Değersiz yalnızlık
Aslı Aydıntaşbaş 01 Ocak 1970
Gelin bugün biraz sesli düşünelim...
Maalesef Türkiye’nin Avrupa yolu, bir daha açılmamak üzere kapandı.
Kendim için değil; bizden sonraki kuşaklar için üzülüyorum. Bizler, sadece şu anda karşımızdaki karanlık Türkiye’yi değil, 2000’li yıllarda ışıltısıyla göz kamaştıran o eski Türkiye’yi de tattık. Dünyada yükselen, herkesin imrenerek baktığı, ekonomi ve özgürlüklerin kol kola geliştiği o Türkiye, hepimizin hafızasında taze...
Ancak 2010’dan itibaren Avrupa sürecinin duraksaması ve 2013’ten itibaren iktidarın kendini tahkim etmeyi öncelik haline getirmesiyle, demokratik kazanımların gerisin geriye çevrildiği bugünkü o ağır tablo çıktı.
Bazen gazeteci arkadaşlarla oturduğumuzda, “Nasıl oldu bu iş bu kadar hızlı? Nasıl kaşla göz arasında böyle otoriter bir Ortadoğu rejimine dönüverdik” diye sorup duruyoruz. Verilebilecek onlarca cevap var; ama hiçbiri Türkiye’nin içe kapanma hızını açıklayamıyor.
İnsanın Türk filmlerindeki repliklerle “Her şey yalan mıydı?” diyesi geliyor. Sahi, Türkiye’deki o açılımlar, o demokratikleşme paketleri, aslında hep Batı dünyası bizi itekledi diye mi oluyordu? Avrupa, Amerika elini çektiği noktada uçurumun ucuna geleceğimizi tahmin eder miydiniz? Bizi yöneten insanların, liderin, toplumun hiç mi demokratikleşme özlemi yoktu?
Bu soruların cevabını bilmiyorum. İçimden “Hayır hayır, tabii ki Türkiye’deki değişim, demokrasi talebi, toplumun kendi dinamiklerinden geldi” demek geliyor.
Ama o zaman da ‘toplum’ diye adlandırdığımız o ‘büyük çoğunluk’ şu an olan bitene nasıl rıza gösteriyor, bunu açıklamakta zorlanıyorum. Nasıl oluyor da üniversitelerin fakirleşmesine, kurumların çöküşüne, Kürt meselesinin 90’lı yıllara dönmesine, insan haklarının ayıplı hale gelmesine, medyanın karikatürize bir duruma düşmesine, siyasette tek iradenin hâkim olmasına rıza gösteriyor?
Alternatifi olmadığı için mi ya da korku iklimi Anadolu’nun her köşesine buram buram sindiği için sesini çıkarmıyor? Yoksa aslında yukarıdaki saydığım meseleleri dert edinmediği için mi gıkı çıkmıyor.
Bu sorunun da cevabını bilmiyoruz.
Tek bildiğim şu: Bizi daha da zor günler bekliyor. Türkiye’de özgürlüklerin daralmasıyla ekonomik daralma el ele gidiyor ve gitmeye devam edecek. Bizim için ‘Çin modeli’ (yani otoriter kapitalizm) mümkün değil. İnsan haklarında 90’lara giden bir Türkiye, kişi başına gelirde de aynı kümeye düşecek gibi gözüküyor.
İkinci bildiğim, Avrupa’yla yaşadığımız gerilimin daha başında olduğumuz... Önümüzdeki birkaç yıl içinde eninde sonunda AB üyelik müzakere sürecimizin resmi olarak askıya alınacağını düşünüyorum. Diyeceksiniz ki, zaten bu süreç işlemiyor ki. Evet ama Türkiye her şeye rağmen kurumsal olarak Avrupa’ya bağlı, kâğıt üzerinde ‘aday’ ülke. Fakat önümüzdeki dönemde Avrupa’daki popülist rüzgârların güç kazanmasıyla bu uzun nişanlılığın resmi olarak da bitmesi kaçınılmaz görünüyor...
Üçüncü bildiğim, halihazırda iktidar çevrelerinde esen Avrupa karşıtı rüzgârlar, “NATO’dan çıkalım” gibi ‘parlak’ fikirlere rağmen, aslında Türkiye’nin stratejik olarak son 70 yılın en yalnız, en kırılgan döneminden geçtiği. Rusya ile kurulan ilişki, özünde asimetrik bir güç dengesi içeriyor. Çin, çok uzak. İran, hasmane. Körfez ülkeleri, bizden katbekat daha ‘Batıcı’...
Diyeceğim, Türkiye içeride ve dışarıda kötü bir dönem yaşıyor ve bu büyük ölçüde kendi tercihlerinin belirlediği, bana göre hiç de değerli sayılmayacak bir yalnızlık...