MİDHAT PAŞA (1822-1884)
Gökhan Çetinsaya - Ş. Tufan Buzpınar 01 Ocak 1970
Osmanlı sadrazamı.
Safer 1238’de (Ekim-Kasım 1822) İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ahmed Şefik’tir. Babası, Evkaf Nezâreti’nde küçük bir memur olan Rusçuklu Hacı Hâfız Mehmed Eşref Efendi’dir. On yaşında iken Kur’an’ı ezberledi. On bir yaşında babasının nâib tayin edildiği Vidin’e gitti ve ertesi yıl ebeveyniyle birlikte İstanbul’a döndü. 1834’te Reîsülküttâb Âkif Paşa’nın aracılığı ile Dîvân-ı Hümâyun Kalemi’ne girdi. “Midhat” mahlasını aldığı bu büroda divanî yazısını altı ayda iyi derecede öğrenmekle kalmayıp aynı zamanda Arapça ve Farsça dersleri almaya başladı. 1835’te babasının Lofça kazası nâibliğine tayin edilmesi üzerine İstanbul’dan ayrıldı. Ertesi yıl ailesiyle beraber İstanbul’a geldiğinde Dîvân-ı Hümâyun Kalemi’ndeki görevine döndü. Ayrıca Fâtih Camii’nde Doyranlı Mehmed Efendi ve Zağralı Şerif Efendi gibi hocaların nahiv, mantık, meânî, fıkıh ve hikmet derslerine devam etti. 1840’ta Sadâret Mektûbî Kalemi’ne nakledildi. İlk taşra görevi olarak 1842’de Şam tahrirat kâtibi muavinliğine gönderildi. İki yıl Şam ve Sayda’da görev yaptıktan sonra Bekir Sâmi Paşa’nın divan kâtibi oldu ve onunla birlikte 1845’te Konya’ya, 1847’de Kastamonu’ya gitti, ertesi yıl İstanbul’a döndü.
1849’da dönemin en nüfuzlu kuruluşu olan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye’ye bağlı mazbata odasında görevlendirildi. Buradaki başarılarından dolayı ikinci yılında mütemâyiz rütbesiyle serhalifeliğe yükseltildi. Ardından geçici görevle, Şam ve Halep gümrükleri iltizamı yüzünden doğan anlaşmazlığı gidererek hazine alacaklarını tahsil etmek ve Arabistan ordusu müşiri Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa hakkındaki suçlamaları araştırmak üzere Şam’a gönderildi. Altı ay süren bu görevindeki başarısıyla Mustafa Reşid, Âlî ve Fuad paşaların dikkatini çekti. 1853-1856 Kırım Harbi ile sonuçlanacak olan milletlerarası ihtilâflar sebebiyle İstanbul’da sık sık toplanan, yabancı diplomatların da katıldığı üst düzey meclislerde müzakere zabıtlarını tutmakla görevlendirildi. Bu dönemde Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye’nin yazı işleri Rumeli ve Anadolu diye iki kısma ayrılınca Midhat Efendi Anadolu ikinci kâtibi oldu. Eyalet idaresinde reform konusundaki fikirleri bu sırada şekillenmeye başladı. Mustafa Reşid, Âlî ve Fuad paşalarla ilişkileri geliştikçe Bâbıâli’de yaşanan iktidar mücadelesi içinde dostlar ve düşmanlar kazandı. Haziran 1854’te Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın sadrazam olması üzerine mahallî yönetim hakkında şikâyetlerin arttığı İslimye, Cuma ve Şumnu’ya yollanarak İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Burada suçluların yakalanması ve muhâkemelerinin sağlanması konusunda başarılı oldu; altı ay sonra Reşid Paşa’nın sadrazamlığa tekrar getirilmesinin ardından İstanbul’a döndü.
1855’te kendisine, Bursa’da meydana gelen büyük depremin ardından bölgeye gönderilen yardımları dağıtma ve düzeni sağlama görevi verildi. Şubat 1856’da Sadâret Kaymakamı Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa tarafından azledildi ve devlet nizamına karşı hareket etmek suçuyla mahkemeye sevkedildi. Meclis-i Vâlâ huzurunda yapılan muhâkemesinde beraat edip vazifesine döndü. 1857’de Silistre Valisi Mirza Said Paşa ve Vidin Valisi Muammer Paşa hakkında soruşturma yapmak ve Tırnova olaylarını yatıştırmakla görevlendirildi. Reşid Paşa’nın ölümünden sonra Âlî ve Fuad paşaların himayesine girdi. 1858’de Avrupa’ya giderek Paris, Londra, Brüksel ve Viyana’da altı ay kaldı. Yakın zamanda öğrenmeye başladığı Fransızca’sını ilerletti. İstanbul’a dönünce Meclis-i Vâlâ başkâtipliğine tayin edildi (1859).
Bürokratik kariyerinin ikinci aşaması, Ocak 1861’de Balkanlar’da en sorunlu vilâyetlerden biri olan Niş’e vezâret rütbesiyle vali tayin edilmesi üzerine başladı. İki yıl içerisinde Niş’te yollar, köprüler inşa ettirdi, vilâyet genelinde güvenliği sağladı. Her kesimle yakın iş birliği içinde başarılı bir yönetim ortaya koydu. Bu icraatı sebebiyle iç karışıklıkların giderek arttığı Prizren de onun yönetimine verildi. Üç yıl görev yaptığı bu eyaletteki başarısı onu önce Balkanlar, ardından bütün ülke için düşünülen mahallî idarî reformun mimarlarından biri haline getirdi.
Balkanlar’daki iç karışıklıkların dış müdahalelere daha fazla zemin hazırlamasını önleme gayretinde olan Sadrazam Fuad ve Hariciye Nâzırı Âlî paşalar, Midhat Paşa’yı 1864’te İstanbul’a çağırarak yeni oluşturulması düşünülen vilâyet usulünün hazırlık çalışmalarına katılmasını sağladılar. Altı aylık bir çalışma sonucunda Kasım 1864’te ilân edilecek olan yeni vilâyet nizamnâmesinin örnek uygulaması için seçilen, merkezinin Rusçuk olarak belirlendiği, Silistre, Vidin ve Niş eyaletlerinin birleştirilmesiyle oluşturulan Tuna vilâyeti valiliği Ekim 1864’te Midhat Paşa’ya verildi. Bugünkü Bulgaristan’ın büyük bir bölümünü teşkil eden Tuna vilâyetinde üç buçuk yıl boyunca nehir ve kara ulaşımında önemli ilerlemeler sağlaması, ziraatçılığı geliştirmesi, Ziraat Bankası’nın kuruluşu ile sonuçlanacak olan menâfi-i umûmiyye sandıkları kurması, Mart 1865’te Osmanlı Devleti’nde yayımlanan ilk vilâyet gazetesi olma özelliğini taşıyan Türkçe ve Bulgarca Tuna gazetesini çıkarması ve güvenlik arttırıcı tedbirlerdeki başarısı gibi hususlar sebebiyle yeni vilâyet nizamnâmesinin uygulanabilirliğine kanaat getirilerek vilâyet sistemi birkaç yıl içinde Bosna, Suriye ve Halep başta olmak üzere ülkenin diğer bölgelerine de yayıldı.
Midhat Paşa, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye’nin ilga edilip yerine Şûrâ-yı Devlet ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye’nin kurulmasının ardından Mart 1868’de Şûrâ-yı Devlet’in başkanlığına getirilmesiyle bürokratik kariyerinin üçüncü aşaması başladı. Vazifesi kanun lâyihaları hazırlayıp tartışmak olan kurumdaki kısa süreli başkanlığı döneminde metrik sistem, vatandaşlık, madenler, emniyet sandığı ve sanayi mektebi gibi konular üzerinde çalıştı. Merkezde ilk defa bu kadar yüksek bir görevde bulunan Midhat Paşa, kısa zamanda Sadrazam Âlî Paşa ile hem şahsî olarak hem de Şûrâ-yı Devlet’le ilgili meseleler yüzünden anlaşmazlığa düştü. On bir ay sonra Bağdat valiliğine gönderilip İstanbul’dan uzaklaştırıldı.
Musul ve Basra’nın da dahil olduğu bugünkü Irak’a tekabül eden Bağdat vilâyetini üç yıl boyunca (1869-1872) Altıncı Ordu kumandanlığı da uhdesinde olmak üzere geniş yetkilerle yönetti. Balkanlar’da kazandığı valilik tecrübesiyle Arazi Kanunnâmesi’ni ve yeni vilâyet kanununu burada da uygulamaya koydu. İmar ve inşa faaliyetlerinin yanı sıra Irak topraklarının tapu ile dağıtılmasını sağlayarak ziraatı geliştirmeye çalıştı. Aşiretleri devlet otoritesine bağladı. Dicle ve Fırat nehirlerinde vapur işletmeciliğini düzenledi. Basra tersanesini ıslah edip ticareti arttırmaya gayret etti. Küveyt’in kaza statüsüyle, Lahsâ (el-Hassa, Ahsâ), Katîf, Katar ve Necid’in birleştirilip Necid mutasarrıflığı adı altında Basra’ya bağlanarak Osmanlı hâkimiyetine girmesi de onun başarılarından sayıldı. Vilâyetin ilk resmî gazetesi olan ez-Zevrâ’nın Türkçe ve Arapça neşredilmesi, yeni sivil ve askerî okulların, hastahanelerin açılması da diğer bazı hizmetleridir.
Âlî Paşa’nın Eylül 1871’de ölümünün ardından iktidar Tanzimat karşıtlarının lideri olan Mahmud Nedim Paşa’ya geçince kendisine yönelik baskılar arttı. Mayıs 1872’de Bağdat valiliğinden istifa ederek İstanbul’a döndü ve muhalif grupların ilgi odağı oldu. İstanbul’da kalmasını tehlikeli bulan Mahmud Nedim Paşa tarafından önce Sivas’a, bu gerçekleşmeyince Edirne’ye vali tayin edildi. Fakat görev yerine gitmeden önce padişah tarafından huzura kabul edilerek kendisine rakibi hakkındaki şikâyetlerin yoğunlaşmasının da etkisiyle sadrazamlık verildi (31 Temmuz 1872). Ancak sadrazamlığı uzun sürmedi; onu Niş valiliğinden beri istenmeyen adam ilân eden Rusya elçiliğinin de etkisiyle ve kısa sürede sarayla arasında baş gösteren siyasî, idarî uyuşmazlıklar ve usule aykırı davranışları yüzünden azledildi (19 Ekim 1872).
Bundan sonraki dört yıl boyunca kısa süreli idarî görevler üstlendi. Birkaç ay açıkta kaldı, ardından Mart 1873’te Adliye nâzırı oldu. İdarî ve malî sıkıntıların giderilmesi, Meclis-i Meb‘ûsan’ın açılması konularında bir lâyiha hazırladığının öğrenilmesi üzerine eylülde padişah tarafından görevden alındı ve Ekim 1873’te Selânik valiliğine gönderildi. Şubat 1874’te bu görevinden de azledildi ve İstanbul’a dönerek kendi arazisinde bahçe işleriyle meşgul oldu. Ardından yeni kurulan Mahmud Nedim Paşa kabinesinde Adliye nâzırlığına getirildi (Ağustos 1875). Kasım 1875’te idarî buhran, malî iflâs ve Balkanlar’da sürmekte olan isyana çare bulunamaması gibi sebeplerden dolayı sadrazamı protesto etmek için görevinden istifa etti.
Mayıs 1876’ya kadar sürecek olan mâzuliyet döneminde mevcut rejimden hoşnut olmayan ve kurtuluşu ancak meşrutî rejimde gören ulemâ, sivil ve askerî bürokrasiye mensup çevrelerle temas içinde oldu, anayasa ve parlamento fikrini tartıştı. 1876 ilkbaharında İstanbul kamuoyunda hoşnutsuzluk tırmandıkça Midhat Paşa alternatif iktidar odağı haline geldi. Tertibinde kendisinin de parmağı olduğu söylenen 10-11 Mayıs medrese öğrencilerinin gösterileri sonucu Mahmud Nedim Paşa’nın azledilmesiyle kurulan Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa kabinesinde önce Mecâlis-i Âliye memuriyetine, ardından ikinci defa Şûrâ-yı Devlet reisliğine getirildi. Ancak devam etmekte olan sıkıntıların giderilmesi için sadâretteki değişikliklerin yeterli olmadığı ve devletin kurtarılması amacıyla yapılması gereken reformların önündeki en önemli engeli bizzat padişahın teşkil ettiği düşünülmeye başlandı. Kısa bir süre içerisinde veliaht Murad Efendi ile temas kurulduktan ve meşrutî bir idare teşkiline engel olmayacağına dair söz alındıktan sonra Sadrazam Mütercim Rüşdü Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi ve Midhat Paşa’nın başını çektiği “erkân-ı hal‘” Sultan Abdülaziz’i tahttan indirdi (30 Mayıs 1876).
Ancak bu saray darbesi karışıklıkları önlemek yerine durumu daha da karmaşık hale getirdi. Öncelikle darbeyi gerçekleştirenler arasında Kanûn-ı Esâsî ve meclisin gerekliliği konusunda ihtilâf çıktı. Ardından Sultan Abdülaziz tahttan indirilişinin ilk haftası dolmadan arkasında şüpheler bırakarak öldü (4 Haziran). Serasker Hüseyin Avni Paşa, Abdülaziz’in intikamını almak isteyen bir subay olan Çerkez Hasan tarafından öldürüldü (15 Haziran). Balkanlar’da devam etmekte olan isyanlar bastırılamadığı gibi yayılması da önlenemedi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Midhat Paşa Kanûn-ı Esâsî hazırlık çalışmalarını sürdürdü. Psikolojik dengesi bozulan V. Murad’ın sağlığının düzelmeyeceği anlaşılınca gayri resmî olarak Kanûn-ı Esâsî’yi ilân edeceğine söz veren veliaht Abdülhamid 31 Ağustos 1876’da tahta çıkarıldı.
Sultan Abdülhamid ve desteklerini aldığı Cevdet Paşa gibi muhafazakâr Tanzimatçılar ile Midhat Paşa ve taraftarları arasında Kanûn-ı Esâsî metni hakkında uzun süreli yoğun tartışmalar oldu. Kânûn-ı Esâsî’ye muhalefetiyle bilinen Mütercim Rüşdü Paşa’nın istifası üzerine 19 Aralık 1876’da Midhat Paşa’nın sadrazamlığa tayini meşrutiyet taraftarlarınca çok olumlu karşılandı. Midhat Paşa çalışmaların, güçlü devletlerin büyükelçilerinin Balkan krizini görüşmek amacıyla yakında İstanbul’da yapacakları toplantıdan önce tamamlanması için büyük gayret sarfediyordu. Tıkanma noktalarının en önemlisi, hükümetin emniyetini ihlâl eden kişileri sürgüne gönderme yetkisini yalnız padişaha veren bir fıkranın 113. maddeye ilâvesi konusuydu. Sonunda Midhat Paşa bu hususta tâviz verince Kanûn-ı Esâsî metni Tersane Konferansı’nın yapıldığı gün olan 23 Aralık 1876’da ilân edildi. Midhat Paşa’nın beklentisi, etnik ve dinî ayırım gözetmeksizin bütün Osmanlı tebaasını aynı haklara sahip kılarak iç karışıklıkları sona erdirmek, böylece dış müdahalelere mazeret oluşturan sebepleri ortadan kaldırmaktı. Buna göre konferansta alınacak kararlara da artık lüzum kalmamıştı. Osmanlı temsilcileri Hariciye Nâzırı Saffet Paşa ve Berlin büyükelçisi Edhem Paşa toplantıyı terketti. Rus elçisi Ignatiev’in öncülüğünde Avrupa elçileri bu görüşe itibar etmeyerek toplantılarını sürdürdüler. İngiltere’nin desteğini alan Rusya, konferansta ağırlığını koyup altı kalıcı ve iki geçici maddeden oluşan reform teklifinin Osmanlı Devleti’ne sunulmasını sağladı. Midhat Paşa, İngiliz başdelegesi Lord Salisbury ile birkaç defa görüşüp şartları yumuşatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Bunun üzerine teklifleri bir defa daha değerlendirmek için gayri müslim üyelerin de katıldığı bir meclis-i umûmî topladı. Meclis 18 Ocak 1877’de konferansta alınan kararları oy çokluğu ile reddetti. Ardından konferansın son toplantısı 20 Ocak’ta yapıldı ve delegeler İstanbul’dan ayrıldı. Neticede Midhat Paşa’nın anayasanın ilânından beklediği çözüm, kendisinin de katkıda bulunduğu savaşı isteyen bir kamuoyu ve sürekli Rusya tarafını tutan Avrupalı güçler karşısında başarısız kaldı. Bütün merkezî yüksek görevlerinde olduğu gibi Osmanlı seçkinlerinin geleneksel tarzına ters düşen bağımsız şahsî üslûbu, uzlaşmaz tavrı, özellikle “milis askeri” (asâkir-i mülkî = garde civique) adıyla gönüllü asker toplaması, saltanatı lağvedip cumhuriyeti ya da kendi diktatörlüğünü ilân edeceği şâyiası ve padişaha karşı sorumlu bir sadrazamdan çok millete karşı sorumlu bir başbakan gibi davranmasının yanı sıra kısa sürede sarayla siyasî ve idarî anlaşmazlıklara düşmesi durumun iyice gerginleşmesine yol açtı. 30 Ocak 1877 tarihinde, konumuna uygun olmayan tarzda sert ve ağır bir dille kaleme alınmış ve muhtevası basına sızdırılmış olan tezkiresini saraya sunduktan sonra konağına çekilen ve padişahın davetlerini cevapsız bırakan Midhat Paşa, sadâretinin kırk dokuzuncu günü olan 5 Şubat 1877’de azledilerek yurt dışına sürgüne gönderildi.
Ağustos 1878’e kadar devam eden sürgün dönemini İtalya, İspanya, Fransa, Avusturya ve İngiltere’de geçirdi. Abdülhamid aleyhinde faaliyette bulunmaktan kaçındığı gibi Nisan 1877’de başlayan Osmanlı-Rus Savaşı’nın etkisiyle Avrupa kamuoyunda Rusya karşısında Osmanlı Devleti’ni savunan bir çaba içerisinde oldu, bu istikamette yazılar yazdı. Ağır bir yenilginin ardından tekrar iç meselelere yönelen padişah, dışarıda kalmasını sakıncalı bulduğu Midhat Paşa’nın yurda dönüp ailesiyle birlikte Girit’te ikamet etmesine izin verdi. Eylül 1878’den itibaren Girit’te oturmakta iken Kasım 1878’de Suriye valiliğine tayin edildi.
Aralık 1878 başında yeni görevine başlayan Midhat Paşa yönetiminin ilk yılında idarî, adlî konularda, maarif ve güvenlik alanlarında önemli gelişmeler sağladı. Cebelinusayriye kazasının kurulması, zaptiye teşkilâtının yenilenmesi, mahkemelerin sayısının arttırılması ve hac organizasyonuyla ilgili düzenlemeler ilk yılda gerçekleştirdiği hizmetlerden dikkat çekenleridir. Ancak 1879 sonbaharından itibaren özellikle mahkemelerin mülkî idareden bağımsızlığına dair kararın uygulamaya konulması, Midhat Paşa’nın ise karara karşı tavrında ısrar etmesi üzerine merkezî hükümetle ilişkileri giderek bozuldu. Bu tarihten itibaren vilâyet yönetimine gereken dikkat ve önemi vermedi. Merkezle ilişkiler 1880 yaz döneminde kriz noktasına vardı. Ayrıca geçmişte muhalefetini kazandığı kişiler padişahı kendi aleyhine yönlendirmekteydi. Haziran-Temmuz 1880’de Beyrut ve Şam sokaklarında ihtilâlci mahiyette ilânların ortaya çıkması onun hakkında esasen mevcut olan güvensizliği iyice arttırdı. Daha önce istifası iki defa reddedilmesine rağmen Ağustos 1880’de Aydın Valisi Ahmed Hamdi Paşa ile yeri değiştirildi.
Bir yıldan az süren bu son valiliğinde (Ağustos 1880 - Mayıs 1881) İzmir ve çevresini sarsan Temmuz 1880 depremiyle Nisan 1881 Sakız adası depreminin doğurduğu olumsuzlukların giderilmesine, güvenliğin arttırılması amacıyla yeni bir jandarma ve polis gücünün oluşturulmasına ve bayındırlık hizmetlerinin geliştirilmesine gayret etti. Suriye vilâyetinde olduğu gibi Aydın’da da mahkemelerin bağımsızlığı kararına karşı çıktı. Bu arada İstanbul’da rakipleri faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardı. Dostlarının yurt dışına kaçması gerektiği tarzındaki uyarılarına rağmen sadece suçsuz olduğu yolunda padişaha arîzalar sunmakla yetindi. Mayıs 1881’de konağında tutuklanacağı sırada Fransa Konsolosluğu’na sığındı. Fransa hükümeti nezdinde yapılan girişimler ve İzmir’de bulunan tutuklama heyetinin başkanı Adliye Nâzırı Ahmed Cevdet Paşa’nın verdiği güvence üzerine teslim oldu.
İstanbul’a getirildikten sonra saray darbesine karışan asker ve sivillerle birlikte Abdülaziz’in katline iştirak suçlamasıyla Haziran 1881’de Yıldız Sarayı içinde kurulan özel bir mahkemede yargılandı. Başta heyet reisi Ali Sürûrî Efendi olmak üzere hâkimler Midhat Paşa muhaliflerinden seçilmişti. Aksi yöndeki savunmasına rağmen suçlu bulunarak idama mahkûm edildi. Eski sadrazamlar, nâzırlar heyeti, müşirler ve feriklerden oluşturulan fevkalâde meclis Yıldız Sarayı’nda toplanıp konuyu müzakere etti ve çoğunluk kararın icrasına hükmetti. Buna rağmen iç ve dış çevrelerden yükselen itirazları dikkate alan II. Abdülhamid idam cezasını ömür boyu hapse çevirdi. Midhat Paşa Temmuz 1881’de diğer hükümlülerle birlikte Tâif’e gönderildi.
Tâif’teki sürgün hayatı yaklaşık üç yıl devam etti. Bu sürede sıkı kontrol altında tutulmaya çalışıldı ve mümkün olduğu kadar dış dünya ile irtibatı kesildi. Giderek ağırlaşan ve kötüleşen bir muameleye mâruz kaldığı hapis hayatı sırasında Meşrutiyet’ten sonra oğlu Ali Haydar Midhat tarafından neşredilecek olan hâtıralarını yazabildi. Ailesinin aktardığı bilgilere göre bu dönemde kendisini ibadete veren, dinî ilimlere ve tasavvufa yönelen Midhat Paşa 7-8 Mayıs 1884 gecesi hücresinde boğularak öldürüldü. Resmî ölüm sebebi şîrpençe diye açıklanan Midhat Paşa’nın cesedi bile şüphe konusu olmuş, gerçekte ölüp ölmediğinden emin olabilmek için Yıldız Sarayı tarafından defalarca soruşturma yapılmıştır. Ölüm haberi İzmir’de bulunan oğlu Ali Haydar’a, iki kızı ve iki eşine bildirildi. Midhat Paşa’nın kemikleri 1951’de Tâif’ten İstanbul’a getirilip Âbideihürriyet Meydanı’nda yaptırılan mezara konuldu.
Midhat Paşa, Tanzimat devlet adamları arasında farklı bir kuşağı temsil eder. Hariciye’den veya Tercüme Odası’ndan gelmez. Çok kısa bir yurt dışı tecrübesi vardır. Fransızca’yı geç yaşta ve belli bir düzeyde öğrenebilmiştir. Fikrî kaynakları doğrudan Batı etkisi taşımaz. Elli yaşına gelinceye kadar Bâbıâli’de yüksek siyasî görevlerde bulunmamış, hizmet yıllarının büyük bir kısmı merkezde veya taşradaki idarî görevlerle geçmiştir. Diplomasi en zayıf tarafını oluşturur. “Pek az söylemek, söylediğini tartmak, her söze inanmamak, her şeyde lüzumundan fazla teenni ve ihtiyat etmek, nefsine pek o kadar itimat etmemek, sadedilâne hareketlerden sakınmak ...” şartlarının hiçbirine riayet etmediği belirtilir (İbnülemin, s. 406). Valilik görevleri sırasında görüşlerinde ısrarcı ve uzlaşmaz tavırlarıyla dikkat çeken paşanın ülkenin genel siyasî meseleleri karşısında bir vali bakış açısına sahip olduğu söylenebilir. Bu husus, onun yüksek siyasî görevlerinde başarısız kalmasının en önemli sebeplerinden birini teşkil eder.
Yazdıkları ve uyguladığı politikalar birlikte değerlendirildiğinde Midhat Paşa’nın siyasî düşüncesinin üçlü bir temel üzerine oturduğunu söylemek mümkündür: Osmanlıcılık, meşveret / meşrutiyet ve genişletilmiş bir adem-i merkeziyyet. Âlî ve Fuad paşaların çizgisinden farkı bir siyasî rejim olarak meşrutiyetin gerekliliğine olan kuvvetli inancıdır. Ona göre Türk devlet idaresinin temel ilkesi tamamıyla seçime dayanır ve bu aslında İslâmî bir gelenektir. Yine onlardan ayrıldığı bir başka nokta, Tanzimat’ın öngördüğü kısmî adem-i merkeziyyet ve tevsî-i me’zûniyyet uygulamasının gerekirse kısmî bir federalizme kadar götürülebileceği konusundaki görüşüdür. Bununla beraber mahallî muhtariyetin ayrılıkçılığa kadar gitmesine izin vermez. Devletin hâkimiyet hakları ve toprak bütünlüğü konusunda hassastır. Bu tür eğilimleri gerektiğinde kuvvet kullanarak bastırmaktan çekinmemiştir.
Başarılı geçen valiliklerinde Osmanlıcılık siyasetinin ve meşveret ilkesinin samimi bir uygulayıcısı olmuştur. Şüphesiz ki bu, idaresini üstlendiği bölgelerin çeşitli din ve milletlerden oluşan beşerî coğrafyasının bir sonucudur. Gayri müslim ahalinin güvenliğinin sağlanması, sosyoekonomik bakımdan durumlarının iyileştirilmesi ve yönetimde söz sahibi olmaları halinde karma bir genel eğitim sisteminin de yardımıyla Osmanlı vatan severliği fikrinin hâkim kılınabileceği ve milliyetçilik akımlarının böylece önlenebileceği kanaatini taşır. Bu sebeple valiliklerinde bir yandan müslüman ya da hıristiyan bütün tebaanın eşraf vasıtasıyla yönetime katılacağı, böylece sahip çıkacağı bir idare tarzının benimsenmesinin teminine çalışırken öte yandan faaliyetlerini asayiş, bayındırlık ve maarif olmak üzere üç alan üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Midhat Paşa’nın en tartışmalı yönlerinden birini Osmanlıcılık, meşrutiyet ve adem-i merkeziyyete dayalı olarak geliştirdiği politikaları oluşturur. Özellikle Tuna ve Suriye vilâyetlerindeki uygulamaları Bulgar ve Arap ayrılıkçı düşüncesine / hareketine hizmet ettiği yönünde eleştirilere mâruz kalmıştır. Aynı şekilde Osmanlı Devleti’nin bütün meselelerinin halli konusunda büyük ümitlerle ve ısrarla ilânını sağladığı meşrutiyetin, 1870’lerin kriz ortamını yatıştırmak yerine Balkanlar’daki ayrılıkçı hareketlerin ve bunların önemli destekçisi konumundaki Rusya’nın işine yaradığı da paşaya yöneltilen ciddi eleştirilerdendir. Bu görüşlerin kuvvet kazanmasında, hazırlık safhasında Midhat Paşa’nın da önemli sorumluluğunun bulunduğu Doksanüç Harbi’nin Osmanlı Devleti’nin ağır yenilgisiyle sonuçlanması ve ardından II. Abdülhamid politikalarının katı Osmanlıcılık ve adem-i merkeziyyet yerine müslümanların önceliğine dayalı bir çizgide seyretmesi de etkili olmuştur.
Midhat Paşa’nın “fikrince olmaz yoktu, her şey olurdu. Giriştiği bütün işlerde ileriyi geriyi düşünmez, bâhusus zamanın hükmünü, muhitin muktezâsını nazarı dikkate almaz, her istediğini yapmak ve yaptırmak isterdi” (a.g.e., s. 395). Bu yönü hem sarayla hem mesai arkadaşları ile uyumlu çalışmasını zorlaştırmış ve onun genel olarak kendi tavrında ısrarcı, gururlu ve kibirli bir idareci ve devlet adamı olarak nitelendirilmesine yol açmıştır. Paşanın bu özelliği, taşradaki görevlerinde gösterdiği başarıyı nezâretlerde ve sadârette gösteremeyişinin sebeplerinden sayılabilir. Bununla beraber Midhat Paşa, Türk siyasî hayatında anayasal ve parlamenter rejimin tarihî bir simgesi sayılır.