Asıl cümle bir alttakiydi
Ertuğrul ÖZKÖK 17 Haziran 2008
GEÇEN perşembe günü Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç aradı.
"Makulün peşinde" iki insan olarak güzel bir sohbet ettik.
"Bugünkü yazınızı okudum. Biraz karamsar görünüyorsunuz" dedi.
"Evet karamsarım; çünkü Türkiye'de makul düşünce iktidarını tamamen kaybetti. Ortalık silahşorlara kaldı" dedim.
"O kadar karamsar olmayın. Mutlaka bir yol bulunacaktır" dedi.
Bu arada, ertesi gün bir açıklama yapacağını söyledi.
* * *
Anayasa Mahkemesi Başkanı, ertesi gün o açıklamayı yaptı.
Açıklamayı herkes gibi ben de dikkatle okudum.
Doğal olarak herkes, "Mahkeme üyeleri hakkındaki ağır, tehditkár ve hakaretamiz yıpratma kampanyasına yönelik sözlerine ve savcılara yaptığı çağrıya" takıldı.
Günün konusu da buydu ve ertesi gün bu sözleri manşetlere çıktı.
Oysa ben, Haşim Kılıç'ın açıklamasının başka bir bölümüne takıldım.
O sözler tarihi derecede önemliydi ve yaşadığımız ağır krizin temeli de orada saklıydı.
Aradan üç gün geçmesine rağmen baktım kimse o sözler üzerinde durmuyor.
Çünkü, o sözler kimsenin işine gelmiyor.
Gelmediği için de, bütün silahşorlar, o cümleleri halının altına süpürmek için elinden geleni yapıyor.
* * *
Ne diyor Anayasa Mahkemesi Başkanı?
Aynen aktarıyorum.
"Esasen toplumu ilgilendiren önemli siyasal sorunlar hakkında ilgili ve yetkili organlarca demokratik bir ortamda çözüm aranması, demokratik parlamenter sürece daha uygun iken, yargı organlarınca çözüme zorunlu bırakılması çağdaş dünyada hiç arzu edilmeyen bir tercihtir."
İsterseniz bu sözleri günlük dile çevireyim.
Kılıç'ın sözlerinin tercümesi şöyle:
"Kardeşim, her şeyi yüzünüze gözünüze bulaştırıyorsunuz. Kavga edip hır çıkarıyorsunuz. Sonra getirip meseleyi önümüze koyuyorsunuz. Biz de çözümü ortaya koyunca bu defa bize hakarete, tehdide, şantaja başlıyorsunuz."
Evet o sözlerin anlamı budur.
* * *
Şimdi şapkayı önümüze koyup düşünelim.
Başkan haksız mı?
Bu ülkenin sivilleri, kendine "demokrat", "liberal" gibi kıymeti kendinden menkul sıfatları kolayca yapıştıran aydınları, bu soruyu hiç kendi kendilerine veya cemaatlerine sordular mı?
Mesela 12 Eylül'den sonra, her gün Evren'e hakaret ederken, bir saniye durup, "Yahu arkadaş, bu ülkede günde 25 kişi öldürülürken biz ne yaptık? Bir araya gelip siyasi çözüm aradık mı?" sorusunu samimi olarak sordular mı?
Nerdee...
Solda sağda yol kesip, ev basıp sendikacı, öğretmen, öğretim üyesi, siyasetçi katleden çetelere karşı küçük parmaklarını oynatmadılar.
Her şey geçip gittikten sonra bildiriler yayınlayıp işkence filmleri yaparak vicdanlarını temizlediklerini zannettiler.
O yüzden de halkın, askeri anayasaya yüzde 92 oy vermesini, "şeffaf zarf korkusu" gibi kargaları bile güldüren bahanelerle açıklamaya çalıştılar.
* * *
Bakıyorum şimdi de aynı şeyi yapıyorlar.
"Biz bu noktaya neden geldik" sorusunu soran yok.
Hatta sormaya cüret edenlere "Ahlaksız" yaftası yapıştıracak kadar kendinden geçmiş bir fedailer çetesi kapı kapı dolaşıp racon kesiyor.
Ben diyorum ki, o hataların çetelesini tutmadan bu krizi nasıl aşacağız?
Yani, yarın Anayasa Mahkemesi kapatma kararı vermediği takdirde, "Nerede kalmıştık" deyip yüzde 47 hoyratlığına aynen devam mı edeceğiz?
O kararı, bu kadrolaşmaları, akraba-ü taallukat kayırmaları, belediyelerde herkese "Ne oluyor şeriat mı geliyor" dedirten abuk sabuk uygulamalar için bir lisans, bir yeşil kart olarak mı kabul edeceğiz?
Yoksa yapılan hayati derecede önemli hataları tespit edip birlikte yaşama adabı arayışı için sağlanmış bir imkán mı?
Hata derken de sadece AKP'den söz etmiyorum.
Herkesten, hepimizin hatalarından söz ediyorum.