HAKKINI HELAL ET BAŞBUĞUM
UMAY TÜRKEŞ 01 Ocak 1970
Sevgili babacığım, Başbuğ Alparslan Türkeş’in arkasından yazı yazmayı hiç düşünmemiştim. Hayat böyle, Takdir-i İlahiye boyun eğmek gerekiyor, halk deyişiyle emir büyük yerden, Allah gani gani rahmet eylesin, Milletimizden razı olsun.
Bugünün tabiriyle karizmatik bir kişiliği bir yazı çerçevesinde veya bir araştırma ile anlatabilmek mümkün değil. Nasıl bir şiiri veya edebi bir metni açıklayabilmek anlatabilmek için önce metnin dönemi, kültürel alt yapısı, yazarın veya şairin kişiliği, dünya görüşü, eğitimi ve öğrenimi gibi pek çok konuda bilgi edinir ve daha sonra şiire veya metne nüfuz edilebilirse rahmetli Başbuğ gibi sıradışı insanları anlatabilmek ve anlayabilmek için de bir alt yapı gereklidir. Bir takım tarihlere bağlı olayları aktararak o insanın da o olayların içinde olduğunu ve o olaya verilen değere göre değerlendirmek pek yetersiz ve bazen de yanıltıcı olabilir. Her insanın kişiliğinin, ilişkilerinin, icraatlarının pek çok boyutu vardır. Hele de bu insan milleti uğruna yeri geldiğinde tek başına yola çıkmış kendisini ve davasını tek tek anlata anlata uzun bir yol almış ve sonuçta Başbuğ lakabına layık görülmüşse onu anmak ve gelecek nesillere doğru tanıtmak çok daha fazla emek ve yetenek gerektirir. 1966 yılında biz Kütahya’da otururken rahmetli anneciğim Muzaffer Ş. Türkeş’le beraber rahmetli babam Alparslan Türkeş, Kütahya’ya gelmişlerdi. O zaman C.M.K.P’ye yeni girmişti, yanında getirdiği bir listede Kütahya il ve ilçe teşkilatlarında görevlilerin listeleri vardı. O yıllarda Kütahya’da hiç kimse onu tanımıyordu, bizde kaldıkları üç gün süresince bazen beraber bazen kendisi yalnız tek tek adreslere gider onları eve davet eder ve onlara neden politikaya atıldığını ve kendisiyle birlikte çalışmaları gerektiğini bıkmadan usanmadan anlatırdı. Bu gelenlerden biri: "Bey sen boşuna nefes tüketiyorsun, para yok, çıkar yok böyle particilik olmaz." Deyince çok içerlemiş ve "Gün olur sen bu güzel milletle neler başardığımızı görürsün, haydi sana uğurlar olsun!" demişti ve kapıyı göstermişti. Kütahya’da ilk ikna ettiklerinden biri şimdi ismini hatırlayamadığım çok hoşsohbet bir Kurtuluş Savaş’ı gazisiydi. Madalyasını hep göğsünde taşırdı. MHP’nin bugüne gelmesinde rahmetli Başbuğla beraber canla başla çalışan pek çok isimsiz ülkücülerin öncüsüydü. Yakın dost olmuştuk, sohbetlerinden, hatıralarından ne çok istifade etmiştik. Allah ona da gani gani rahmet eylesin.
Bir arkadaşımın başsağlığı mektubundaki şu ifadeler, merhum babacığımın önemli özelliklerinden ve katkılarından birini bana hatırlattı: "Bir politikacı olarak şu anda kendisinin belli dengeleri sağlamada önemli rolü olduğuna inanıyorum. Düşünüyorum da bizim kuşak kadınlarımızın uygar ve çağdaş yetişmesinde babaların rolü çok büyük. Her şeye rağmen sosyal güvenceyi ve devlet mekanizmalarında başarılı olabilmeyi onların bize aşıladığı ilerleme ve gelişme kavramlarının verdiği enerjiye götürdük. Sadece enerji değil bize kendi varlıklarıyla ve yaşamlarıyla da örnek oldular. Kadın olarak kişilik geliştirmemizi engelleyip kırmadılar, ne mutlu bizlere ki önümüzü açan babalarımız oldu diyorum."
Evet XX, yüzyılda insanlık tarihi açısından çok önemli ve farklı bir gelişme yaşandı. Kadınlar ev sorumluluğu dışında dış dünyada entelektüel faaliyetlerde bulunabilme hakkını kazandı. Kadınların da erkekler gibi dış dünyada meslek sahipleri olabilecekleri ve kendi seçimlerini yapabilecekleri önce teorik olarak kabul edildi. Bu konuda dünyada olduğu gibi Türkiye’de de pek çok kadın mücadele verdi ancak uygulamaya konulması ve kararların hayata geçirilmesinde o güne kadar her konuda söz sahibi olan erkeklerin yardımı ve desteğine ihtiyaç vardı. Cumhuriyetten sonra büyük Atatürk gerekli kanuni düzenlemeleri yaparak kadınları ikinci sınıf vatandaşı olmaktan kurtardı ve onlara eğitim ve öğretim hakları yanında seçme ve seçilme hakları verdi. Bu kararların uygulanması ve kadınların eğitim ve öğretim görerek meslek sahibi olabilmelerinin yaygınlaşmasının da Cumhuriyetin ilk neslinin çok büyük emeği geçmiştir. Rahmetli babam biz kızlarını yetiştirirken cinsiyet ayırımcı ve bundan dolayı küçümseyici bir ifadede veya davranışta hiçbir zaman bulunmamıştır. Kız veya erkek çocuğun veya gencin yetenekleri ölçüsünde mutlaka iyi bir tahsil yapması ve mutlaka bir meslek sahibi olması gereğini içimize, zihnimize yerleştirmişti. Kız kardeşlerimden biri çocuklarını büyütmek üzere uzunca bir süre çalışmaya ara verdiğinde bir gün bana : İki yabancı dil, hariciye gibi mükümmel bir tahsille evde oturması ne yazık" demişti. Çünkü o bizi vatana millete hizmet etmek üzere yetiştirmişti. İyi eğitim görmüş başarılı meslek sahiplerini her zaman takdir ederdi ancak kadınların başarısı onu daha çok mutlu ederdi. Çünkü Türkiye’nin kalkınmasında ana olarak nesilleri yetiştiren, eş olarak erkeklerin hayatında fevkalade katkıları bulunan kadınların niteliklerinin toplumun başarısını ve mutluluğunu olumlu veya olumsuz etkileyeceğini çok iyi biliyordu. Kadın erkek eşitliğine inanmış, insanları cinslerine veya mevkilerine, sınıflarına göre değil kendilerini yetiştirip yetiştirememelerine, insani vasıflarına, yeteneklerine göre değerlendirirdi. Her insanın da mutlaka en azından bir niteliği ile milletimizin kalkınmasına yararlı olabileceğini kabul ederdi. Hiç kimseyi küçümsemez, kimseye tepeden bakmazdı, gençken de öyleydi, yaşlı iken de. "yaradılanı hoşgörürüz yaradandan ötürü" mısraının anlamını onun kadar güzel ve tabii biçimde hayata geçirebilen çok nadir insan vardır. Türk milletinin kadınıyla erkeğiyle yetişkin kişilikler kazandığı ve gerekli eğitim ve öğrenimi aldığı takdirde çağdaş medeniyeti yakalayıp ileriye atılabileceğine inanıyordu.
Biz hayatı ve babamızı, kitaplarla birlikte tanıdık, evimizde ilk gördüğümüz eşyalar arasında kitap rafları ve kitap sandıkları vardı. İlk çocukluk hatıralarımız arasında kışladan geldikten sonra hep kitap okuyan babamız vardı. Rudyar Kipling’in "Eğer"in şiirini ve Yunus Emre’nin divanı ile birlikte yüksek sesle okumayı ailesiyle paylaşmayı severdi, ben bu sahneleri hatırladığım zaman daha beş altı yaşlarındaydım. Yunus’un "Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim, bana seni gerek seni" mısraıları ilk hatırladığım mısraıları arasındadır. Herkesin nasıl katlandığına hayret ettiği çilelere nasıl katlandığının ve haksızlıklara nasıl göğüs gerdiğinin cevaplarının bir bölümünün Kipling’in "Eğer" ve Yunus’un şiirlerinin tamamında olduğuna inanıyorum.
Bugünkü tecrübemle geriye baktığımda ilk okul üçüncü sınıfta Nihal Atsız’ın "Bozkurtların Ölümü"nü ve Reşat Nuri’nin "Çalıkuşu"nu okuyabilmeme pek şaşmıyorum. Onunla yaşamak öyle idi, okurdunuz, hep öğrenirdiniz. Karamsarlık, çaresizlik, sünepelik, nemelazımcılık, tembellik onun yaşadığı yerde barınamazdı. Hep üretken, hep meşguldu. Politikaya atılmadan önce de "Canım sıkıldı, bugün ne yapsam?" düşüncesi hiç olmadı. O hep vatanı, milleti için kendi bilgi dağarcığını geliştirmekte ve hizmete hazırlanmakta idi. 1947’de toprak evlerden ibaret olan yoksul Doğanaslanda lingofon denilen bir aletle İngilizce telaffuzunu geliştirmeğe çalışması ilk hatıralarımdan biridir. 1955’te Amerika’ya gittiğimizde benzer görevdekiler eğlenip gezerken, babam ve annem gece üniversitesine devam ediyorlardı. Biz de onlar gelene kadar uyku saatimizi aşarak, kaçamak T.V. seyretmenin tadını çıkarıyorduk. Daha sonraki yıllarda bizim bu küçük kaçamağımızı bildiğini ancak, bizi yüzlemediğini öğrendiğimde, onun sabırla, insanları kendi seçimlerine bırakarak gelişmelerine yardımcı olmak gibi bir tercihini keşfetmiştim. Anlamamış görünmek, bilip de bilmezden gelerek karşısındakini mahcup etmemek gibi bir güzel zarafete de sahipti.
İstanbul’da bulunduğumuz yıllarda mutlaka her hafta sonu bir kültürel veya sanatsal faaliyete bizi götürürdü. O zamanki adıyla Güzel Sanatlar Akademisinin sergi salonları en çok gittiğimiz yerlerden biriydi. Çocuk tiyatrolarına, kitap sergilerine, müzelere, konserlere mutlaka bizi götürürdü. Tarihi mekanlara gittiğimizde bizi o mekanlarla ilgili bilgilendirirdi. Amerika’da da bu açıdan bizim eğitimimize ve öğrenimimize çok önem vermiştir. Bize verebildiği her imkandan yurdumuzdaki diğer çocukların yararlanamaması hep onun için üzüntü kaynağı olmuştur. Amerika’nın yüksek hayat standardından yaralanırken veya Türkiye’de hayat şartlarının zorluğundan pahalılıktan şikayet edenler olunca hep : "Allah devletimize, milletimize zeval vermesin" duasını tekrar ederdi. Türkiye’nin en büyük probleminin hep cehalet olduğuna, sorunların iyi bir eğitim ve öğrenimle çözülebileceğine inanmış ve hayatı boyunca çevresine bu konuda katkıda bulunmuştur. Atatürk’ün "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" sözünü hayatının rehberi yapmıştı. Bu sebepledir ki 9 Işıktan biri "ilimciliktir". O kendi çocuklarına verebildiği ve veremediği her iyi ve güzel imkanı yurdunun çocuklarına ve gençlerine verebilmek için çalıştı. Kendisi için ömrünün hiç bir döneminde hiç bir şey istememiştir. O hep milletine hizmet edebilmek için çalıştı ve uğrunda da öldü.
Ülkücü gençlerin onu nasıl sevdiklerini ve onu kaybetmekten duydukları acının büyüklüğünü çok iyi anlıyorum, çünkü onunla birlikte yaşamanın ve onunla öğrenmenin ne olduğunu biliyorum, o özümsenmiş kültüre dönüşmüş bilgi hazinesinden kaynaklanan mükemmel üsluplu sohbetlerin yarattığı güzel iklimi ancak yaşayanlar bilirler. Anneciğimi kaybettikten sonra yüreğimde acıyla yaşamayı öğrendiğim gibi bu acıyla da yaşamayı öğrendiğim zaman onu daha iyi ve ona yaraşır biçimde anlatabileceğimi ümit ediyorum. Annemi kaybettikten sonra sık sık : "Kızım kim ona bizim gibi yanabilir kim?" derdi. Ben de şimdi soruyorum : "Size kim babacığım kim?" Hakkını helal et Başbuğum.