ÜLKÜCÜLÜK VE TÜRK ÜLKÜCÜLÜĞÜ
NEVZAT KÖSOĞLU 26 Temmuz 2006
ÜLKÜCÜLÜK
Ülkü kelimesi, batı dillerindeki ideal'in karşılığıdır. İdeal kelimesinin, ide yani fikir kökünden gelmesini dikkate alan Ziya Gökalp, fikir kökünden mefkûre kelimesini türeterek bu kavramı
karşılamıştır. Ancak, Gökalp bu kelimeyi, günlük hayatta alışageldiğimiz anlamında kullanmamış, mefkûreyi sosyolojik bir terim haline getirmiştir. Gökalp'in, neredeyse unutulmuş gibi olan bu terimini, Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak isimli kitabındaki makalesine dayanarak açıklamak istiyorum.
Gökalp bu kavramın açıklanmasına bir tohumun çimlenme süreci benzetmesini yaparak başlar. Önce bir ilkah (döllenme) dönemi geçirilir, sonra büyüme, şekillenme ve uzuvlaşma devresi gelir. Şair yahut düşünürlerin yaratışları da buna benzer. Şairin muhayyilesinin
yahut düşünürün müfekkiresinin (düşünme gücünün) ilkah olması (döllenmesi) ile ilham yahut sezgi gelir; ve, er geç bir eser doğar.
Meseleyi toplumsal zemine getirdiğimiz zaman: Henüz millî kimliğini bulamamış bir toplumu, şairin muhayyilesi yahut düşünürün müfekkiresine benzeten Gökalp onun da ilkaha (döllenmeye, aşıya) ihtiyacı olduğunu söyler. Bu da, daha ziyade büyük, millî felâket
anlarında gerçekleşir. Böyle acı zamanlarda, ferdin kişiliği kaybolur, herkesin ruhunda “millî bir şahsiyet” yaşar; bütün kalpler “millî şahsiyeti” yaşatmak duygusu ile dolar. Bu hengâmede fertler kendi hürriyetlerini değil, milletlerin istiklalini düşünürler. İşte, o muazzez duygu ile karışık olan bu mukaddes düşünceye mefkûre denilir ve bu buhranlı devreye de, “ilkah devresi” nâmı verilir. Buhran zamanlarında, millî felaketlerin kalpleri birleştirdiği, tek yürek
yaptığı dönemlerde, mefkûre bu kalplerden doğar. Sonra gelişir, çiçek açar; uzuvları belirir, kurumlaşır.
Fransız milleti, İngiliz istilası altında çözülmüşken, “millî vicdan meczup bir köylü kızından (Jan Dark) fışkırarak, onu kendisine müncî (kurtarıcı) yaptı. Cermenlik mefkûresi, Napolyon'un Almanya'yı çiğnediği dönemde canlandı” vb.
Korkakları cesur, tembelleri çalışkan yapan “bu mefkûre güneşi”, buhrandan sonra hemen sönmez; milletin bütün faaliyetlerini deruni bir zemberek gibi ısrarla tahrik eder. Milletin hars ve medeniyeti bu güçle kurulur. Mefkûreler milletlerin geleceklerini kurar. Mefkûre var
oldukça, millet siyâseten çökse de, yeniden dirilir; mefkûresi olan devlet ölmez.
Gökalp'in bu açıklamalarında iki nokta dikkati çekmektedir: Mefkûre sahibi fert, kendisini aşmaktadır; bunu, vecde varan bir iman içinde yapmaktadır. Mefkûre bu gücünü nereden alıyor, diye sorduğumuz zaman, insanları bir iman çevresinde toplamasından, cevabına gideriz. “Fertler mefkûreli oldukları dakikada, ruhları şedit bir vecd ile
dolar” derken de, iman haline işaret etmektedir.
***
Ülkü, kelime olarak, ulaşılmak istenen yüksek bir amaç anlamındadır. Burada açıklanması gereken nokta, bu amacın kişisel değil, toplumsal olduğudur. Ferdin kendi hayatı için çizdiği program ve hedefler ülkü değildir; millet hayatına ait program ve hedefler ülkü olabilir.
Ülkücü, millet hayatına ait bu ülküyü gerçekleştirmek üzere çalışan, bu yoldaki fedakârlıkları ile aynı zamanda nefsini aşarak kişiliğini geliştirip, yücelten insandır.
TÜRK ÜLKÜCÜLÜĞÜ
Kavramlar ve Yürekler
Osmanlıca Lügat, mefkûre kelimesini “ülkü” olarak karşılıyor ve “Ziya Gökalp'in yaptığı kelimelerden”, diye açıklama veriyor. Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlük'ü ülkü kelimesini, amaç edinilen, ulaşılmak istenen şey, ideal olarak anlamlandırıyor ve Kızıl Elma'yı çağrıştıran
bir açıklama ekliyor: “İnsanı duyular âleminin üstüne yükselten ve hiç bir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyecek olan, hep yalnızca gereklilik, yalnızca erişilmesi istenen bir amaç olarak kalan kılavuz ilke, örnek yargı ölçüsü, mefkûre, ideal.”
Kelimeyi dilimize bir sosyoloji kavramı olarak sokan Ziya Gökalp'in bu konudaki açıklamaları unutulmuş gibidir. O, mefkûreyi, toplumların büyük buhran zamanlarında, kendi kimliklerini idrak etmesi, ferdî kimliklerinin silinip toplumsal/millî kimliğin egemen olması,
şeklinde kavramlaştırıyordu. “İçtimaiyat ilmine göre mefkûre, istikbâlde vâsıl olacağımız gâye, bir hedef demek değildir.” Mefkûre, toplumda esasen var olan bir gerçekliğin, toplumun galeyanlı dönemlerinde fertler tarafından algılanmasıdır.
Mefkûreyi kelime olarak Gökalp de, sözlüklerde yer alan anlamında kullanmış ve anlam bu şekliyle yerleşmiştir. Biz burada, ülkünün bir iman konusu olduğunu belirteceğiz. Bu özelliği ile toplumda bir gerilim yaratır ve gerçekleştirilmesi için insanları ardından koşturur. Gökalp de, mefkûreyi, toplumu dirilten, uyuşukları harekete geçiren, tembelleri çalışkan, bencilleri diğergâm kılan bir güç kaynağı olarak görür. Diğer bir düşünürümüz Mehmet İzzet de ülküyü, “o kadar sağlam görünürler ki, onlar hakkında soru sorulmasına lüzum görülmez, onlar vardır ve insan, hayatı boyunca başaramayacağını bilse de ona ulaşmak için çabalamalıdır. İşte sağlığı yerinde bir ruhun anlayışı” diye anlatır. Prof. Mehmet İzzet, “Hayatın gayeleri karşısında bir “niçin” veya “nasıl” sorusunu ortaya koymak, fikir inceliğini gösterse bile, kalp bozukluğuna alâmet sayılır; netice vahimdir” der ve “Muhakkak O'nu, onlardan önce bir kavim sordu, sonra o sebeple kâfir olarak sabahladılar (kâfir oldular)” âyetini zikreder.
Bu dokunuşlar kavramın, imanla ilişkilerini yeterince ortaya koymaktadır.
***
Açıklamalarımız bizi, bu tür kavramların, kültürün değişik dönemlerinde farklı biçim ve ağırlıklarda algılandıkları meselesine götürür. Toplumsal gerilimin yüksek olduğu kuruluş ve yükselme dönemlerinde bu kavramlar en geniş ve derin anlamlarıyla kavranır ve inanılır. Tabii, bu halin hayata yansıması da o ölçüde büyük ve parlak olur. Toplumsal gerilimin düşük olduğu, iman zaafı yaşanan devrelerde ise kavramların içeriği zayıflar, basitleşir, silikleşir hatta kaybolur. Yani kavram, kavrayan yüreğe ve idrake göre büyür, zenginleşir; heyecanların ve büyük açılışların kaynağı olur. İman sönmeye başlayıp, yürekler daraldıkça, idrakler küçülüp karardıkça, anlam değişmeleri de basite doğru gider. Millî iman muhtevamızdan olup, Türk ülkücülüğünün iki ana ilkesi olan İ'lâ-yı Kelimetullah ve Nizam-ı Âlem kavramları, yükseliş dönemlerinde tam bir kızıl elma heyecanı içinde, büyük fetihler üzre olmak ve dünyanın nizamından sorumluluk şeklinde algılanırken, imanın soğumaya yüz tuttuğu gerileme dönemlerinde, tesbih çekmek ve mahallenin asayişini temin etmek
kaygısına dönüşmüştür.
Osmanlının ünlü Viyana elçisi Ahmet Resmi Efendi, 1768 Osmanlı-Rus savaşı vesilesiyle, soğuma dönemlerinin kavrama zorluğu ve karmaşası yaşayan aydınlarını şöyle niteler: “Kızıl Elma'ya dek gitmeye ne minnet vardur, deyu tumturak-ı elfaz ile cehlini itiraf ve sandalye
üstünde hamzanâme nakleden pehlivanlar lâf u güzâf edüp, Kızıl Elma semtini, Boğdan'dan gelen alyanak elma gibi yenir bir şey zanneden sâdediller...”
Fertlerin ve Milletlerin Ülkücülüğü
Ülkücülük genelde, kişinin kendini, nefsini aşma cehdidir; insan bunu, bir üstün değere bağlanarak, kendini ona adayarak yapar; yani inanarak. Bu bakımdan iyi bir müslümanın hayatı, tabii bir ülkücülük hikayesidir. Çünkü, mümin bir müslüman hayatının her eyleminde Allah rızasını arar; bu, Allah'ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınma ve vicdanının uyarılarından şaşmama şeklinde ortaya çıkar.
Tasavvuf, bu ülkücülüğün öğretisi, tekkeler ise eğitim merkezleridir. Şüphesiz ki, iman gibi, bu yükselişin de mertebeleri vardır ve Allah'ın insana takdir ettiği yönde sonsuzdur. Ülkücülükten nasibi olmayan insan ise “esfel-i safilin”e doğru iner.
Ancak, insan sadece doğruya, hakka yönelerek ülkücü olmaz; bâtılın da ülkücülüğü vardır. İnsan inanmışsa ve inancının yönü, içeriği ne olursa olsun, bu uğurda kişisel yarar ve beklentilerini, hatta hayatını feda edebiliyorsa işte ülkücülük budur.
İnsanlar gibi, toplumların da ülkücülüğü vardır. Toplum, kendi yararlarını aşan bir takım insanî değerlere inanmış, bağlanmış ise, o değerler uğruna fedakârlıklar yapabiliyorsa, o toplumun ülkücülüğünden söz edebiliriz. Kişinin nefsini imanla sınırlandırması, ölçülendirmesi gibi, toplum da inanarak, isteklerini bağlandığı ülkünün gerekleri ile
sınırlandırabilir. Ve, bütün toplum yükselişleri yahut tarihi başarıları, ülkücülük ile birlikte görülür.
***
Tarihin bütün büyük kültürlerinde bu ülkücülük vardır. Eski Roma, İran, Büyük İskender ve Cengiz imparatorluklarında dünya egemenliği ve nizam-ı âlem fikri vardır. Ancak, tabiidir ki, egemenlik ve nizam fikrinin ölçüleri birbirlerinden farklı idi. Aynı düşünce eski Çin'de kuvvetle hakimdi ve bütün diğer hükümdarlar, dünyanın merkezinde oturan Göğün Oğlu İmparatora bağlı olmak zorunda idiler.
Yeni çağda İngiliz İmparatorluğu, kendilerinin bütünlüğü ve medeniyeti temsil ettikleri inancına dayanan bir dünya egemenliği fikri ile birlikte gelişti. Thomas Burnet, piskopos Berkeley gibi ilahiyatçılar, ilmin ve siyasî kudretin doğudan batıya geçtiğini sürekli
işlemişlerdir. “Tıpkı güneş gibi, ilim gelişimine doğuda başlamış, sonra batıya dönmüştür. İşte batıda uzun zamandan beri onun ışığından yararlanmaktayız.” Batılılar sömürgeciliklerini, bu üstünlük ve medeniyeti yayma misyonlarına bağlamışlardır. “İngilizler, emperyalizmin, müşterek medeniyet dâvasından ibaret olduğuna inanmışlardır.” Almanya, Cermen ırkının üstünlüğüne inanarak dünyaya nizam verme iddiasını toplumuna mal etmeye çalışırken, bunu yapan ilk ülke değildi.
Osman Turan hoca, eski ve orta çağlar boyunca Cermen ve Türk kavimlerinin esareti altında yaşayan ve bu yüzden, “tarihte değil, coğrafyada mühim bir mevkii” olan Rusların, Altınordu ve Bizans'ın çöküşünden sora, üçüncü Roma olmak ülküsüne bağlandıklarını ve dünya
egemenliği şuuruna yükseldiklerini yazar.
1917'de Bolşevik İhtilali'ni başarıya ulaştıran temel etmenlerin başında, Marksist ülkücülük geliyordu. Bu inancın toplum çapında ve büyük ölçüde kaybedilmesi ise Sovyet İmparatorluğu'nun yıkılmasının temel sebebi oldu.
Bugün dünyamızın en güçlü toplumu olan Amerika Birleşik Devletleri'nin, kuruluşundan itibaren böyle bir Amerikan ülkücülüğü ilegeliştiğini görmekteyiz. “Amerika’ya ilk yerleşen İngilizler, Allah'ın inayeti ile kendilerini, bütün Avrupa için gerçek reform örneği olacak
Tepe üstündeki siteyi kurmak için seçilmiş olduklarına inanıyorlardı.” Amerika'yı kuran öncüler içinde, buranın, İsa'nın ikinci geliş yeri olarak ve kendilerinin de, burada, yeryüzü cennetini kurmak için seçildikleri inancı yaygındı.
ABD kendisinin yeryüzünde özgürlük, demokrasi ve barışı korumakla görevli olduğuna inanmaktadır. 1765'de yazan John Adam “Amerika'nın kuruluşu, halâ esir durumunda bulunan insanlığı aydınlatıp zincirlerinden kurtarmak yolunda Tanrı'nın taşıdığı bir niyet gibidir” der. Amerika'nın öncülerinden Protestan rahibi Josiah Strong, Anglo-Sakson ırkının, Tanrı tarafından dünyayı uygarlaştırmak üzere seçilip, görevlendirildiğini söyler. Yüzyılımızın başlarında, ünlü Amerikan tarihçi ve senatörü Albert J. Beveridge, bu inancın güçlü sesidir: “Ve bütün öteki milletler arasından Tanrı, dünyayı yeniden diriltip düzene
kavuştursun diye Amerikan ulusunu seçti.”
Amerikanın kurucuları yanında hemen bütün Amerikan başkanlarında, bu görev şuuru vardır ve bunu ifade etmişlerdir. Böyle bir ülkücülüğe çok uzak gibi görünen Woodrow Wilson, Amerikan ülkücülüğünü dile getirenlerdendir. “Wilson için Amerikan ulusal değerleri liberal gelişmeciliğin evrensel değerleri ile çakışır ve olağanüstü bir görevi yüklenmiş olan bir Amerika, insanlığı yarının uluslararası düzenine götürmeyi kendine amaç edinmek zorundadır.” Amerika hiç bir coğrafi sınır tanımadan, dünyanın herhangi bir yerindeki olaylara müdahele ederken, her zaman bu ülkücülüğe dayanmış ve bunu ifade etmiştir. 1968'de Başkan Johnson, askerlerini Saygon'a gönderirken, Allah'ın yardımına ihtiyacımız var, çünkü, “özgürlük uğruna yüklendiğimiz görev, hiç bir zaman kolay olmamıştır” diye
konuşur. Eisenhower, bu ülküye samimiyetle inanan bir dindardı. Kennedy'lerde bu inanç açık ve kesin ifadelerle dile gelir. Başkan Kennedy şöyle konuşur: “Tanrı'nın bizi korumasını ve bize yardımcı olmasını dileyelim; ama, unutmayalım ki, yeryüzünde Tanrı'nın yapacağı
işi yapmakla biz görevliyiz.” Başkan seçilmeden vurulan, kardeşi Robert Kennedy de, Amerika'nın “özgürlüğün bekçisi” olduğuna kesininananlardandı; “gezegenimizin manevi yönetiminde hakkımız vardır” diye konuşuyordu.
Her milletin yükseliş dönemlerinde benzeri bir ülkücülük yaşanmıştır. Biz, Amerika'ya yaptığımız bu dokunuşlarla yetinip, kendi tarihimize yönelelim.
Türk Ülkücülüğü
Türk tarihinde, ferdin nefsini temizleyerek insan-ı kâmil (olgun insan) olmak ülküsü, topluma Kızıl Elma ülküsü olarak yansımış, bu iki ülkücülük birbirini beslemiştir. Olgunluğa ulaşmak, nasıl, sınırlandırılmış değilse, <fenafillah>a yani sonsuza bitişiyorsa, Kızıl Elma da, ulaşılacak bir menzil değil, yaklaştıkça uzaklaşan ve kitleleri sürekli arkasında koşturan bir kavramdır.
Kişisel ve toplumsal ülkülerimizin bu özelliği yüzündendir ki, Türk kültürünün genel ve temel arketipi “hasret” duygusu olmuştur. Mimarimiz, musikimiz, edebiyatımız ve tarihimizin Çin Seddi'nden Viyana'ya koşan coşkun akışı hep, bir “hasret” çevresinde gerçekleşmiştir. Sürekli ardından koşulan, ulaşıldıkça uzaklaşan ve yeni bir koşuyu başlatan Kızıl Elma; yani içimizdeki dinmeyen hasret. Bu yüzden Türk tarihi, bitmeyen bir koşu gibidir.
İstanbul, Viyana, Roma Papa Kilisesi gibi belirli fetih Kızıl Elma'larının yanında, kültürümüzün temel ülküsü yahut Kızıl Elma'sı, Allah'ın adını yüceltmek üzere dünyaya egemen olmak ve insanları Allah'ın emrettiği ölçüler içinde adaletle yaşatmak; yani, İ'lâ-yı
Kelimetullah ve nizam-ı âlemi kurmak...
“Tarih yazılıp bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan kıymetli madenler gibi, hiç bir mânâ ifade etmez” diyen Prof. Osman Turan, millî imanımızın muhtevasından olan bu iki kavramın gelişmesi ve tarihi ortaya çıkışlarını bir kitabının (Türk Cihan
Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, M. Kaplan) konusu yapmıştır. Diğer bazı büyük tarihçilerimiz (ise) bu ülküye ancak satır aralarında işaret etmişlerdir.
Müslüman Türk ülkücülüğünün iki temel ilkesinden biri olan, âleme nizam vermek yahut cihan devleti olmak fikri, destanlarımız kadar eskiye dayanır. Türkler hakanlarına Acun Beği yani Dünya Beği derler. Oğuz Destanı'na göre, Oğuz Kağan bütün kavimlere elçiler göndererek, “Ben artık dünyanın hanıyım” der. Yine destanda, cihan devleti anlayışı, “Güneş tuğumuz, gök çadırımız” şeklinde şiirsel bir ifade ile dile getirilir. Bilge kişi Irkıl Koca da, Oğuz'un dünya egemenliği için dua eder. Kaşgarlı Mahmud da, İran destanlarındaki Afrasyab'a Türklerin Alper Tunga dediklerini ve onun Dünya Hükümdarı (Acun Beği) olduğunu söyler. Göktürk Hakanı, Muhan Han, Bizans elçisini 568 yılında Ak-Dağ
civarında kabul ettiğinde gözlerinden yaşlar gelir ve bu durumu, Bizans elçisine şöyle açıklar: “Atalarımızdan işittik ki, Garp İmparatorluğu elçileri geldiği zaman, bu, bizim için, artık yeryüzünü fetih ve istila edeceğimize delalet eder.” Kültür tarihçimiz Prof. Bahaddin Ögel, eski Türk devlet anlayışını yorumlarken, Türk anlayışında “Türk Hakanı, Tanrı tarafından bütün insanlığı idare için gönderilmiş bir hükümdar idi” der.
***
Türklerin İslâm dünyasına girişleri İslâm âleminin siyasî ve toplumsal parçalanmalar içinde olduğu, pek sıkışık bir dönemine rastlar. Türk boylarının hızla İslâmlaşması müslüman topluluklar arasında ümit ve heyecan doğurur. Türklerin İslâm’ı kurtaracakları, her yana egemen olacakları yolunda kerametler, evliya muştuları ve hadisler yayılmaya başlar. “Türkçe öğreniniz; çünkü bu kavmin egemenliği uzun sürecektir” yahut, “Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin” gibi hadis rivayetleri bu dönemde duyulmaya başlar.
Türk topluluklarının savaşçılık kabiliyeti, gazâ ve i'lâ-yı kelimetullah kavramlarında tam bir mecra ve hız bulur. Müslüman topluluklarda beliren ümit, Türklerin şevkini artırır. İslâm’ın bayraktarı, kılıcı oldukları yolundaki inançları giderek kuvvetlenir, yaygınlaşır. Kaşgarlı prens Mahmud şu kudsî hadisi nakleder: “Benim Türk adını verdiğim ve doğuda yerleştirdiğim bir ordum vardır. Bir kavme gazaplandığım zaman onları o kavim üzerine gönderirim.” Allah'ın
ordusu oldukları şeklindeki inanç güçlendikçe, nizam-ı âlem fikri de kökleşir. Esasen kültürlerinde var olan cihan devleti fikri, dünyaya egemen olmak ve insanları adaletle yönetmek şuuru halinde devam eder. İslâm’dan önceki dönemlerde de var olan, Türk hakanlarının Tanrı'nın teyidine mahzar oldukları inancı pekişir, “Tanrı onları Türk adı ile
adlandırdı. Kendilerini yeryüzünün hükümdarları yaptı, herkese üstün kıldı. Onları hakla teyid ve kendilerine sığınanları ta'ziz eyledi.” Bir kaç yüzyıl sonra da, Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferine çıkarken, ünlü rüya sebebiyle Hasan Can'la konuşurken, “Biz Allah tarafından memur olmadıkça bir sefere çıkmayız” diyecektir.
Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beğ, Bağdat'a girip, Büveyhileri temizledikten sonra, Halife kendisine taç giydirip kılıç kuşatır ve onu “Dünya Sultanı” ilân eder. Bu inanç bütün İslâm dünyasında yayılır. Ermeni ve Gürcü kaynakları da Selçuklu Hakanı Melikşah'dan, “Cihanın
Efendisi” olarak söz eder ve kalbinin Hıristiyanlara karşı da şefkatle dolu olduğunu söylerler. Yine Selçuklu Sultan Sançar kendisini dünya düzeninden sorumlu ve yetkili görür: “Allah bu dünyayı bizim tasarrufumuza tevdi ve emanet etmiştir. Bütün emirler ve hükümdarlar bizim memurlarımızdır” der.
Cihan hâkimiyetine işaret eden, Osman Gazi'nin ünlü rüyasını, Selçuk'un babası Dukak da benzer şekilde görmüştür. Göbeğinden üç ağaç çıkar ve göklere yükselen dalları her tarafı tutar. Korkut Ata bu rüyayı dünya egemenliği olarak yorumlar.
İ'lâ-yı kelimetullah ve nizam-ı âlem ülküsü Osmanlıda doruğa çıkar ve Osmanlı, İslâm tarihinin doruğuna çıkar. Kuruluş dönemindeki bu iman ve heyecan artık bütün tarihçilerce kabul edilmektedir; devletin adı gâziler devleti, askerin adı gâziler ordusu olarak anılır.
Fatih Sultan Mehmed Han, Otlukbeli zaferini, Timur'un torununa bildirirken, atalarının daima i'lâ-yı kelimetullah uğrunda gâza ve cihat yaptıklarını söyler ve ordusunu “Allah'ın ordusu” olarak niteler. Ona göre dünyada tek imparatorluk ve tek hükümdar olmalıdır. İstanbul da bu devletin tabii başkentidir. Türk hakanları, İstanbul'u fethetmekle, bir cihan devleti olan Roma imparatorluk tacını da giymiş oluyorlardı. Bütün müslümanların halifesi olmakla da, artık cihan hakimiyetini kurmuş oluyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman Han, dünyada tek cihangir hükümdar olarak kendisini görüyor, İspanyol Kıralı Şarlken'i imparator olarak kabul etmiyordu. İspanya kralına verdiği amannâme'nin görkemli giriş cümlesi bu anlayışın ifadesidir: “Hak Taalâ'nın yardımı ve ulu Peygamberimizin mu'cizatı berekâtı ile, ben ki, dünya hükümdarlarına taç giydiren Sultanların sultanı, zilullah-ı filarz, mukaddes Mekke, Medine, Kudüs-ü şerif ve İstanbul şehirlerinin, Kara ve Ak Deniz'in Anadolu ve Rumeli'nin, Karaman, Rum, Zulkadriye, Acem, Şam, Mısır, Arabistan ve Yemen beldelerinin hükümdarı, Gürcistan, Dağıstan, Tatar ve Kıpçak illerinin, Eflak, Boğdan ve Budin (Macar) tahtının ve Erdel vilayetinin, kılıcımızla alınmış nice memleketlerin padişahı ve sultanı Süleyman Han bin Selim Han bin Beyazid Han'ım. Bu bizim âhidnâmemizi okuyup işitmeyenlere mâlum ola ki, Romanların ve ona tâbi olanların kralı Ferdinandos, benim azametlû dergâhıma elçi
genderüp inayet-i hümayunum rica ettiği ve gönderdiği elçi anın karındaşı İspanya vilayeti kralı Karlos (Roma-Germen imparatoru Şarlken) tarafından dahi vekil idiğün arzetti. Üngürüs vilayetinin Hıristiyan taifesi ellerinde kalan yerler mukabelesinde her yıl saadetli dergâhımıza otuz bin sikke Macar altunu kesim vermek üzere amân-ı şerifim talep edüp temennna-yı şefkat eylediği ecilden kemal-i inâyet-i padişahanemden kendüye ve İspanya kralına beş yıla değin amân-ı şerifim ihsan edüp şol şart üzre olunmuştur...”
***
Türk kültürünün eski çağlarında düzen, ölçülerini töreden alırdı. Tanrı'dan kut alan Hakanlar dahi töreye uymak zorunda idi; aksi halde, Tanrı kutunu çeker ve Türk milleti esarete düşebilir, hakan öldürülebilirdi.
Türklerin Müslüman oluşlarından sonra, nizâm-ı âlem ülküsünün temel ilkesi adalet olmuştur; dünya nizamının temel değeri, adalettir. Bu kavram, bütün hayat faaliyetlerini kapsayan bir genişlik ve bugün insan hakları olarak ifade ettiğimiz ilkeleri de içeren bir derinlik kazanır.
Adalet fikir ve duygusunun bu egemenliğidir ki, Türklerin gerek Anadolu'da ve gerek Balkanlardaki süratli yayılışını temin eder. Katoliklerin zulmünden kaçanlar Osmanlının adalet ve hoşgörüsüne sığınırlar; mahalli beğlerin ve kralların zulmünden yaka silkenler
Türkleri bir kurtarıcı gibi karşılar ve keşke çok öncelerden gelseydiniz, derler.
Gün Batarken
Büyük zamanlarımızda Yeniçeriler eğitim yaparken, “destiye kurşun atar, keçeye kılıç çalar, Kızıl Elma'ya dek gideriz...” diye türkü söylerlermiş. Sultan Süleyman Han da, sefer sırasında ordugâhı dolaşıp, otağ-ı hümayûn'una dönerken, askerlerine, “Kızıl Elma'da buluşuruz...” diye Allahaısmarladık edermiş.
Gün dönmeye başladığında, 1768'de Sultan III. Mustafa Han'ı Rusya ile savaşa kışkırtan Osmanlı aydınları ise, daha önce söylendiği gibi, Kızıl Elma'yı, Boğdan'dan gelen kırmızı elma zannediyorlardı.
Sonra Osmanlıda gerilim iyice düştü ve Kızıl Elma ülküsünün hafızalardaki izleri de kaybolmaya başladı. On altıncı yüzyılda Osmanlı, âlem dediği zaman, bu, dünya demekti; yani bildiği kavradığı bütün dünya. İlgisi de, gücü de dünya ölçüsünde idi ve âleme nizam
vermek onun sorumluluğu idi, fiili siyaseti idi. 1572'de Polonya kralı ölüp, hanedanı söndüğünde, Fransa kralının kardeşi Henri de buraya kral olmak için Osmanlı hükümetine dilekçe ile başvurur, “Vilâyet-i Leh'e kral nasb olunmak reca vü istidâ eyler.” Avrupa'nın bütün hanedanları yarış halindedir. Divân-ı Hümayûn, Henri'nin başvurusunu uygun bulur ve
Sultan II. Selim Han Gâzi, kralı seçecek olan Polonya Diyet Meclisi'ne şu buyruğu gönderir: “Françe pâdişahınun karındaşı, vilâyet-i mebzureye kral nasbolunmak evlâ ve münasib görülmüşdür. Buyurdum ki, (Henri) Lehistan'a vardukta, mâbeyninüzde vuku'bulan tefessüd ü ta'allülü def eyleyüb, fermân-ı şerifüm muktezasınca, müşarünileyhün karındaşın krallığa kabul idüb tâzim-i iktirân ve tefhim-i ihtirâmı bâbında bezl-i makdûr eyleyüp basiret ü intibah üzre olasız. Şöyle ki, emr-i şerifüme mugayir iş idesiz, asla özrünüz kabul olmamak lâzım gelür; ana göre tedarük eyleyesünüz...” Bu fermana tuğrasını basan adam, nizam-ı âlem
dediği zaman, o, nizam-ı âlemdir. Ve, Henri gider, kral olur; sonra kardeşi Fransa kralı ölünce Fransa'ya geçip Fransa kralı Henri olur.
On yedinci yüzyılın ortalarında Koçi Beğ, nizam-ı âlem bozuldu, derken, yahut on sekizinci yüzyılda Tatarcıklı Abdullah Molla, layihasında ayni cümleyi kullanırken, devlet yapısının, bir takım kurumların bozulmasını yahut Anadolu'daki zulüm ve ayaklanmaları
kastediyorlardı.
Işık gücünü yitirdikçe, görme alanımız, dünyamız daralır.
***
Sönen Kibritin Son Alevi
Doksanüç Harbinin hâtıraları henüz kaybolmamışken, Balkan Savaşı felaketi yaşandı. İkinci bir hamle ile Edirne'yi zor kurtardığımız bu savaş Osmanlı aydınları için çok onur kırıcı olmuştu. Toplumun bütünü, hele İstanbul ve çevresi gibi yoğun göçlerin yaşandığı çevreler ise derin acılarla sarsılmıştı.
Belki de, Gökalp'in açıklamalarına uygun olarak, bu büyük buhran zamanında Türkçülük mefkûresi çimlenmeye ve Türk toplulukları, önde aydınları olmak üzere kendi benliklerini idrak etmeye ve yeni bir heyecanla dolmaya başlamışlardı. İnsanlar yeniden Kızıl Elma rüyaları görüyorlardı. Cihana nizam verme iddiasını taşıyan ve tarihinde bunu yaşayan bir kültürün mirasçıları, yıkılıyor, ama sadece kendi postunu kurtarmak kavgası ile yetinemiyorlardı; Turan'ı kurup, dünya Türklüğünü bir bayrak altında birleştirmeli idiler; bütün İslâm ülkelerini ayağa kaldırıp Avrupalılara karşı bağımsızlıklarına kavuşturmalı idiler!..
Osmanlının son dönemi ve onun külleri üzerinde yükselen Cumhuriyetin hikayesi, bu heyecanlardan doğan ferdi ve toplumsal büyük gerilimlerin atılışlarından yani Türk ülkücülüğünün yeni bir açılışından ibarettir. O dönemin yükünü taşıyan kahraman nesil, yanan bir kibritin son alevi gibi parlak ve destansı idi.
Kollarında imparatorluğun can verip bir cumhuriyetin doğduğu bu büyük nesil, çoğu kere siyasî çekişme ve endişeler sebebiyle, o büyük yanları ile değerlendirilememiştir.
Balkan Harbinin perişan ordusu, nasıl oldu da iki yıl sonra, yedi cephede, yedi düvele ve tifüse ve tifoya karşı yıllarca ve kahramanca savaşabildi? Nasıl, Çanakkale destanı yaşanabildi? Sarıkamış cephesinde on binlerce Osmanlı askeri ve subayı Allahuekber dağlarında soğuktan donarken ve tertemiz alnından vurulup yatarken, niçin tek bir
asker geriye dönüp bakmadı; bir tek adım geri atmadı? Bugün bize pek hayali görünen, o olmaz işlere nasıl öyle kahramanca atılabildiler?
Enver Paşa orduyu gençleştirmiş ve Alman subaylarının da yardımı ile yeni bir eğitim hareketi başlatmıştı. Fakat meselenin, iki seneyi bile bulmayan bu yeniden düzenlenme yanı, böyle bir şahlanışı açıklamaya yetmez. İşin sihri, özellikle genç Osmanlı subayının
imanında idi. Bu ülkücü yürekler Türkçülük, Turancılık heyecanları ile çarpıyor, o destanlar, gerilimini bu kaynaktan alıyordu. Türkçülük-Turancılık heyecanlarının arkasında, Balkan yenilgisinin utancı, batılı devletlere duyulan kırgınlık, öfkeler ve Osmanlı büyüklüğünü bir
şekilde yeniden yaşama ihtirasları vardı. Sonuçta Türkçülük-Turancılık heyecanı, yıkılmış orduyu diriltiyor ve Enver Paşa'yı bayrak adam yapıyordu. Teşkilât-ı Mahsusa'nın bütün ataklıkları, İstanbul'lu bir doktorun kuzey Afganistan'ın bir dağ köyünde öğretmenliğe soyunması, hep bu gerilimin tezahürleridir.
Bu yeni Türk ülkücülüğünün yarattığı gerilim, nihai başarı için, yani hayallerin gerçekleşmesi için yetmemiştir. Yetmesi de gerekmezdi; o, ayrı bir bahistir. Ancak, Millî Mücadele'yi zafere götüren gerilimin de, hemen ayni insanlardaki, ayni ülkücülük olduğundan şüphe
edilmemelidir. Bu gerilimin hedefini belirleyip, yönlendiren önderi de, Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Bu nokta ihmal edilirse, maddeten sıfırlanmış gibi olan Anadolu'da, bu başarıyı açıklayabilecek başka bir şey bulamazsınız.
Cumhuriyet ve Yeniden Diriliş
Cumhuriyeti kuran neslin, Cumhuriyetle sınırlanan ülkücülüğü anlaşılabilir bir olgudur. Bütün güç ve dikkatlerini, bir yangın üzerine bina ettikleri eserlerine vermeleri, onun üzerine titremeleri tabiidir. Ancak, batılılaşma hedefinin sürekli vurgulanması ve bu yöndeki hassasiyetlerin artırılması, Türk tarih ve kültüründen kaynaklanacak yeni bir ülkücülüğü dışlamıştır. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak iyi bir hedef olmakla birlikte, bir ülkü değil, ülkücülüğün meyvelerinden biri olarak görülmeliydi. Bu yüzden de, büyük
gerilimler yaratamamış, ancak oluşmakta olana yeni ölçüler kazandırmıştır.
***
1970'li yılların soğuk savaş ortamında Türk ülkücülüğü, millî varlığı koruma hareketi olarak ve bir siyasî söylem içinde ortaya çıktı. Soğuk savaş her millet için bir başka anlam taşıyordu. Bizim gibi, son üç yüz yılını Rus yayılmacılığı ile savaş halinde geçirmiş, Balkanları, Kırım'ı, Kafkasya'yı kaybetmiş, yüz milyonun üstündeki soydaşı, tarihi düşman olarak gördüğü Rusya'nın egemenliğinde olan, üstelik eline bir de Marksizmi silah olarak geçirmiş olan Rusya'ya karşı, soğuk savaş demek, var olmak-yok olmak savaşı demekti. Onun için, bu gücün kartondan bir kaplan olduğunu söyleyen bir iki şair var idiyse de, buna kimse inanmıyordu.
Türk ülkücülüğü bu dönemde, üstüne düşeni yaptı; ezilip yıkılmadı. Bu sıkıntılar altında iman zaafına uğrayan bir kısım insanların değerlendirme farklılıklarına rağmen, ülkücülük yapılması gerekeni, -hatalar insanlar için olduğuna göre- yapılması gereken biçimde yaptı.
1990'lı yıllarda Sovyet İmparatorluğu'nun çökmesi ve Marksizmin bir soğuk savaş silahı olarak iflas etmesi üzerine, dünya derinden değişti. Şimdi Türk ülkücülüğü, temel değerleri iman, sevgi ve hoşgörü olmak üzere, bir başka büyük açılış içindedir ve dünyanın her yanındaki tezahürleri ile kendini sergilemektedir. Şimdi yürekler yeniden büyümüştür ve gören gözler için Türk dünyasına ışık ve ümit saçmaktadır.
NEVZAT KÖSOĞLU
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ VE OSMANLI sh:87-106