« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

15 Kas

2016

Tanrı mı? O mâbette değil!..

Adnan İslamoğulları 01 Ocak 1970

Selefleri 'alın dünyayı sizin olsun' diyerek 'iki lokma bir hırka,' ile iktifâ ettiler ve tamamladılar ömürlerini. Onlar yaraları sarar, dertleri avuturlar, söz yerine iyilik, takvâ ve gufran dökülürdü dudaklarından...

Onlardan bir tânesi kendisine kerpiçten oda yapıyordu ve bir diğeri bu 'dünyevî meşgâle'yi gördüğünde:

'Ahh! Keşke senin ellerini kendi pisliğinin içinde görmüş olsaydım' demişti. Bu ikaz yetmişti diğerine; dünyaya ait olan bu faaliyetine son vermişti.

Dünya işi, dünyanın sonu idi belki de onlar için, dünyanın sonunu da getirdiler; ne bir iz kaldı onlardan geriye ne de bir âlâmet...

Göçüp gittiler...

***

Yeni bir sınıf oluşturdu mukallitleri yüzyıllar içinde...

"Dehrin hây u hüyûna meçhûl-i hande"lerdi onlar ve dervişlerdi bu yeniler de, fakat bir farkları vardı; ne de olsa modern dünyaya aittiler, 'bülend servilerin' gölgelerinde değil, muhteşem 'hâne-i saadetleri'nde yaşıyorlardı. Kerpiçin içinde uğraşan ellere, pisliğin içindeki elleri tercih eden insanların üzerinden o kadar çok zaman geçmişti ki!..

Hem din düşmanlarını kendi silahlarıyla vurmalı idi artık; zamanın en büyük silahı para ve güç değil mi idi; onlar da öyle yaptılar... Paraya ve güce kavuşmak için her yolu denediler, dünyanın içine battılar, paranın içine battılar...

Hizmet için para gerekiyordu; kurslar, okullar, yurtlar, vakıflar...

'Erenlerin holdingleri' için de çok ama çok para gerekiyordu...

Önce müşteri, yani pazar oluşturulmalıydı. Bunun yolu kelle sayısının artmasına bağlıydı, seferler düzenlenmeliydi... Her sefer bir o kadar kelle demekti, bir o kadar kelle de bir o kadar para ve güç demekti...

Fakir kelleler bu zenginliğin hesâbını soramazlardı. Nasıl sorsunlardı ki!

Hazretler, fakir kellelerin saadeti için küçümsüyorlardı serveti, dünyayı; bizzat kendileri içinde yaşayarak bu zenginliğin, tüketiyorlardı serveti, fakir kelleleri zehirlemesin diye!

Tabiî böylesi bir fedakârlığın(!) karşısında sefalet yalnızca bir mefhuma dönüşüyordu, ağzı ve dili olmayan, bağıramayacak ve isyan edemeyecek zararsız bir mefhuma...

Bilgi dünyasını örümcek kabiliyeti ile yasaklar ağı ile kuşatmışlardı ve "içtihat kapısı kapandı" diyorlardı bunun adına. Bağlıları, tâlimatlarını bir papağan sadâkatiyle tekrarlarlardı, topyekûn iman, topyekûn teslimiyet, en zinde mukâmetleri bile güve gibi kemiren bir teslimiyetti bu. Atalarımızdan miras kalan 'hürriyetten kaçış' gibi bir ezelî psikolojinin bizden sonraki nesillere bırakacağımız 'ayak izleri' meyânındaki teslimiyetti, hazretler teslim alıyordu irâdeyi, aklı, tercih melekelerini...

Gençlik bunlar için hem tehlike hem de birinci derecede avlanma sahası. İstedikleri; özgür düşünceye ve -tavsiye dışı- kitaba soğuk bir gençlik; birileri gençler için zaten düşünmüş, üretmiş ve tebliğ etmişlerdi zaten. Gençlerin omuzlarının üzerinde taşıyıp durdukları kafalarının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu, bilgiye de ihtiyaçları. Çünkü kafa bu, ne düşüneceği belli mi olur du?! 'Modern' deyû tesmiye edilen her kim ve her ne var ise tehlikeli ya imanları sakat, kalpleri paslı ya da gâfildi...

O pası silecek onlardı tabii ki, karşılığında gençliklerini ve sahih inanma duygularını alıyorlardı, geri vermeme üzere...

Çünkü Tanrı'yla VIP hukukları vardı(!)

Tanrı mı? O ne mâbette ne tekkede... Yalnızca inanmış gönüllerde ve her yerde...

Ziyaret -> Toplam : 125,20 M - Bugn : 79945

ulkucudunya@ulkucudunya.com