EROL GÜNGÖR
Zeki Önsöz 01 Ocak 1970
Son yüzyılda Türk düşüncesine damgasını vuran düşünürlerimizin başında Erol Güngör gelmektedir. Erol Güngör, aktarma bir düşünce ve kültür adamı değil, ülkemizin muhtaç olduğu gerçek bir ilim ve düşünce adamı idi. O, kültürel bir kopmanın ve yozlaşmanın yaşandığı ülkemizde bir sosyal psikolog ve sosyolog olarak ülkemizin sorunlarını ilmin rehberliğinde incelemiş ve günlük sloganlara rağbet etmemiştir. İlmi siyasetteten üstün tutmuş, herkese örnek olacak üstün karekteri ile çıkar peşinde koşmamıştır. Erol Güngör, yazdığı çok önemli eserler ile Türk toplumuna pusula gibi kültür hazineleri bırakmıştır. Türk toplumuna düşen görev, bu eserleri okumak ve onun adını gelecek nesillerde yaşatmaktır.
EROL GÜNGÖR KİMDİR?
1938’de Kırşehir’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini memleketinde yaptı. İ.Ü. Hukuk Fakültesi’nde bir süre okuduktan sonra İ.Ü., Edebiyat Fakültesi’ne geçerek Felsefe Bölümü’nü bitirdi (1961). Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın yanında sosyal psikoloji asistanı oldu. 1965'te doktorasını verdi. İki yıl ABD’de Colorado Üniversitesi’nde araştırmalar yaptı. 1971'de doçentliğe, 1978'de profesörlüğe yükseldi. 1982'de Konya Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü’ne getirildi. 1983’de İstanbul’da öldü.
EROL GÜNGÖR’ÜN ESERLERİ :
AHLAK PSiKOLOJiSi ve SOSYAL AHLAK
Bu eser, Prof. Dr. Erol Güngör’ün “Ahlâk Psikolojisi” (1974) ve “Sosyal Ahlâk” (1975) konularında kaleme aldığı, bu güne kadar yayınlanmamış iki eserinden meydana getirilmiştir.
iSLAMIN BUGÜNKÜ MESELELERi
20. Asrın ikinci yarısında görülen İslâm Uyanışı dünyanın büyük ilgisini çekmektedir. Bütün İslâm dünyasını incelemekle beraber, Türkiye’ye ağırlık vermiştir.
iSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERi
Erol Güngör bu eserinde, sosyal ilimci gözüyle İslâm dünyasının tasavvufî meselelerini ele almaktadır.
TÜRK KÜLTÜRÜ ve MiLLiYETÇiLiK
Yazar bu eserinde milliyetçilik ile Türk kültürü arasındaki münasebetlere sosyal-psikoloji açısından bakmaktadır.
KÜLTÜR DEĞiŞMESi ve MiLLiYETÇiLiK
Bu eserde kültür değişmeleri, zihniyetimizde meydana gelen değişmeler ve milliyetçilik meseleleri arasındaki ilgiler üzerinde durulmuştur.
DÜNDEN BUGÜNE
Milliyetçilik fikirlerinin temel kaynakları olan tarih ve kültür meselelerini, sosyal ilimci gözüyle, tahlil etmekte ve okuyucunun meselelere bakış açısı kazanmasını sağlamaktadır.
TARiHTE TÜRKLER
Bu eser sosyal ilimci gözüyle Türk tarihinin başlangıcından günümüze bir tesbitidir.
SOSYAL MESELELER ve AYDINLAR
Erol Güngör’ün Ortadoğu ve Millet gazetelerinde neşredilenlerin haricindeki makalelerinin toplanmasıyla meydana getirilmiştir.
DÜNYAYI DEĞiŞTiREN KiTAPLAR
Bu kitap batı dünyasının -ve dolayısıyla bütün dünyanın- bugünkü halini almasında büyük tesirleri olmuş bulunan on altı eseri asıllarından ve bütünüyle okuma imkanı bulamayanlar için tertiplenmiştir.
BATI DÜŞÜNCESiNDEKi BÜYÜK DEĞiŞME
Bu eserde Avrupa düşüncesinde 1680-1715 tarihleri arasında yer alan köklü değişmesinin hikâyesini anlatıyor.
EROL GÜNGÖR’ÜN TEMEL GÖRÜŞLERİ:
Biz kaybedilmiş bir medeniyetin çocuklarıyız. Bizden evvelki nesiller medeniyet teriminin alışagelmiş manasıyla belli bir hayat tazını, insana ve dünyaya belli bir bakışı temsil ediyorlardı. Bu medeniyetin içine nasıl girdiğimiz ve gelişmesine nasıl katıldığımız uzun bir hikâyedir, ama iyi biliyoruz ki, milletimiz onu kazanırken ciddi bir düşünce şoku, bir mânevi buhran geçirmiş değildir. Belki de bu yeni medeniyeti kendi emekleriyle ve kendi şartları içinde geliştirmiş olmaları yüzünden ona hiç yabancılık duymamışlar, kendilerini ezelden onun içinde büyümüş hissetmişledir.
En mükemmel şekliyle Osmanlı İmparatorluğu devrinde görülen Türk-İslâm medeniyeti bugünkü nesiller için büyük ölçüde kaybolmuştur. Herşeyden önce, onu temsil eden milletin siyasi ve askeri gücü dış hücumlara karşı koyamaz hale gelmiş, böylece onun maddi dayanağı son derece zayıflamıştır. Fakat bizim bu yenilgi karşısındaki vaziyetimiz mağlubiyetten daha ötede, yıkıcı bir tavra yol açtı: Bütün suçu kendimizde bulmak ve dolayısıyla herşeyimizi inkâr etmek, kendi kendimize düşman olmak. Bu tavra sosyal psikolojide ‘’ saldırganla özdeşleşme ‘’adı verilir. Batılı bize düşman olduğu için devamlı üzerimize saldırmış, biz de mağlup oldukça içine düştüğümüz zilleti ve haceleti hazmedebilmek için-tabi farkında olmadan saldırgana benzemeyi ve onun gibi kudretli olmayı emel edinmişizdir. İşte bu ayniyet duygusu Batının baktığı açıya yerleşip kendimize oradan bakmak
şeklinde tecelli edince, Türkler kendilerine kendilerinden başka düşman
bulamamışlardır.
(Dünden Bugünden, s.138-139, Mayaş Yayınları, 2. Baskı, Ankara,1984)
XXX
‘’…Bilindiği gibi, milliyetçilik bir memleketteki millî kültüre dayanır. Halbuki Türkiye’de batılılaşma hareketleri sonunda münnevver (okumuş) tabaka Türk kültürüne büyük ölçüde yabancı kalmış, hakiki bir kültür yaratarak bunu milletin bütün tabakalarına yaymayı başaramamıştır. Tarih içinde gelişen Türk millî kültürünü daha çok halk kitleleri muhafaza etmiş bulunuyorlar. Şu halde milli kültürün modern imkânlarla geliştirimesi demek olan milliyetçilik, ister istemez, halk içinde yaşamakta olan temel unsurlara dayanmak zorundadır.
Türkiye’nin tarihi kaderi onu Arupa milletlerinden ayırdığı gibi, henüz istiklâline kavuşmuş Afrika, Asya ve Balkan milletlerinden de ayırmıştır. Bu yüzden, milliyetçilik hakkında yazılan eserlerin pekçoğu Türkiye konusunda münevverlerimizin kafasında çok yanlış kıyas ve benzetmelere yol açmaktadır. Biz büyük bir imparatorluğun ve büyük bir medeniyetin çocuklarıyız, bizim milliyetçiliğimiz sömürgecilerin işgalinden kurtulmak ve devlet kurmak için yapılan siyasi istiklâl mücadelerine,yahut sıfırdan başlayarak millî kültür yaratma hareketlerine benzemez…’’
(Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s.11, Ötüken, 4.Baskı, İstanbul,1980, )
XXX
‘’…Milliyetçilik esas itibariyle tarih hakkında bir yorum ve bu yoruma bağlı olarak öngürülen pratiklerden iberettir. Milliyetçiler millet denilen topluluğun belli bir tarih süreci içinde oluştuğunu iddia ederler. Bu topluluğun sahip olduğu, onun başkalarından ayırdeden özellikler uzun bir tarih içinde gelişmiş ve yerleşmiştir. Başka milletlerin hayatı farklı olduğu için, onların hayat tecrübesi birbrinden farklı fakat kendi içinde benzerlik gösteren topluluklar birer millet teşkil eder. Millet için hayat denince tarihi, hayat tecrübesi denince de kültürü anlıyoruz. Dilimizin kaynağı eskilerdedir; dinimizin kaynağı eskilerdedir; soyumuzun kaynağı eskilerdedir.
Millet ile tarih arasında ilişki milliyetçilik için iki bakımdan önem taşır. Birincisi , tarihin millet hayatında objektif bir önemi vardır. Biz pekçok şeyimizle birlikte eskiden bugüne gelmişizdir. Bu gerçeği herzaman herkese göstermek, isbat etmek mümkündür. Meselâ Türk dilinin en az Göktürk’ler kadar eski olduğunu bütün dünya bilmektedir; böyle bir dilin mevcudiyeti Tükçenin Göktürkler’den de yüzyıllarca önce var olduğunu isbat etmeye yeterlidir. İslamiyet’e esas olarak Onuncu Yüyılda girmiş olduğumuz ilmî bir gerçektir. Bugün dilimiz ve dinimiz yanında sosyal hayatımızı idare eden çok şeylerin – örfler ve âdetler, merasimler, oyunlar, destanlar vs. – bize çok eskiden miras kaldığını gösterebiliriz. Kısacası , milletin tarih ile daima objektif bir münasebet içinde bulunduğu muhakkaktır. Başka milletlerin hayatında da, hepsi aynı derecede aynı olamasa da, hep böyle bir geçmişi vardır. Fakat tarihin millet için asıl büyük önemi subjektif mânâdadır. Bir milletin insanları çok eskilere dayanan ortak bir tarihe içinden gelmiş olmsasalar bile, kendilerini ortak bir tarihe sahip görebilirler; veya gerçekten eski bir tarihi birlikte yaşamış gruplar kendilerini birbirlerinden ayrı sayabilir. Biz bu mânâda millet-tarih ilişkisine ‘’ tarih şuuru’’ diyoruz. Tarih şuuru , millet fertlerinin kendi tarihleri hakkındaki düşünceleridir. Bu düşünce bazen gerçek tarihe uygun olabilir, bazen uygun olmayabilir. Fakat millet fertlerinin millî şuur sahibi olmaları gerçek tarih ortaklığından daha çok bu tarih şuurunun herkeste veya büyük çoğunlukta bulunmasına bağlıdır. Bu yüzden tarih şuuru tarih birliğinden ve eskiliğinden daha önemlidir…’’
(Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, s.62-63, Töre Devlet Yayınevi,
Ankara,1980)
XXX
‘’Türk millî karekteri derken 1000 yıl önce Anadolu’yu vatan edinmiş ve burada kalmış Batı Türkleri’nden bahsedeceğiz.
Türk kültürünün üç ana kaynağı vardır: Türkler’in müşterek tarih ve dil sahibi bir kavim olarak çok eskidenberi edindikleri ve geliştirdikleri vasıflar, yani Anadolu’ya yerleşen Türklerin kavmi hususiyetleri, ikincisi İslâm medeniyeti, üçüncüsü de Anadolu’da ve Rumeli’de geçen uzun tarih boyunca edindikleri bilgi ve tecrübe.
İslâmiye’te geçiş Türk tarihi içinde büyük bir dönüm noktasıdır; fakat bu değişmenin büyüklüğü bizi daha önceki Türk kültürüne karşı körleştirmemelidir. Herşeyden önce, milli varlığımızın temel taşlarından biri olan dilimiz bize eski kültürümüzden intikal etmiştir.
…Dilini kaybetmeyen milletler din değiştirse bile birliğini ve bütünlüğünü kaybetmeyebilir, fakat tatbikat bu iddiayı haklı çıkarmıyor. Türkler müslüman olmasaydı değişik isimlerde kavimler halinde dağılıp gidebilirlerdi.
Biz Anadolu’ya geldiğimiz zaman burada rumlar ve ermeniler ve birkaç küçük azınlık yaşıyordu; dinleri de hıristiyanlıktı.Anadoludaki eski medeniyetlerden bize bazı şeyler geçmişse bunlar ancak o zaman mevcut bulunan rum ve ermeni kültürleri yoluyla ve onların bir parçası olarak intikal etmiştir. Bu yüzden Sümer veya Hitit medeniyetlerinin veya bu medeniyelere mensup insanların ne olduğunu Türklerden değil, bizden evvel onları ortadan kaldıran ve mirasını paylaşan kavimlerden sormak gerekir.
Bizim için eski Anadolu medeniyetleri diye birşey bahis konusu değildir, fakat Anadolu’da ve Rumeli’de karşılaştığımız yerli kültürlerden az da olsa bazı unsurlar aldığımız muhakkaktır. Ancak bu tesir hakkında iddiaları daima büyük ihtiyatla karşılamalıyız. Türkler karşılarında çökmüş, can çekişmekte olan bir Bizans medeniyeti buldular ve onu bir darbede yıkarak kendi hâkimiyetlerini kurdular. O çağda Türklerin temsil ettikleri veya mensup oldukları İslam medeniyeti hıristiyan dünyasını çok geride bırakmıştı. Böyle bir karşılaşmada kültür alış-verişinin daha çok mağlup tarafı etkileyeceği muhakkaktır.Bu arada aydınların yaptıkları fahiş yanlışa işaret edelim: Türkler yerleşik medeniyeti ilk defa Anadolu’da görmediler; buraya gelmeden önce de kendileri şehir medeniyetinin fevkalâde örneklerini meydana getirmişlerdi…’’
(Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, s. 106 – 107, Töre Devlet Yayınevi, Ankara,1980)