100Yıl önce Haydarpaşa’da büyük patlama
İlber Ortaylı 01 Ocak 1970
Haydarpaşa hep gündemde. Bugün de öyle, yüz yıl önce de öyleydi... 1917 Eylül’ünde, halen aydınlatılamayan ve yüzlerce şehitle yaralı verilen bir sabotaj sonrası mahvolduğunu yeniden hatırlayalım. Aklımızda tutmamız gereken bir başka konu da geçirdiği son yangından sonra buranın otel olarak düzenlenme fikrinin anlamsızlığı. Haydarpaşa Garı ve etrafının bir kültürel saha, bir şehir parkı olarak düzenlenmesi gerekir.
ANADOLU Garı, İstanbul hayatına Anadolu demiryollarının İzmit’in ötesine uzanmasıyla girdi gibi bilinir. Oysa Haydarpaşa, Üsküdar’a çıkan Sürre Alayı’nın ve Arabistan ile Anadolu seferlerine çıkan ordunun yola koyulduğu yerdir. Eski İstanbul’un en hoş mesire yerlerinden ve çayırlarındandı. Yanı başında doğan Yeldeğirmeni semti, bugün dahi İstanbul’un klasik yarı Levanten, yarı alaturka mimarisini barındıran bir köşedir. Yine bu muhitte yer alan ve 2. Abdülhamid devrinde, İspanya’dan 400’üncü göç yıldönümünde yapılan, (‘İsrail’in hamdı’ adını taşıyan) ‘Hemdat İsrail Sinagogu’ aynı zamanda padişahın ismine de bir atıf sayılır.
Bundan tam 100 sene evvel, 1917 Eylül’ünde, bütün Arabistan’a asker sevkıyatının yapıldığı, cephanelerin yığıldığı iptidai petrol deposunun da yer aldığı gar art arda patlamalarla feci bir yangın geçirdi. Mahiyeti halen karanlık bir sabotajdır.
EBEDİ ŞEHRİN SİLUETİ BURADAN SEYREDİLİR
Yüzlerce şehit ve yaralıyla Ortadoğu’daki savaşın savunmasının zayıflatılacağının amaçlandığı açıktı. Aşağı yukarı bir yıla yakın bir süre içinde Sultan Reşad’ın ölümü ve son padişah VI. Mehmed Vahideddin’in tahta çıkışı büyük harbin sonunun geldiğini gösterir. Çanakkale geçilmemişti ama başkentte bu gibi sabotajların düzenlenebildiği de açıktı. Bunların en etkilisi, savaş sırasında müttefiklerin en sabırsız ve İtilaf devletlerinin en bezgin olduğu zamanda tertiplendi.
Haydarpaşa için en etraflı tetkik, Semavi Eyice hocanın İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı maddedir. Şu son yangından sonra Haydarpaşa’nın bir otel olarak düzenlenmesi düşünülüyor. Bu bir görgüsüzlüktür. Haydarpaşa Garı ve etrafının İstanbul’un ihtiyacı olan bir kültürel saha, bir şehir parkı olması gerekir. Buraya tiyatrolar, toplantı salonları serpiştirilebilir. Binanın ise İstanbul gibi bir dünya güzeli şehre yakışan opera veya konser salonu olması uygun olacaktır. Bütün bu tasavvurların bugünkü anlayışa çarpınca tuzla buz olacağı açık. Ama ziyanı yok, hayal kurmak güzeldir, hele İstanbul’un bu gibi hayallere muhtaç olduğunu zannediyorum.
Bugün Haydarpaşa üzerinde ciddiyetle durmamız gerekiyor. Burası Kadıköy’ün neredeyse tamamını istila eden gökdelenlerle mi boğulup gidecek, yoksa eski Kadıköy’ün Yeldeğirmeni, Ayrılıkderesi ve Ayrılıkçeşmesi dahil Salacak-Harem’e kadar uzanan son köşesinin korunacağı bir nefes alma sahası haline mi getirilecektir? Açıktır ki kaybolan bu bölgenin artık kamuya açık bir kültürel dinleme alanı, büyük bir yeşil saha olarak düzenlenmesi gerekiyor. Ümit ederiz ki İstanbullular buradan ebedi şehrin siluetini daha güzel seyredecektir.
GAR FİKRİ ABDÜLHAMİD DEVRİNE DAYANIR
HAYDARPAŞA’ya yeni bir gar binası yapma fikri Sultan Abdülhamid devrinde, Alman tekniğiyle demiryollarının uzatılmasına dayanır. Ne var ki Bağdat’ı hedefleyen bu demiryolu hattı Toroslar’ın şimal tarafında durdu. Ancak harbin içinde, Toroslar’ı aşan tüneller açılabildi ve ilk geçen vagon da bölgedeki Alman subayların ailelerini yenilen ülkelerine taşıyan sefere aitti. Osmanlı ülkesini 1905’te asıl etkileyen hat Şam-Medine hattı yani Hicaz demiryoludur. O hattın başlangıcı ve en görkemli gar binası ise Şam’dır.
ŞERİF MARDİN HEP ZORU DENEYEN BİR DÜŞÜNÜRDÜ
Şerif Mardin Hoca’yı kaybettik. Siyasi fikirler tarihini ne Türkiye’de ne de sonraları izlediğim, talebelik ve misafir profesörlük yaptığım birçok Batı üniversitesinde bu kadar iyi anlatan birini gördüm.
HAFTA içinde Türkiye’de fikir dünyasının geniş yelpazesindeki birçok insanı etkileyen ve ilginçtir ki resmen hocalığını da yapan profesör Şerif Mardin’i ebediyete uğurladık. 1927 İstanbul doğumluydu. Dışişlerinin mensuplarından Şemsettin Mardin Bey’in ve Reya Hanım’ın oğludur. Reya Hanım, ‘İkdam’ gazetesi sahibi Ahmet Cevdet Bey’in kızıdır. (Birçoğunun tekrarladığı gibi Ahmet Cevdet Paşa’nın değil.)
Şerif Mardin, orta tahsilini Galatasaray’da tamamlamıştı. Bu mektebin Fransızcası gerçekten mükemmel birkaç mezunundan biridir. ABD’de Stanford Üniversitesi’nde lisans, Johns Hopkins’te master ve yine Stanford’da doktorasını yaptı. Doktora tezi, yani ‘Genç Osmanlı Hareketi’ ona Anglosakson muhitlerde bir şöhret sağladı. Tez, 1962 yılında basıldı.
SİYASETE DE GİRDİ
Mardin, uzun yıllarını Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde geçirdi. Mutadı hilafına aktif siyasete de bu fakültenin kadrolarındayken katıldı. Hürriyet Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Turan Feyzioğlu’nun fakülteden uzaklaştırılmasını protesto edenlerle birlikte istifa etmişti. Kısa zamanda siyasetten vazgeçti, tekrar fakülteye döndü.
1968-69’da Siyasal Bilgiler’de talebesi oldum. Siyasi fikirler tarihini ne Türkiye’de ne de sonraları izlediğim, talebelik ve misafir profesörlük yaptığım birçok Batı üniversitesinde bu kadar iyi anlatan birini gördüm. Batı siyaset ve felsefe literatürüne hâkimdi, belirli bir doğrultudaki siyasi metinleri okumaktan başka alışkanlığı olmayan öğrencileri klasiklere de yönelten ciddi bir hocaydı. Sonraları Boğaziçi’ne ve Washington’a yöneldi. 20 yılı aşkın kadrosunda bulunduğu Mülkiye’nin talebesi ona hayrandı. Fakülteninse onun ne olduğunu anladığı kanısında değilim. Yalnız Türkiye’nin değiştiği şuradan belli: Artık insanlar kurumlarının dışında da aranmaya ve düşünülmeye başlıyor. Şerif Mardin buna rağmen onu anladığını sananlar tarafından da yanlış anlaşıldı. Bazı halde modern bir düşüncenin dirilişi, bazı çevrelerde ise Türkiye’nin çağdaşlaşmasını eleştiren biri olarak değerlendirildi. Ne o ne de diğeri... “Türkiye’yi bütün taraflarıyla gözleyip anlayalım” dedi. Bu çok zor bir iştir. Mardin, bu zor işi deneyen ve zorlukları aşmaya çalışan bir düşünürdü.