti, vatandaş haklarının güvence altında bulunması, hukukî eşitlik gibi vazgeçilmez ilkeler meydana getirecektir. Bunlar evrensel değerlerdir ve reddi mümkün değildir. Bu temel değerlerin dışında her şey, diğer demokrasilerden farklı olabilir. Bunda yadırganacak bir taraf yoktur. Bu açıdan bakılınca, özellikle Avrupa ülkeleri tarafından Türkiye'ye yapılan demokrasi dayatmalarına mesnet bulmak zorlaşmaktadır.

Ancak, partilerin kendi içlerinde demokrasi yoksa, ülke genelinde gerçek bir demokrasiden söz edilemez. Eğer seçimler, millî iradenin kâmil mânâda yansımasını sağlayamıyorsa, demokrasi tartışmalı demektir. Basın hürriyeti kötüye kullanılıyorsa demokrasinin bir ayağı aksıyor sayılmalıdır. Adaletin dağıtılmasında eşitlik ilkesine uyulmuyorsa, demokrasinin işleyişinden kuşku duyulmalıdır. Demek ki, temel değerlerin teorik olarak bulunması yetmez, aynı zamanda onların uygulamada da hayata geçirilmesi gerekir.

Türk milletinin refahını, mutluluğunu, bağımsızlığını, yükselmesini ve ilerlemesini ülkü edinmiş olan Türkçülük, -milletin çıkarlarıyla çatışmayan- her çağdaş uygulamanın taraftarı olacaktır. Türk milletinin monarşiyle, oligarşiyle, diktayla yönetilmesi elbette kabul edilemez. İdeal rejim, demokrasidir, Türk demokrasisidir.

Türk demokrasisinin kendine has özellikleri olacaktır. Bu konuda hiç kimseye, hele yabancılara hesap vermek zorunda değiliz.

Türk milleti kendi yönetim tarzını (demokratik sistem içinde) yine kendisi belirlemelidir. Telkinler ve tehditler, onun bu en tabiî hakkını kullanmasını engellememelidir.

Orkun Dergisi, sayı: 45- 46

Ziyaret -> Toplam : 125,12 M - Bugn : 142035

ulkucudunya@ulkucudunya.com