DÂVÛD et-TÂÎ
Mustafa Kara 01 Ocak 1970
Ebû Süleymân Dâvûd b. Nusayr et-Tâî (ö. 165/781 [?])
İlk dönem sûfî ve zâhidlerinden.
Doğum tarihi belli değildir. Zehebî hicrî II. yüzyılın başlarında doğduğunu belirtir. Kûfe’de İmâm-ı Âzam’ın yanında uzun yıllar hadis ve fıkıh okudu; onun gözde öğrencilerinden olan Dâvûd ilimde ve fıkıhta yüksek seviyeye ulaştı; ayrıca etkili bir konuşma kabiliyeti vardı. Muhtemelen çok konuşması yanında biraz da kırıcı davranıyordu. Nitekim sopasıyla birine vurması üzerine hocası Ebû Hanîfe, “Ebû Süleyman, senin elin de dilin de fazla uzadı!” diyerek onu azarlamak zorunda kaldı. Bu ikazdan çok etkilenen Dâvûd et-Tâî öğrenciliğinin son bir yılı içinde hiç konuşmadı; ne soru sordu ne de sorulana cevap verdi (Ebû Nuaym, VII, 336; Zehebî, VII, 423).
Dâvûd et-Tâî, “zamanının en fasih konuşanı ve Arapça’yı en iyi bileni”, “fıkıhta ve re’yde imamların önde gelenlerinden biri” olduğu halde kaynaklarda farklı şekillerde gösterilen bazı sebeplerle kitaplarını Fırat nehrine atarak zühd ve ibadete çekildi (bk. Ebû Nuaym, VII, 336; Kuşeyrî, s. 123). Halktan ve dünyevî işlerden tamamen uzaklaşarak evine kapandı ve ancak namaz vakitlerinde cemaate katıldı (Zehebî, VII, 423-424). Mürşidinin Habîb er-Râî adında biri olduğu söylenir. Tâbiînden birçok kişiyle görüştü. Tanıştığı kimseler arasında Fudayl b. İyâz, Ca‘fer es-Sâdık ve İbrâhim b. Edhem gibi ünlü simalar da vardı. İmam Ebû Yûsuf’un delâletiyle Hârûnürreşîd ile de tanıştı. Ferîdüddin Attâr’ın naklettiğine göre Fudayl b. İyâz onunla iki defa görüşme şerefine erdiği için iftihar ederdi. Bir çağdaşı onun büyüklüğünü anlatmak için, “Eğer Dâvûd et-Tâî Asr-ı saâdet’te yaşasaydı mutlaka Kur’an onun zühd ve takvâsından bahsederdi” demiştir.
Dâvûd et-Tâî’nin tasavvufî hayatında az yemek, az konuşmak, az uyumak, Allah korkusu ve âhiret kaygısıyla ağlamak gibi tasavvufun kuruluş safhasının başlıca özelliklerini bulmak mümkündür. Nitekim Kuşeyrî onda hâkim olan halin hüzün olduğunu belirtmiştir. Yirmi yıl boyunca evinin tavanına bile bakamayacak şekilde kendi iç dünyasıyla meşgul olduğu söylenir. En tanınmış müridi olan Ma‘rûf-i Kerhî mürşidini, “Tâî kadar dünyaya değer vermeyen birini görmedim” diyerek tanıtır. Birine iyi dilekte bulunurken, “Ölüm bayramın olsun” ifadesini kullanması ve ölümü zindandan kurtuluş olarak görmesi, o dönem zühd hayatının karakteristik özelliğini yansıtmaktadır. Ölüm hakkındaki bu iyimser anlayış daha sonraki dönemlerde şeb-i arûs*a dönüşmüştür. Kabrinin ıssız bir yerde yapılmasını vasiyet eden ve böylece dünyadaki halvetinin orada da devam etmesini isteyen Dâvûd et-Tâî, ibadete büyük önem vermekle birlikte kişinin ibadetini kusursuz görmemesi ve ibadetlerine güvenmemesi gerektiğini söylerdi. Ona göre cömertliği ve mürüvveti olmayanın ibadeti tam olmaz. Nitekim kendisi de tasavvufa yöneldikten sonra babasından kalan parayı dostlarıyla birlikte harcamıştır.
Dâvûd et-Tâî harabe haline gelmiş olan evinde Kur’an okurken vefat etti. Kaynaklarda, bir gece sabaha kadar okuduğu cehennemle ilgili bir âyetin ileri derecede tesirinde kalarak hastalandığı ve öldüğü rivayet edilir. Vefatı hakkında 160 (776) ile 166 (782-83) yılları arasında değişik tarihler gösterilmiştir. Ma‘rûf-i Kerhî’nin mürşidi olması, Kerhî’nin de Serî es-Sakatî’yi yetiştirmesi dolayısıyla tasavvuf ve tarikat tarihinde önemli yeri olan sûfîler arasında onu da saymak gerekir. Ali Sâmî en-Neşşâr gibi bazı çağdaş araştırmacılar, Dâvûd et-Tâî’nin susmak, evlenmemek gibi zâhidane tutum ve davranışlarını hıristiyan zâhidlerinin tesiriyle izah etmişlerdir.