« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

17 Nis

2017

BEYZÂVÎ

Yusuf Şevki Yavuz 01 Ocak 1970

Nâsırüddîn Ebû Saîd (Ebû Muhammed) Abdullah b. Ömer b. Muhammed el-Beyzâvî (ö. 685/1286)

Müfessir, Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi.

Şîraz kadılkudâtlığı yaptığı için “Kadî” ve “Kadılkudât” diye de tanınır. Şîraz yakınlarındaki Beyzâ kasabasında dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber 100 yıl yaşadığını bildiren rivayet (İbn Habîb el-Halebî, I, 57ª) doğru kabul edilirse hicrî 585 (1189) yılı civarında doğduğu söylenebilir. Çocukluğu Beyzâ’da geçti. Babasının, Fars atabegi Ebû Bekir b. Sa‘d tarafından başşehir kadılkudâtlığına tayin edilmesinden sonra ailesiyle birlikte Şîraz’a gitti ve hayatının çoğunu burada geçirdi. Fars emîrinin Moğollar’la iyi geçinmesinin bir sonucu olarak Moğol istilâsından kurtulmuş bulunan ve bu sebeple de istilâdan kaçan komşu ülkelerin âlimlerine sığınak teşkil eden Şîraz’da geniş bir ilmî çevre buldu. Babasından icâzet aldıktan sonra herhangi bir ilmî seyahate gerek kalmadan kendi memleketindeki Ehl-i sünnet âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Bizzat kendisi Hz. Peygamber’e kadar varan bir ulemâ zinciri sayarak bağlı bulunduğu ilmî silsileyi zikreder (el-Gayetü’l-kusvâ, I, 184). Bununla beraber babasının dışında doğrudan kendilerinden faydalandığı hocalarının kimler olduğu hakkında fazla bilgi yoktur. Bazı kaynaklar onun Bağdat’ta da öğrenim gördüğünü kaydeder. Hocaları arasında Nasîrüddîn-i Tûsî ve Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin bulunduğu nakledilirse de bu uzak bir ihtimaldir (bk. Ali Muhyiddin el-Karadâği, I, 64-65).

Babasının vefatından sonra Fars Emîri Abaka tarafından Fahreddin eş-Şîrâzî’den boşalan Şîraz kadılkudâtlığına tayin edilen Beyzâvî (673/1274-75) bir müddet bu görevde kaldı, bir taraftan da talebe yetiştirdi. Kemâleddin el-Merâgı, Abdurrahman b. Ahmed el-İsfahânî, Ahmed b. Hasan el-Cârberdî ve Zeynüddin el-Henkî (??????) (veya Hebkî) meşhur talebelerindendir. Çeşitli ilim meclislerinde katıldığı münazaralarla ün kazandı. Çağdaşlarından İbn Mutahhar el-Hillî ile yazılı münazaralarda bulunarak ona karşı üstünlüğünü kabul ettirdi. Kadılık görevinde fazla titiz ve bir anlamda müsamahasız davrandığı için bu makamdan azledilmesi üzerine muhtemelen 680’de (1281) Fars’ın yeni başşehri olan Tebriz’e gitti. Sübkî’nin kaydettiğine göre (Tabakat, VIII, 158) burada vezirin de hazır bulunduğu bir ilim meclisine katılarak ilmî vukufunu gösterdi; vezirden tekrar Şîraz kadılığına tayin edilmesini istedi. Onu takdirle karşılayan vezir bu isteğini yerine getirdi. Bir müddet daha bu görevi sürdürdükten sonra kadılıktan ayrılarak Tebriz’e yerleşti ve ömrünün geri kalan kısmını ilim, ibadet ve riyâzetle geçirdi. Bazı kaynaklara göre ise Tebriz’de karşılaşıp sohbetlerinden faydalandığı şeyh Muhammed b. Muhammed el-Kütahtâî’den (?????????) (veya el-Kühcânî) kadılığa tayini için vezir nezdinde teşebbüste bulunmasını rica etmiş, o da kendisini ziyarete gelen vezire Beyzâvî’yi göstererek, “Şu yanındaki adam cehennemden seccade kadar bir yer talep etmektedir” diyerek kadılığa iade edilmesini istemiş, vezir de şeyhin emrini derhal yerine getireceğini söylemiştir (Keşfü’z-zunûn, I, 187). Ancak Beyzâvî şeyhin bu anlamlı sözlerinden etkilenerek talebinden vazgeçmiş ve tasavvuf yoluna girip kalan ömrünü Tebriz’de eser telif etmekle geçirmiştir. Beyzâvî’nin vefat tarihi konusunda 641 (1243) ile 716 (1316) yılları arasında değişen çok farklı rakamlar verilir. Ancak kaynakların çoğu onun 685 (1286) yılında Tebriz’de vefat ettiğini belirtir.

İlmî Şahsiyeti. İslâmî ilimlerin hemen hepsine dair birçok eser telif ederek “allâme” unvanını kazanan Beyzâvî’nin güçlü bir ilmî şahsiyeti vardır. Hayatından bahseden müellifler onun ileri derecede ilmî kabiliyete ve geniş bir kültüre sahip olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Daha çok tefsir, kelâm, fıkıh ve usûl-i fıkıh sahasında meşhur olmuştur.

a) Tefsir İlmindeki Yeri. Tefsir din ilimlerinin başı ve temel dayanağıdır. Kur’an’ı tefsir etmek için bütün dinî ilimler yanında Arap edebiyatını da iyi bilmek gerekir. Tefsir âyet, hadis, sahâbe sözü, dil kaideleri ve ulemânın görüşleri dikkate alınarak yapılmalıdır. Bir îcaz (ihtisar) harikası kabul edilen Envârü’t-tenzîl adlı eseri onun tefsirciliğini gösteren en önemli kaynaktır. Beyzâvî bu eserinde kendisinden önceki başlıca tefsir kitaplarını ustaca özetlemiş, âyetlere getirdiği yorumlar yanında dil kaidelerine dayanarak yaptığı açıklamalarla da büyük bir müfessir olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte Beyzâvî’nin müfessirliği şu noktalarda eleştirilmiştir: 1. Âyetlere verdiği mânalar birbiriyle çelişmekte ve bazı hatalar ihtiva etmektedir. 2. Sûrelerin sonunda zayıf hadislere yer vermiştir. 3. Âyetleri felsefî yorumlara tâbi tutmuş, Kur’an’ı re’y* ile açıklayıp rivayet yolunu terketmiştir. 4. Mecaz ve kinayelere dayanarak yaptığı bazı te’viller sebebiyle Sünnî tefsir çizgisinden çıkmıştır. 5. Az da olsa İsrâiliyat’a yer vermiştir. Âmilî’nin Beyzâvî tefsirinde hatalı ve çelişik bulduğu bilgiler, resulün tarifi meselesiyle Tevrat’ın Hz. Mûsâ’ya Firavun’un ölümünden önce veya sonra nâzil olması ve Hz. Süleyman’ın Beytülmakdis’i yapmasından önce veya sonra hacca gitmesi gibi önemli olmayan tarih ihtilâflarına dairdir (Envârü’t-tenzîl, III, 63, 291, 389, 404, 490; IV, 84); dolayısıyla tefsirinde bu nevi konularda birkaç hata bulunsa bile bunlar onun tefsirciliğine gölge düşürecek ağırlıkta değildir. Kâtib Çelebi Beyzâvî’nin tefsirinde zayıf hadisler bulunduğu meselesine temas ederek kalp gözü açılmış ve rabbinin ilhamlarına mazhar olmuş bir âlim olan Beyzâvî için cerh ve ta‘dîl* kaidelerini kullanmanın isabetli olmayacağını savunur ve tefsirine aldığı hadislerin kabul edilmesini ister (Keşfü’z-zunûn, I, 188). Ancak bu savunmayı hadis usulü açısından kabul etmek mümkün değildir. Üçüncü tenkit, özellikle Beyzâvî’ye değil genel olarak dirâyet metoduna karşı yapılan bir tenkit olduğu için burada önemli değildir. Esasen dirâyet metodu birçok âlimin câiz görüp kullandığı bir tefsir tarzıdır ve Beyzâvî de bu metodu kullanabilecek seviyede bir âlimdir. Mecaz ve kinayelerin ışığı altında âyetlere getirdiği yorumlar dolayısıyla Sünnî bir müfessir sayılamayacağı şeklindeki itirazın da ilmî değeri yoktur. Meselâ meleklerin arşı “taşımalarını” ve etrafında “dönmelerini” (el-Mü’min 40/7), onu korumaları ve işleriyle ilgilenmeleri tarzında açıklaması Ehl-i sünnet anlayışına aykırı bulunmuştur. Halbuki bu yorum belâgat ilmine göre uygun bir açıklamadır. Nitekim “haml” (taşımak) Kur’an’da bu mecazî mâna ile kullanılmıştır (el-Ahzâb 33/72). Molla Gürânî’nin, adını zikretmeden Beyzâvî’ye yönelttiği tenkitler ise (Gayetü’l-emânî, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 26) müellifi bilinmeyen el-Fütûhâtü’r-rabbâniyye fî def‘i’ş-şübühâti’l-Kur’âniyye (Lâleli, nr. 3653/ 5) adlı risâlede cevaplandırılmıştır. Daha o zaman dünyanın yuvarlak olduğunu tefsirinde belirterek (I, 186) tabii ilimlerdeki vukufunu da gösteren Beyzâvî kendisinden sonra gelen müfessirlere kaynak teşkil etmiş (Elmalılı, X, 508) ve tefsirdeki şöhreti günümüze kadar ulaşmıştır.

b) Kelâm İlmindeki Yeri. Kelâmı dinî ilimlerin temeli kabul eden (Tavâli‘u’l-envâr, s. 8) ve bu ilimle uğraşmayı bir vecîbe sayan Beyzâvî aynı zamanda önemli bir kelâm âlimidir. Ayrıca felsefî kültürün yaygın olduğu bir dönemde yaşadığı için felsefe ile ilgilenmiş, kendisinden önce Râzî ile Âmidî’nin başlattığı felsefe ile kelâmı birleştirme işini daha da ileri götürerek iki ilmin meselelerini birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde birleştirmiştir (İbn Haldûn, s. 430). Onun oldukça ileri derecedeki bu eklektik metodu daha sonra Teftâzânî ve Cürcânî’yi de etkilemiştir. Beyzâvî’nin belli başlı kelâmî konularla ilgili bazı görüşleri şöyledir: Allah’ın varlığı, âlemin hâdis* ve mümkin* oluşu (Tavâli‘u’l-envâr, s. 322) ve değişikliklere mâruz kalması (Envârü’t-tenzîl, I, 695) yoluyla ispat edilebilirse de mahiyeti idrak edilemez; zira O sonlu ve mürekkep bir varlık değildir. Zâtını niteleyen (haberî) sıfatların da mahiyeti bilinemez (Tavâli‘u’l-envâr, s. 378; Envârü’t-tenzîl, II, 245). Bu sebeple de O’nun âhirette görülmesinin nasıl olacağı dünya şartlarıyla kavranamaz. Allah’ın sıfatlarını zâtından ayrı olarak düşünmek mümkündür ve bu O’nun birliğine halel getirmez (Tavâli‘u’l-envâr, s. 362). Kulların sorumlu tutulabilmesi için fiillerini Allah’ın yaratmasına bağlı olmadan yapabilmeleri gerekli değildir. Kulun, fiilin meydana gelmesinde kısmî etki yapacak bir güce sahip bulunması sorumlu tutulması için yeterli sebeptir (Envârü’t-tenzîl, II, 132). Peygamberlik sadece Allah’ın irade ve ihsanına bağlı olup peygamberin fizik yapısıyla ilgili değildir. Kıyametin kopmasından önce deccal* ortaya çıkacak ve Hz. Îsâ gökten inip onu öldürecektir. Bizâtihi müdrik bir cevherden ibaret olan insan bu özelliğini, esas cevherine dahil olmayan bedenin yok olmasından (öldükten) sonra da devam ettirir ve önceden hissettiği lezzetle elemleri yine hisseder. Mîzan, âhirette herkes tarafından görülebilecek olan dili ve iki gözü bulunan bir tartı aletidir (a.g.e., II, 228). Cennetin yeri âlemin dışında yedinci kat göğün üstündeki “sidretü’l-müntehâ”nın yanındadır ve halen mevcuttur. Cehennem ise yedinci kat yerin altındadır (a.g.e., I, 279, 671; IV, 441; Tavâli‘u’l-envâr, s. 446). Cehennemde ebedî olarak kalacak olanlar sadece kâfirlerdir. Hüsün-kubuh ikiye ayrılır: Eğer hüsün ve kubuha konu teşkil eden şey pratik akılla veya doğuştan bilinecek bir husus ise hüsün ve kubuhun aklî olduğunda ihtilâf yoktur; eğer hüsün ve kubuhun konusu nasların âhirette sevap veya cezaya yol açacağını bildirdiği

...

Ziyaret -> Toplam : 125,24 M - Bugn : 121516

ulkucudunya@ulkucudunya.com