« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

08 Nis

2008

Gültekin Samanoğlu

Cem Karaer 01 Ocak 1970

O Benim Gültekin Amcamdı



Aslında, bu yazı bundan bir yıl önce yazılmalıydı.Yazamadım!...

Ama, çok geçerli mazeretlerim var. Öncelikle, sevgili kedimiz Minnoş'u

kaybedeli daha bir ay bile olmadığından, kendimi toparlayamamıştım…. Ama asıl önemlisi, insan o kadar sevdiği ve yakın olduğu bir büyüğünü kaybedince; gözü, yazı mazı görmüyor!

Onu da öteki Hisarcılar gibi 1959'da, yani yedi yaşında iken tanıyabilmiştim. Çünkü, babam o yıl Ankara'ya tayin edilmişti. Üstelik aynı semtte (Varlık Mahallesi) oturuyorduk. Kızı Gülay, benden birkaç ay büyük; oğlu Cüneyt ise bir yaş küçüktü. Bir gece; Gültekin Bey, eşi Müzeyyen Hanım, babam ve annem hep birlikte tiyatroya gitmişler, biz çocukları

da Gültekin Beyin kardeşlerinden Metin'in gözetiminde, onların evinde bırakmışlardı. Aksilik, ateşlenmeyeyim mi! O gece; adı, daha sonraları bir süre Hisar'ın künyesinde, sahibi olarak da görünen ve ardından Defne dergisini çıkaran Metin Nuri Samancı'ya kök söktürmüşüm.

Babamla dostlukları ta Kuleli Askeri Lisesi yıllarına kadar uzanıyor. İkisi için de hayattaki en önemli şey şiir. Bu yüzden, bu dostluk Harp Okulum’nda iyice perçinleniyor. Farklı yerlere tayinleri çıkınca birbirlerini uzun yıllar göremiyorlar. Nihayet, 1959'da Gültekin Sâmanoğlu mecburi hizmetini tamamlayarak, kendi isteğiyle Ordu'dan ayrılıp, Ankara'ya yerleşiyor. Aynı yıl babam da Ankara'ya tayin edilince, yolları tekrar kesişiyor. Öteki Hisarcılar zaten Ankara'da oturduğu için, böylece tam kadro bir araya gelmiş oluyorlar.

1962'de tayinimiz Konya'ya çıkınca; ben de dördüncü sınıfı orada okumuştum. Orada, daha bir yılı doldurmadan; babam, mide kanaması

geçirip de 1963'te (Haziran ayı olabilir) Ankara'ya özel askeri uçakla yetiştirilip, kurtulduktan sonra; nekahet devresini, onların Kızılay'da Saraçoğlu Mahallesi'ndeki evlerinde geçirmiş. Annem, Gültekin Bey ve eşinin yatak odalarını, kendilerine tahsis ettiğini; hâlâ minnetle anlatır. İşte, o, böyle bir dostuydu babamın! Daha sonraları, oğlu Cüneyt ile bu mahallede ne oyunlar oynamıştık! Hattâ, o aralar Ankara Radyosunun pek popüler olan Çocuk Saati'nin de oyuncularından olan Cüneyt sayesinde, onların, Radyo Evindeki bir çalışmasını da seyrettim diye de az mı şişinmiştim!



1967 yılında Sâmanoğlu ailesi İstanbul'a yerleşmişti. Çünkü; 1961'den beri yönetim kurulu üyesi olduğu Basın İlân Kurumunun, Genel

Müdür Muavinliğine tayin edilmişti. Biz ise 1963'te babamın yeniden tayin

edildiği Ankara'dan (Gerçi 1967-1969 arası babam Kırklareli'nde de görev yapmış; ama, biz Ankara'da kalmıştık) 1969'da kendi isteği ile askeriyeden

ayrılması üzerine, yine aynı yıl İstanbul'a yerleşmiştik. Üstelik, babam da

onunla aynı kurumda çalışmaya başlamıştı. Zamanla, aynı kurumda o genel müdür, babam da genel müdür muavini oldular ve orada babamın öldüğü 1995'e kadar, yani 26 yıl birlikte çalıştılar. Gültekin Sâmanoğlu 2003'te ölene kadar da aynı görevini sürdürdü. Hayatlarındaki paralellikler ne kadar şaşırtıcı değil mi?

İstanbul'daki ilk evleri Selimiye'de deniz manzaralı bir teras katı idi. Misafir olduğumuzda; mevsim müsaitse, akşam yemeğini muhakkak terasta mangal yakarak hazırlarlardı. Henüz Boğaziçi Köprüsü yapılmamıştı. Şimdi öyle olduğunu sanmıyorum; ama, o sıralar Harem-Sirkeci feribotu hiç kesintisiz 24 saat hizmet verirdi. Beyazıt'taki evimize gitmek için-sohbetin uzaması yüzünden- gece yarısından çok sonraları kalkarak, bu feribotlara bindiğimiz olurdu.

1970 yılında ilk şiir kitabı Alacakaranlık, Hisar yayınları arasında

ve büyük bir reklâm kampanyası ile çıkmış; iyi de satmıştı. Bir şiir kitabının bu tarzda takdimi pek alışılageldik bir şey değildi. Çünkü, bu oldukça pahalıya patlardı. Ama, o, Basın İlân Kurumundaki konumu sebebi ile bunu ücretsiz yapabilmişti. Bu kitabın tashihlerinin büyük kısmını da, o, gözlerinden rahatsız olduğu için, o sıralar henüz 18 yaşında bir edebiyat sevdalısı olan ben yapmıştım. Bakın, bana nasıl imzalamış kitabını: “San'atın, özellikle edebiyatın, yücelticiliğini genç yaşta keşfeden Sevgili Cem Karaer'e: Gültekin amcasından nasihat değil, takdir duyguları ile ilk kitabı. Sevgilerle... 3 Mart 1970.”

Evet, o benim Gültekin amcamdı. Çok uzun süre, hep amca diye seslendim ona. Ama, bir zaman geldi, artık rahatsız olmaya başladım

bu durumdan. Çünkü, çocuklukta yahut da ergenlikte on yıl yaş farkı bile

aşılmaz bir duvar gibiyken; yetişkinliğe ulaşıldığında yirmi hattâ yirmi beş yıl bile önemini kaybeder. İyi ama, artık ne diyecektim? Ya, hiçbir hitap kelimesi kullanmamaya çalıştım; çok gerekiyorsa da “efendim” diyebildim ona; ama, bu da hiç içime sinmemişti aslında!

Öteki kitaplarını da tıpkı ilkinde olduğu gibi, birbirinden güzel sözler yazarak armağan etmişti. Bunları özellikle vurgulamaktaki amaç, kendimi övmek değil; onun, insanları nasıl teşvik ettiğini göstermektir. Beni, severdi de tabii. Hattâ, ölümünden sonra, yeğenin eşi Nizamettin ağabey: “Seni çok severdi, özellikle de yazdığın için.” demişti. Çocuklarının yazmayışının hayal kırıklığı içerisindeydi. Aynı duygu Mehmet Çınarlı’da da vardı. Bir gün, Hisarcıların çocukları içinde, bir tek benim, babasının izinde yürüyerek, onun yüzünü güldürdüğümü ima etmesi bundandı.

Selimiye'deki evi satarak, Levent civarındaki Basın Sitesinde iki

katlı villa tipi güzel bir ev almışlardı; ama, ulaşım problemi yüzünden buraya ısınamamışlardı.

2003'ün Kurban Bayramı'nda, Florence Nightingale Hastahanesi’nde ziyaretine gittiğimizde; onu, bayramda bir hastahane odasında hem de tükenmiş bir hâlde görmek, bana çok koymuştu. Sonra, taburcu olmuştu; ama, durumu hiç de parlak görünmüyordu. Ertesi ay, pırıl pırıl güneşli bir Mart gününde Erenköy'deki, son evlerindeki ziyaretimiz, aynı zamanda onu, son ziyaretimiz olmuştu.

Edebiyatseverler, onu, Sâmanoğlu diye bilir; ama asıl soyadı Samancı idi. Şiir ve yazıları yüzünden, resmi görevlerinin tehlikeye girmemesi için bu yolu seçmiş olmalı.

İnsancıl, kendini herkese sevdiren, girişken, esprili bir insandı. Mehmet Çınarlı, Sanatçı Dostlarım’da (1) : “Arkadaşımızda sanki şeytan tüyü var. Çevresindeki insanların kalbine girmeyi, dostluğunu kazanmayı öyle güzel başarıyor ki! Kendisine benim tanıttığım bazı kimselerle dahi,

benden çok fazla içli dışlı olmuştur. Öyle ki, onlardan birine bir dostun işi

düşüp de, tavassut etmem için bana geldiği zaman, Gültekin'e gönderirim.”

diyerek, onu çok güzel anlatır. Yine aynı yazısında, Mehmet Kaplan'ın,

kendine yazdığı bir mektuptan, şu cümleyi buluruz: “Anladım, kabahat

Gültekin'inmiş. Ama, Gültekin'e de küsülmez ki!”



Sevdiğim şiirlerinden, “Bir Resimde Üçünüz” (2) ile bitirelim:



Birisi dünyadan habersiz, hırçın;

Ötekinde korku, yahut da merak,

Ortada sen varsın haklı, gururlu,

Üçünüz de evin önündesiniz.



Rüzgârla mı bilmem dağılmış saçın,

Oğlumun gülüşü su kadar berrak,

Kızımın gözleri yine duygulu;

Bembeyaz çiçekler içindesiniz...



1) Mehmet Çınarlı, Sanatçı Dostlarım, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1979, s. 47.

2) Gültekin Sâmanoğlu, Alacakaranlık, Hisar Yayınları, Ankara 1970, s. 81.

Ziyaret -> Toplam : 125,36 M - Bugn : 117507

ulkucudunya@ulkucudunya.com