Davalara değil “iktidar mücadelesine” bak!
Yiğit BULUT 09 Temmuz 2008
Geçmişte “bu topraklar üzerinde” nasıl bir iktidar mücadelesi olduğunu anlatan birçok yazı kaleme aldım ve sizlere bildiğim bütün detayları aktarmaya çalıştım. Son olaylar “bana iktidar kavgasının” daha doğrusu bu toprakların kimler tarafından kontrol edilmek istendiğinin “detaylarını” birkez daha düşünmem gereğini hatırlattı. Bu bağlamda “ekonomik varlıklarımızın” yabancıların eline geçme sürecinde ele aldığım ve Salı günü çıkan TSK’ya kimler saldırıyor yazımın tamamlayıcısı olduğunu düşündüğüm yazılarımdan bazı bölümleri sizlere yeniden aktarmak istiyorum.
“...Geçmişten bugüne ekonomik çizgisini bildiğim, yakından tanıdığım ve “küreselleşmeye”, “özelleştirmeye” karşı olmadıklarını bildiğim birçok isim; özellikle Petkim ihalesinden sonra aynı soruyu daha sık sorar oldu; “Türkiye nereye gidiyor? Petkim de satıldı, son olarak bir finans kurumu da. Sorun sadece Petkim’de veya satılan bir banka daha olmasında değil, bu sürecin bir sınırı yok mu?” Konuyu “o satıldı, bu satılmasaydı” noktasından kaydırmak ve İstanbul’un Roma İmparatorluğu’nun belli bir dönem iki başkentinden biri olmasından yola çıkarak; Roma (yazıda küresel güçleri temsil ediyor) ile İstanbul coğrafyası arasındaki iktidar savaşını, 2003 sonrası oluşan eldeki yeni bilgileri de ekleyerek, yeniden sorgulamak istiyorum. Küresel güçler ile Türkiye arasındaki bugün yaşadığımız “iktidar” savaşında, filmi geriye sarar ve bugün yaşadıklarımızı “herşey elden gidiyor” algılamasına yol açan “süreç ve gelişimi”, “ekonomik bakış açısından” sorgularsak; neler görebiliriz? Roma (Avrupa) İstanbul (Anadolu) coğrafyası arasındaki iktidar mücadelesi M.S 330’da başladı ve Osmanlı’nın gerekli ekonomik değişimi sağlayıp, Avrupa ile birlikte atağa kalkamadığı 1700’lü yılların başına kadar devam etti. 1700’lerin başından itibaren mücadele Roma tarafından kazanıldı ve İstanbul coğrafyası Avrupa tarafından “devşirilir” hale geldi. Bugün yaşadığımız Avrupa Birliği süreci de hâlâ bu anlayışın maalesef bir parçası... 1900’lerden sonra bu devşirme sürecine, Avrupa’nın idealleri uğruna, Müslüman coğrafyasına tezleri ile hakim olabileceği düşünülen İstanbul’un dönüştürülmesi ve özellikle Alman çıkarları uğruna kullanılması süreci eklendi. Bu dönemde Almanya diğerlerinden ayrışarak Osmanlı üstünde kesin bir avantaj elde etti. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Müslüman olduğu haberleri eşliğinde, Ortadoğu’ya hakim olma yolunda, İstanbul coğrafyası bütün unsurları ile kullanıldı. 2. Dünya Savaşı’nda ve öncesinde de durum farklı değildi. Potansiyel bir Rus tehlikesine karşı dine dayalı sivil unsurlar ABD ve Almanya tarafından harekete geçirildi. Bu süreç, Almanya’nın Ortadoğu petrollerine dokunmadan Orta Asya petrol bölgelerine ulaşması şartıyla İngiltere ve Fransa tarafından da desteklendi. Savaş sonrası Türkiye’nin NATO’ya katılım sürecinde dahi Türkiye kurulacak bir Ortadoğu Komutanlığı mantığı ile yapıya zoraki alındı.
1980 sonrası da aynı mantığı gördük. “Ilımlı İslam devleti” mantığı altında Ortadoğu ve Orta Asya’da hakim olmak isteyen Roma’nın yine bu coğrafya üzerindeki oyunları sürece hakimdi. Devletin resmi organlarında “Kemalist laiklikten, Osmanlı sekülarizmine” başlıklı raporlar yayınladı. Yeni bir sentez pompalandı.
1999 ekonomik krizi sonrası ve özellikle 2003 döneminden hemen sonra aynı mantığın yeniden ortama hakim olduğunu gördük. Ortadoğu’ya “model” ve “ağabey” olacak bir Türkiye modeli. Arap ülkelerine sevimli görünmesi gereken Türkiye’de, TBMM’den Amerika’ya izin veren tezkere geçmedi. Tezkerenin geçmeyişi Ortadoğu’da alkışlandı. 80 yıl sonra Arap krallar Türkiye’ye geldi ve Dolmabahçe Sarayı’nda kabul gördü. 2003 sonrası ortaya çıkan yukarıda tarif ettiğimiz yapı, dünya genelinde oluşan ekonomik yeni düzenin de etkisiyle dönüştürülmek istenen Türkiye’de “aşırı liberalleşme” ve “devletin etki alanları dışına itilmesi” gibi kavramların öne çıktığı bir dinamiği zorladı. Ekonomik dönüşüm ve AB üyeliği gibi halen hayata geçmediği için “sanal” diyebileceğimiz tezler ortaya atılarak Roma-İstanbul iktidar savaşında karşı taraf önemli bir avantaj sağladı.
Sonuç: Roma-İstanbul çizgisindeki iktidar savaşını sorgularken Roma’yı sadece Avrupa olarak düşünmeyin. 300’lerden itibaren kavramsal olarak başlayan çatışmanın tarafları ve son olarak küreselleşen dünya düzeninde bütün unsurlar; bu bir devlet veya bugün için bir şirket de olabilir, “Roma” kavramı altında toplanabilir. Bize düşen; küreselleşme gerçeğini de kabul ederek ve gerektiğinde kullanarak; “ekonomik, finansal, üretime dayanan” bütün dinamiklerin elimizden çıktığı bir yapı içinde, çağlar sürmüş bu savaşı daha fazla götüremeyeceğimizi kavramak ve durumu “o satıldı, bu satıldı” algılamasından daha derin bir noktadan kavramaya çalışmak...”
Not: Geçmişte bu detayları aktarmıştım, şimdi soruyorum; haklı mıyım?