Cahit Sıtkı TARANCI (1910-1956)
İnci Enginün 01 Ocak 1970
Cumhuriyet dönemi şairi.
Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Hüseyin Cahit’tir. Diyarbakır’ın eski ve köklü ailelerinden Pirinççizâdeler’e mensup Bekir Sıtkı Bey’in oğludur. İlk ve orta okulu Diyarbakır’da okudu; daha iyi bir öğrenim görmesi için babası tarafından İstanbul’a Saint Joseph Lisesi’ne gönderildi. Daha sonra bu okuldan Galatasaray Lisesi’ne geçti. Burada ölünceye kadar dostlukları devam edecek olan Ziya Osman (Saba) ile tanıştı. Mezun olunca yine babasının isteğiyle Mülkiye Mektebi’ne kaydoldu (1931). Derslere karşı ilgisizliği ve çirkinliği dolayısıyla kendini içkiye vermesi, birtakım gönül maceraları yaşaması yüzünden dört yıl sonra diploma alamadan okuldan ayrılmak zorunda kaldı, ancak kaydını Yüksek Ticaret Mektebi’ne nakletti (1935). Bu arada Sümerbank’ta memur olarak çalışmaya başladı (1936). Cumhuriyet gazetesinde hikâyelerini yayımlayan Nadir Nadi’nin maddî desteğiyle öğrenimine devam etmek üzere 1938 yılı sonlarında Paris’e gitti ve orada Ecole Sciences Politiques’e kaydoldu. Paris’te Oktay Rifat’la birlikte bir süre Paris Radyosu Türkçe Yayınlar Servisi’nde spiker olarak çalıştı. Temmuz 1940’ta Paris Almanlar tarafından bombalanırken Paris’i terkedip önce Lyon’a, oradan Cenevre’ye geçti. İsviçre’de kısa bir süre kaldıktan sonra güçlükle Türkiye’ye dönebildi.
Bir süre Diyarbakır’da ailesinin yanında kalan Cahit Sıtkı, Mart 1941’de askere gitti; Ekim 1943’e kadar Ankara, Burhaniye ve Ilıca’da görev yaptı. Askerlik dönüşü işlerini İstanbul’a nakletmiş bulunan babasının yanında ticarethanenin muhasebe defterlerini tutmaya başladı. Ancak babasıyla anlaşmazlığa düşünce işten ve ailesinden ayrıldı. 1944 yılı sonlarında Ankara’ya gitti ve Anadolu Ajansı’na mütercim olarak girdi. Bu tarihten itibaren aralarında Orhan Veli Kanık, Ahmet Muhip Dranas, Melih Cevdet Anday, Baki Süha Ediboğlu, Oktay Rifat, Ceyhun Atuf Kansu, Yaşar Nabi Nayır, Cevdet Kudret Aksal, Sabahattin Eyüboğlu gibi şair ve yazarların bulunduğu edebiyatçılar çevresinde yaşamaya başladı. Daha sonra Toprak Mahsulleri Ofisi’nde yine mütercim olarak çalıştı; buradan Çalışma Bakanlığı’ndaki mütercimlik kadrosuna geçti. 1951’de Cavidan Hanım’la evlendi. 1954 yılında hastalandı; kısmî felç dolayısıyla konuşamadığı gibi hareket de edemiyordu. Hastalığı sırasında bir süre İstanbul’da, bir süre de Diyarbakır’da ailesinin yanında kaldı. Arkadaşı Samet Ağaoğlu’nun yardımıyla tedavi için gittiği Viyana’da öldü (12 Ekim 1956); cenazesi Türkiye’ye getirilerek Ankara’da toprağa verildi. Diyarbakır’da doğup büyüdüğü ev daha sonraki yıllarda Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi haline getirilmiştir.
Ünlü bir şair olmaya hevesi daha lisede okuduğu yıllarda başlayan Cahit Sıtkı edebiyatla ilişkisinin, küçük yaşta ailesinden uzakta sıkıcı yatılı okul hayatının hasta ruhuna yüklediği sıkıntıdan kaynaklandığını söyler. Dayısının teşvikiyle yazdığı, Abdullah Cevdet’in de takdirle karşıladığı denemelerinden sonra ilk şiirleri 1930’lu yıllarda Servet-i Fünûn-Uyanış ve Muhit ile Galatasaray Lisesi’nin Akademi dergisinde, daha sonraki yıllarda Varlık, Yücel, İnkılâpçı Gençlik, Ağaç, İnsan, Gündüz, Akpınar, Ülkü, Kültür Haftası, İstanbul, Yaratış, Cumhuriyet, Akşam, Vatan, Sanat ve Edebiyat gibi gazete ve dergilerde yayımlanır. Edebiyat dünyasında tanınmasında Peyami Safa’nın 1932 yılında Cumhuriyet gazetesinde şiiri üzerine yazdığı üç yazının büyük etkisi olur. 1945’te Cumhuriyet Halk Partisi şiir yarışmasında “Otuz Beş Yaş” şiiriyle birinci oldu; böylece şöhreti bir anda yayıldı.
Cahit Sıtkı, Fransız sembolist şairlerinden Baudelaire, Verlaine, Rimbaud, Valéry ve Paul Eluard’ın etkisinde kaldığı ilk şiirlerinde vezne ve şekle önem verdiği gibi şiirde ses, anlam ve biçim bütünlüğünü âdeta şart koşar. Yetişme çağlarında biraz da döneme hâkim olan milliyetçi ve memleketçi edebiyat dolayısıyla halk şiirinden etkiler alan Cahit Sıtkı’nın 1935’ten sonra yazdığı şiirlerde yalnızlık ve ölüm temaları üzerinde yoğunlaştığı dikkati çeker. Bu temalar üzerinde ısrarla durmasını dönemin toplumsal şartları dolayısıyla içine düştüğü nihilizm duygusuyla açıklayan Mehmet Kaplan onu metafizik seviyeye yükselememiş, dünya ile boşluk arasına sıkışıp kalmış, hayata sarılmak isteyen, fakat hayatta da aradığını bulamayan bir şair olarak değerlendirir. Aynı nesle mensup Orhan Veli ve arkadaşları gibi o da gerek toplumsal gerekse dinî ve tarihî değerlere ilgi duymadığından boşluğa düşmüş, bundan dolayı bir kaçış psikolojisiyle bazan tabiata, bazan da yaşama sevincine sığınmaya çalışmıştır.
Kendi neslinin diğer şairleri gibi dünyayı duyularıyla kavramaya ve tadını çıkarmaya çalışan Cahit Sıtkı’nın hemen bütün şiirlerinde ölümün gölgesinde yaşayan insanoğlunun yaşama sevinci veya buruk tadı duyulur. Şiirlerinin çoğunda ölüm, içinde yaşanılan bu güzel dünyayı sona erdirecek bir tehdit şeklinde varlığını hissettirirken mutluluğu zaman zaman çocukluk günlerine dönmek suretiyle yakalamaya çalışır. Şiirlerinde yaşamayı âdeta bir ibadet gibi gören, vatan topraklarının mutlu insanlarla dolmasını arzulayan Cahit Sıtkı’nın günlük hazları ölümsüzleştirmesi büyük başarılarından biri kabul edilmiştir. Şiirlerinde yalnızlık, çaresizlik, çirkinlikten şikâyet ve ölüm korkusu yanında yaşama sevinci de dikkati çeken en önemli temalardır. Fazla bir derinlik taşımamakla birlikte sade, akıcı ve âhenkli bir dil kullanması dolayısıyla şiirleri devrinde geniş bir okuyucu kitlesi tarafından sevilerek okunmuştur. Türk edebiyatında şiir üzerine en çok düşünen şairlerden biri olan Cahit Sıtkı bu konudaki görüşlerini çeşitli yazılarıyla mektuplarında uzun uzadıya açıklamıştır. Yazılarından birinde, “Şiir kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır” der. Ona göre kelime annedir, dosttur, hasrettir, hayaldir; yani bir anlamı, çağrışımı, bir gölgesi, hatta bir rengi ve adı olan nesnedir. Şiirde mükemmellik ne aruzun ne hecenin ne de serbest veznin tekeli altındadır. Mükemmellik şairin kullandığı dilden âzamiyi koparmasıdır.
Cevat Sadık ve İrfan Kudret takma adlarıyla bir kısım şiirleriyle paralellikler gösteren hikâyeler de yazan Cahit Sıtkı, şahsî yaşantısının ve kültürünün kendisine kazandırmış olduğu birikimi şiirleriyle birlikte hikâyelerinde de bol bol kullanmıştır. Zaman zaman hikâyelerinde işlediği konuları kelimelerin istifinden doğan şiir sesine ulaştıkları zaman şiirine geçirmiş, bazan da şiirini yazdıktan sonra onu bir de hikâyede işleyerek açıklamıştır. Böylece hikâye ve şiirleri âdeta birbirini tamamlamıştır. Olay örgüsünün genellikle basit bir çerçevede geliştiği hikâyeleri her şeye rağmen hayatın yine de yaşanmaya değer olduğunu anlatır (hikâyelerinin bir kısmını Selahattin Önerli derlemiştir, bk. bibl.). Cahit Sıtkı ölümünden sonraki yıllarda da sevilen ve okuyucusu azalmayan bir şair olmaya devam etmiştir.
Eserleri. Şiir: Ömrümde Sükût (İstanbul 1933), Otuz Beş Yaş (İstanbul 1946), Düşten Güzel (İstanbul 1952), Sonrası (yetmiş üç yeni, on tercüme şiir, ölümünden sonra hakkında yazılanların bir kısmı, İstanbul 1957), Bütün Şiirleri (haz. Asım Bezirci, İstanbul 1983). Mektup: Ziya’ya Mektuplar (Ziya Osman Saba’ya yazdığı elli yedi mektup; başında Saba’nın “Cahit’le Günlerimiz” başlığıyla yer alan uzun bir yazısı vardır, İstanbul 1957), Eşime ve Nihal’e Mektuplar (haz. İnci Enginün, Ankara 1989). Makale-deneme: Yazılar, Makaleler, Konuşmalar, Yanıtlar (haz. Hakan Sazyek, İstanbul 1995). İnceleme: Peyami Safa: Hayatı ve Eserleri (İstanbul 1940). Tercüme: Fransa’da Müstakil Resim (A. Basler - C. Kunstler’den, A. Muhip Dranas’la birlikte, I-II, İstanbul 1938). Cahit Sıtkı’nın şiirlerinden otuz üçü Necdet Adabağ tarafından İtalyanca’ya çevrilerek yayımlanmıştır (Trentacinque anni [Milano 1972]).