Kurtlar sofrasında AKP Türkiyesi...
Ergin Yıldızoğlu 01 Ocak 1970
Cumhurbaşkanı, “Zalim Esed’in hükümdarlığına son vermek için oraya girdik, başka bir şey için değil” diyordu. Bir ay sonra, başkentinde bir İslamcı terörist tarafından katledilen Rus Büyükelçisi’nin kanı kurumadan, AKP Türkiyesi Rusya, İran ile birlikte imza koyduğu 8 maddelik anlaşmanın birinci maddesinde, Suriye’nin “çokkültürlü, çok etnik gruplu demokratik ve laik bir devlet olarak egemenliğine, bağımsızlığına, topraklarının bütünlüğüne... eksiksiz biçimde saygı göstereceğini” açıkladı.
Ben böyle bir “U” dönüşü görmedim. Şimdi, “derin” analizler birbirini izliyor: Rusya’ya yaklaşıyor. NATO’dan çıkar mı? Hayır çıkamaz... Bu sırada bir şey, ya gözden kaçıyor ya da kabul etmesi ağrılı olacağından “yadsınıyor”: Ülke iki büyük gücün arasında, paylaşım konusudur!
Bir soru, bir fantezi
Bu “yadsıma” durumundan çıkabilmek için önce şu soruyu sormak gerekiyor. “Bu müthiş ‘U’ dönüşü niye oldu?” Bu soruya cevap verebilmek için de hem AKP’nin hem de milliyetçi /Avrasyacı kesimin tutunduğu fanteziyi aşmak gerekiyor.
Fantezi: Modern, kapitalist Türkiye bağımsız bir ülkedir, onu yönetenler dış politikada istediklerini yapabilirler.
Gerçekteyse Türkiye’nin ekonomik, siyasi, güvenlik yapıları, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD hegemonyası altında kurulan güvenlik mimarisinin, merkez kapitalizmin gereksinimlerine göre şekillenmiştir; eski deyimle Türkiye, emperyalist sisteme bağımlı bir ülkedir. Tarih, yeniden, Hobson, Bukharin,Lenin’in emperyalizm kitaplarını yazdıkları döneme “benzerken” (ekonomik kriz, finansallaşma, gerileyen hegemonyacı güç, büyük güçler arasında yeniden paylaşım rekabeti) bu bağımlılığın tek bir emperyalistten öte, bir emperyalist rekabet sistemi ile ilgili olduğunu görmek gerekiyor.
II. Dünya Savaşı’nın ardından, siyasi bağımsızlığını kazanan eski sömürgelerde oluşan, işgale gerek kalmadan kullanmaya izin veren yeni içsel-yapısal bağımlılık biçimleri o dönemde “yeni sömürgecilik”, devletler de “postkolonyal” olarak tanımlanıyordu. Bu devletin işlevi (halkın rızasını alabiliyorlarsa “demokratik” yollarla, yoksa, açık diktatörlüğe, faşizme varan baskıcı rejimlerle) ülkeyi emperyalizmin ekonomiksiyasi kullanımına açık tutmaktır. Bu devletlerin yapısal özellikleri bu yönde şekillenmiştir.
Türkiye, 1950’lerde bu sistemle bütünleşti, bir daha da kopmadı. AKP’nin iktidara gelirken bu sisteme sadakat deklare ettiğini, bu sistem tarafından da desteklendiğini unutmayalım. Bu “postkolonyal” devletler, “bağımlı ülkeler”, uluslararası hegemonya sisteminin istikrarlı olduğu dönemde dış politika üretmediler, hegemonyacıyı izlediler. Hegemonya sistemi çözülürken, dış politika krizine girdiler, yeni yükselen “büyük güçlerin” arasındaki, emperyalist, yeniden paylaşım rekabetinin konusu oldular. “Davutoğlu’nun fantezileri bu krize çare olmaz, Türkiye’yi masaya değil, menüye oturtur” diyorduk. Öyle de oldu!
Soruya geri dönebiliriz. Rus uçağı düşürüldükten sonra AKP Türkiyesi’nin dış politikası çöktü, ekonomisi çökmeye başladı. AKP Türkiyesi’ni yönetenler, “büyük devlet” olmaya giderken (fantezi), aniden, iktidarda kalabilmek için, emperyalist rekabet sisteminin en önemli aktörlerinden Rusya’nın basıncı önünde eğilerek aşağılanmayı, yörüngesine doğru kaymayı kabul etmek zorunda kaldıklarını dehşetle gördüler. İçerde baskı ve terörün artması da bundandır.
Türkiye’nin konumu belirsizleştikçe, üzerindeki paylaşım rekabeti daha da sertleşecektir; sertleştikçe de konumu daha da belirsizleşecektir. Siyasal İslamcı ve Avrasyacı akıl, ülkeyi bu konumdan kurtarmak bir yana, içine daha da batırıyor! Türkiye’nin bağımlılıktan beslenen geleneksel kapitalist sınıflarının arzusu ise kurtulmaktan yana değildir. Öyleyse...