En büyük tehlike
Nuray Mert 01 Ocak 1970
Mevcut iktidarın, bugüne kadar yaşanan tüm olumsuzlukların faturasını başkalarına yüklemesi, o da olmazsa, ‘çok saftık, kandırıldık’ savunmasını devreye sokması, ancak itiraz edenin ‘terörist veya teröre destek’ ile yaftalandığı ve bu surette susturulduğu bir ortamda mümkün olabildi. Böyle bir ortamda, muhalefetin 15 Temmuz darbe girişimi karşısında yer alması, demokratik refleks göstermesi de, tüm muhalefetin kara bir sicille yaftalanmasını engellemedi. Bu şartlar altında, ana muhalefet CHP altı ay öncesi ile değil ama altmış yıl öncesi ile hüküm giyiyor, ‘Barış süreci’ne iktidar ile birlikte emek verenler mevcut MHP yönetimine ikram ediliyor, normal şartlarda olmayacak her şey oluyor. Ama belli ki mızrak çuvala tam da sığmıyor, o durumda iktidarın stratejisi eli yükseltmek oldu. Sonuçta, geçmiş hataların üzerini örtmenin de bir sınırı var, bu durumda ‘en iyisi örtmek yerine mevzuyu büyütmek, çapını genişletmek’ diye düşündüler herhalde.
Bu çerçevede, iktidara karşı her itiraz, her muhalefet hamlesi, her ülkede, her iktidarın başına gelebilecek sıradan bir iş iken, büyük bir komplonun parçası olarak resmedilmeye başladı. Mevzu tarihsel bir hesaplaşma planına taşındı; o da yetmedi, ilahi bir misyon ve onu durdurmaya çalışan batıl güçler eksenine oturtuldu. Bu sanal ortamda, tüm mesele Türkiye’deki iktidarın ‘İslamın yıldızı’ olarak yükseldiği için her tür iç ve dış düşmanın saldırısına uğradığı şeklinde tanımlanıyor. İslam Konferansı Toplantısı’nda aidat toplayamayan, günün sonunda İsrail’in Gazze’yi bombalaması, yeni yerleşimleri yasallaştırması karşısında bile sesini çıkaramayan Türkiye’nin yıldızı nerede yükseldi de, tüm dünyayı ürküttü belli değil, ama hikâye bu ya, pireler deve, develer pire olmuş, o olmuş, bu olmuş ...
Aslında, sorunları, hataları, zaafları ile yüzleşemeyenler bireysel düzeyde de sıklıkla benzer bir yol tutarlar; sorumluluk onların değil, başkalarınındır, düşmanları kuyularını kazmıştır, nedense onların düşmanları çoktur, nefes aldırmaz, tüm talihsizlikler onları bulur. Bir adım ötesi, herkesten, her şeyden, hatta en yakınlarından bile kuşkulanmaktır. Sorunları çözmeye çalışmak ve bunun için hatalar ile yüzleşmek ağır geldikçe, savunma mekanizması daha da hızlı çalışır, zaaflar yüceltilir, ‘değerli yalnızlık’ olur, o da olmadı ‘Haçlı seferlerine karşı mücadele’ olur. Buna karşı, her itiraz öfkelerini artırır, öfkeli tutumlarının olumsuz sonuçları ise, sadece kuşkularının teyidi olarak görülür, iş daha da köpürür.
Yok, mevcut iktidar ve çevresinin, içte ve dışta sürekli düşman görme ve/veya yaratma stratejisini, masum bir psikolojik kısırdöngü şeklinde açıklamaya çalışmıyorum. Kuşkusuz, işin içinde, referandum öncesi gerginlikten siyasi kazanç çıkarma, gerilimi bilinçli artırma hesabı var. Bu tam bir siyasal ufuksuzluk ve dahi siyasi kazanç uğruna toplumsal barışı, uluslararası ilişkileri feda etme sorumsuzluğu. Ancak, daha kötüsü söylediklerinin sadece siyasi taktik olmama ihtimali, yani gerçekten de dünyayı ve yönettikleri ülkeyi, karşılaştıkları sorunları, hepsini bu çerçevede algılamaları. Yani sahiden, kendilerinin sadece sandıkların değil, ‘tarihi seyrin ve ilahi takdirin seçilmişleri’ sanmaları, buradan hareketle misyonlarının tarihi ve hatta ilahi olduğuna inanmaları. Sahiden, bu ülkede yaşayıp kendileri gibi düşünmeyen milyonlarca insanı, her türden muhalefet çevresini ‘düşman’ gibi ve/veya dış düşmanlarının piyonları olarak algılamaları. Yani sahiden, dünyanın Türkiye etrafında döndüğünü sanmaları, dünyada dost düşman herkesin Türkiye’ye husumet konusunda anlaşmış ve büyük bir plan üzerine sözleşmiş olduğunu düşünmeleri.
Bir ülke için, iktidar çevresinin, siyasi taktik olarak gerilimden, toplumsal barışı dert etmemekten kazanç umması yeterince endişe verici, ama inanın, daha tehlikeli ve ürkütücü olan, dünyayı, Türkiye’yi, bu ülkede yaşayan farklı çevre ve insanları bu mercek altında görmek, siyasetini bu algı üzerine inşa etmek. Halihazırda, ülke olarak, geleceğimize dair en büyük tehlike bu zeminde mayalanıyor.