SARI ABDULLAH EFENDİ (ö. 1071/1660)
Nihat Azamat 01 Ocak 1970
Reîsülküttâb, Mesnevî şârihi, âlim ve sûfî.
29 Safer 992’de (12 Mart 1584) İstanbul’da doğdu. Babası, İstanbul’a göç edip devlet hizmetine alınan Seyyid Muhammed adlı bir Mağrib şehzadesi, annesi Kaptanıderyâ ve Sadrazam Kayserili Halil Paşa’nın ağabeyi Vezir Mehmed Paşa’nın kızıdır. Sarı Abdullah babasını küçük yaşta kaybedince tahsiliyle üvey babası Hacı Hüseyin Ağa ilgilendi. Dönemin Bayramî-Melâmî kutbu İdrîs-i Muhtefî’nin mensuplarından olduğu anlaşılan Hacı Hüseyin Ağa’nın, on beş-on altı yaşlarındayken kendisini Bayramî-Melâmî esnafının faaliyet gösterdiği Kırkçeşme’deki Peştemalcılar Hanı’na götürerek bir “kalbe bakıcı”ya kalbine baktırdığını, bu sırada kalbini bir nurun kapladığını anlatan Sarı Abdullah Efendi böylece ilk tarikat telkinini almış oldu. Bir süre sonra yine üvey babası vasıtasıyla bir cuma namazı çıkışında Ayasofya Camii avlusunda İdrîs-i Muhtefî ile karşılaştı. Bu yıllarda annesinin amcası Halil Paşa’nın himayesinde öğrenimini sürdürdü. Arapça’yı, Farsça’yı, dinî ve edebî ilimleri öğrendi. Hâlid Efendi adlı bir hattattan hüsn-i hat dersleri aldı. Yirmi beş yaşlarında Halil Paşa’nın divitdarı olarak memuriyet hayatına başladı ve çeşitli şehirlerde onunla birlikte bulundu. İdrîs-i Muhtefî’nin vefatından (1024/1615) sonra Hacı Kabâyî Efendi’ye intisap etti. Halil Paşa’nın Osmanlı-Safevî mücadelelerinin devam ettiği ilk sadrazamlık döneminde 1617-1618 yıllarını onun yanında İran sınırındaki şehirlerde geçirdi. 1619 yılı başlarında Halil Paşa ile birlikte İstanbul’a döndü. Bu tarihten Halil Paşa’nın ikinci defa sadrazamlık makamına getirildiği 1036 (1626) yılına kadar muhtemelen paşanın hizmetinde bulunmayı sürdürdü; bu arada eser telif etmeye başladı. Tanınmış eserlerinden Semerâtü’l-fuâd’ı 1033’te (1624) iki ay içerisinde tamamladı. İki yıl sonra Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî adlı eserini yazmaya girişti. Halil Paşa’nın IV. Murad tarafından ikinci defa sadârete getirilip isyan halinde olan Abaza Paşa’yı itaat altına almak ve İran’la sürmekte olan savaşı barışla sonuçlandırmakla görevlendirildiği dönemde Dîvân-ı Hümâyun tezkirecisi oldu, onunla birlikte Şark seferine çıktı. Sefer sırasında ölen Mehmed Efendi’nin yerine reîsülküttâb tayin edildi. Abaza Paşa ile yapılan müzakerelerden bir sonuç alınamaması ve Ahıska’nın Safevîler’in eline geçmesi üzerine Şâban 1037’de (Nisan 1628) görevinden azledildi.
Halil Paşa ve Sarı Abdullah yeni sadrazam Hüsrev Paşa’nın kendilerine bir zarar vereceği endişesiyle tebdilikıyafet ederek gizlice İstanbul’a döndüler. Halil Paşa, daha önceden irtibat halinde olduğu ve muhtemelen İdrîs-i Muhtefî’nin vefatından sonra teberrüken intisap ettiği Aziz Mahmud Hüdâyî’nin yanına sığındı. Sarı Abdullah Efendi evinde gizlendi. Mürşidi Hacı Kabâyî Efendi’nin vefatını azil olayından sonra Erzurum’da sığındıkları bir evin hanımından öğrendiğini, İstanbul’a döndüğünde uzunca bir süre Hacı Kabâyî Efendi’nin yerine geçen zatı aramakla meşgul olduğunu, dostlarının onu kendisine bildirmediklerini söyleyen Sarı Abdullah Efendi, nihayet mürşidinin kabrini ziyaret ettiği bir gün Sütçü Beşir Ağa ile karşılaştı. Halil Paşa’nın ölümü üzerine (1038/1629) hâmisini kaybeden Sarı Abdullah Efendi on yıl sürecek uzlet hayatına çekildi. Bu sırada eser telifiyle meşgul oldu, Mesnevî şerhini tamamladı. Şevval 1047’de (Şubat- Mart 1638) rikâb-ı hümâyun reîsülküttâb kaymakamlığına getirildi ve IV. Murad’ın maiyetinde Bağdat Seferi’ne katıldı. Bağdat’ın fethi sırasında şehid olan İsmâil Efendi’nin yerine reîsülküttâb tayin edildi. Dönüşte Diyarbekir’de görevinden azledildiyse de (Zilhicce 1048 / Nisan 1639) daha sonra tekrar reîsülküttâb kaymakamlığına getirildi (Şâban 1049 / Aralık 1639). Cevheretü’l-bidâye adlı eserini bu görevi sırasında tamamlayıp IV. Murad’a sundu. Ertesi yıl Anadolu muhasebeciliğine, bir ay sonra cizye muhasebeciliğine tayin edildi. 1053 (1643) yılında Düstûrü’l-inşâ adlı eserini tertip etti. 1059’da (1649) Nasîhatü’l-mülûk’ü yazıp IV. Mehmed’e sundu. 1060 yılı sonlarında (Aralık 1650) piyade mukabeleciliğine, 1065 Muharreminde (Kasım 1654) mensuh mukataacılığına getirildi. Ahmed Resmî onun bu tarihte mensuh mukataacılığından azledildiğini, Müstakimzâde ise 1069’da (1658-59) bu göreve getirildiğini kaydeder. Mensuh mukataacılığı onun son görevi oldu. Son yıllarını Kocamustafapaşa’da Sünbül Efendi Dergâhı yakınındaki evinde ilim, ibadet ve çiçek yetiştirmekle geçiren Sarı Abdullah Efendi 23 Safer 1071 (28 Ekim 1660) tarihinde vefat etti. Vefatına, “Gül-i nesrîn-i adn ola ilâhî Sarı Abdullah” mısraı tarih düşürülmüştür. Kabri, Topkapı’dan Maltepe’ye giden yolun sol tarafındaki mezarlıkta Şeyhler Makberesi diye tanınan sofadadır.
Sarı Abdullah Efendi kendini “aslen Bayramî, tarikaten Celvetî, terbiyeten Mevlevî” olarak tanıtır (Nasîhatü’l-mülûk, İÜ Ktp., TY, nr. 9625, vr. 263b). Onun Hamza Bâlî’den sonra Hamzaviyye diye anılan Bayramî-Melâmîliği ile ilgisi daha çocuk yaşlarında başlamış, Bayramî-Melâmî kutubları İdrîs-i Muhtefî, Hacı Kabâyî Efendi ve Sütçü Beşir Ağa dönemlerini idrak etmiştir. Ancak Hacı Kabâyî Efendi’nin vefatından sonra kutbun kendisine bildirilmemesi bu çevreyle bazı sorunları olduğu izlenimini vermektedir. Öte yandan Safâyî’nin, Sarı Abdullah’ın Beşir Ağa ile aynı semtte oturduğunu ve kendisiyle sık sık görüştüğünü, bu durumun onun Hamzavî zannedilmesine sebep olduğunu, ancak Hamzavîlik’le ilişkisi bulunmadığını söylemesi dikkat çekicidir (Tezkire, s. 376). İdrîs-i Muhtefî’nin en şiddetli hasımlarından Abdülmecid Sivâsî’nin halifesi Mehmed Nazmi Efendi’nin kendisinden takdirkâr ifadelerle bahsetmesinin (Osmanlılarda Tasavvufî Hayat, s. 455) izahı oldukça güçtür. Ayrıca Nazmi Efendi’nin anlattığına göre Abdülahad Nûri, Sarı Abdullah Efendi, Bayramî Melâmîliği’nin ileri gelenlerinden Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi ve kendisinin bulunduğu bir mecliste İbrâhim Efendi’nin Sarı Abdullah’a yönelttiği ağır ifade bu bağlamda değerlendirilmelidir. Abdülbaki Gölpınarlı onun İdrîs-i Muhtefî tarafından “kalbe bakıcı” tayin edildiğini söyler. Ancak yukarıda anlatılanlar dikkate alındığında bunun doğru olmadığı söylenebilir.
Sarı Abdullah Efendi, Celvetiyye tarikatının pîri Aziz Mahmud Hüdâyî’den feyiz aldığını eserlerinde çeşitli münasebetlerle kaydeder. Müstakimzâde’nin onun ilk olarak Aziz Mahmud Hüdâyî’ye intisap ettiğini söylemesi (Tuhfe, s. 281) doğru değildir. Sarı Abdullah Efendi, Halil Paşa’nın himayesine girdikten sonra ve muhtemelen ilk sadrazamlığı döneminde Aziz Mahmud Hüdâyî’ye intisap etmiş olmalıdır. Onun Mevlevîlik’le ilgisi ise Mevlânâ’ya ruhanî bağlılığından kaynaklanmaktadır. Esrar Dede kendisini “seçkin bir Mevlânâ muhibbi” diye tanımlar (Tezkire, s. 212). Semerâtü’l-fuâd’daki ifadelerden diğer bir Mesnevî şârihi İsmâil Rusûhî Ankaravî ile tanıştığı anlaşılmaktadır.
XVII. yüzyıl şairlerinden, Edirne Mevlevîhânesi şeyhi Neşâtî Ahmed Dede’nin reîsülküttâblığı sırasında Sarı Abdullah Efendi’nin onun kesedarlığı hizmetinde bulunduğu, bu sırada ondan melâmet neşvesi aldığı kaydedilir. Mevlevîler’den diğer bir yakını da şair ve hattat Cevrî İbrâhim Çelebi’dir. Sarı Abdullah’ın birçok eserinin Cevrî tarafından istinsah edildiği görülmektedir. Bayramî Melâmîliği’ne dair Sergüzeşt adlı eserin müellifi La‘lîzâde Abdülbâki Efendi, Sarı Abdullah Efendi’nin kız kardeşinin torunudur. Müstakimzâde, Sarı Abdullah’ın cebeciler kâtibi iken 1066’da (1655-56) vefat eden Mustafa Resmî adlı divan sahibi şair oğluyla La‘lîzâde Abdülbâki Efendi ve babası La‘lî Mehmed Efendi’yi ondan feyiz alanlar arasında zikreder.
Sarı Abdullah Efendi, “Abdî” mahlasıyla tasavvufî manzumeler kaleme almıştır. Çoğu didaktik olan bu manzumelerin fazla edebî değeri bulunmamaktadır. Bunların en tanınmışı seyrü sülûke dair 105 beyitlik “Meslekü’l-uşşâk” adlı kasidedir. La‘lîzâde Abdülbâki Efendi buna kırk yedi beyitlik bir zeyil yazmıştır (metinleri için bk. Tomar-Melâmîlik, s. 72-82). Sarı Abdullah Efendi tasavvufî kişiliğinin yanı sıra hattatlığı, özellikle ağaç, çiçek yetiştiriciliği ve bahçe düzenlemesiyle tanınmıştır. Yedi yeni zerrin lâle çeşidi yetiştirdiği, bunların üçünün kendi ismiyle tanındığı, en meşhurunun “yamalı kabak” adlı zerrin çeşidi olduğu kaydedilir. Kendisine “Sarı” lakabının yetiştirdiği zerrinlerin renginden dolayı verildiği rivayet edilmektedir. Sarı Abdullah Efendi’ye bu konudaki ustalığı sebebiyle Sultan İbrâhim tarafından “şükûfe-perverân” üzerine reis ve mümeyyiz tayin edilmiş ve kendisine bir berat verilmiştir (beratın metni için bk. Müstakimzâde, Risâle, vr. 57a-58b).
Eserleri. 1. Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî. Sarı Abdullah Efendi’nin “şârih-i Mesnevî” unvanıyla anılmasını sağlayan eser Mesnevî’nin I. cildinin şerhidir. Müellifin IV. Murad’a takdim ettiği eserin adı telife başlama, “hitam” ise bitirme tarihini vermektedir. Kitabın Cevrî tarafından istinsah edilmiş tezhipli bir nüshası Köprülü Kütüphanesi’ndedir. Yirmiyi aşkın yazma nüshası bulunan eser beş cilt (2600 sayfa) halinde basılmıştır (İstanbul 1287-1288). I. cildin başında Sarı Abdullah’ın Ahmed Resmî’nin Halîkatü’r-rüesâ’sındaki biyografisi yer almaktadır. Mesnevî’nin bir cildi üzerine yazılmış en geniş şerh olma özelliğini taşıyan eserde tasavvufun hemen bütün konuları derinlemesine ele alınmıştır. Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî ile ilgili henüz yeterli bir çalışma yapılmamıştır. 2. Semerâtü’l-fuâd fi’l-mebde’ ve’l-meâd. Müellifin İsmâil Ankarâvî ile yaptığı bir sohbetin ardından kaleme almaya karar verdiği eser onun en tanınmış kitabıdır. Sarı Abdullah Efendi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Hacı Bayrâm-ı Velî’den istimdad ederek yazmaya başladığını söylediği eseri 1033 (1624) yılında kısa sürede tamamlamıştır. Beş bölümden meydana gelen eserde Hz. Âdem’in hilâfeti, insan, kutub, cezbe, aşk, seyrü sülûk, tarikat, hakka yönelme gibi konular işlendikten sonra tarikat silsilelerine ve meşhur sûfîlerin biyografilerine yer verilmiştir. Birçok yazma nüshası bulunan Semerâtü’l-fuâd İstanbul’da basılmıştır (1288). Eserin özensizce yapılan sadeleştirilmiş bir yayımı bulunmaktadır (Gönül Meyveleri, haz. Kenan Necefzâde, İstanbul 1967). 3. Cevheretü’l-bidâye ve dürretü’n-nihâye. Bağdat’ın fethini tebrik için 1049 (1639) yılında IV. Murad adına kaleme alınan eser padişahı metheden ve fethi anlatan bir bölümle başlamaktadır. Zât-ı ilâhî, ruh, insanın hakikati, kader gibi konular üzerinde durulduktan sonra dört halife ile on iki imamın biyografileri verilmiş; Nakşibendiyye, Halvetiyye ve Celvetiyye silsilelerinin ardından Bayramî-Melâmî kutublarından bahsedilmiştir. 304 varaklık bu hacimli eserin müellif nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (TY, nr. 3792). 4. Düstûrü’l-inşâ. II. Bayezid devrinden kendi dönemine kadar 170 civarında siyasî belgeyi ihtiva eden eser 1053 (1643) yılında tertip edilmiştir. Sarı Abdullah Efendi belgelerin bir kısmını reîsülküttâblığı sırasında bizzat kendisi kaleme almış, bir kısmını Cevrî’ye yazdırmıştır. Feridun Bey’in Münşeâtü’s-selâtîn’inin zeyli kabul edilen eserin muhtevasını Adnan Erzi kendi kütüphanesindeki nüshaya dayanarak tanıtmıştır (bk. bibl.). Eserin nüshalarında belge sayısı farklılıklar göstermektedir. 5. Nasîhatü’l-mülûk tergiben li-hüsni’s-sülûk. IV. Mehmed’e ithaf edilen eser iki bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölüm tam bir siyasetnâmedir, ikinci bölümde dinî-tasavvufî meselelere temas edilmiştir. Sarı Abdullah Efendi, devlet adamlarını zulüm ve hatalardan korumak amacıyla kaleme aldığını söylediği eseri Mesnevî beyitleriyle süslemiştir. Müellif nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Hekimoğlu Ali Paşa, nr. 679). Eseri Osmanzâde Ahmed Tâib Efendi Telhîsü’n-Nesâyih adıyla özetleyip III. Ahmed’e takdim etmiştir (İstanbul 1283). 6. Mir?âtü’l-asfiyâ? fî sıfâti’l-Melâmetiyyeti’l-ahfiyâ?. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’sindeki melâmet, Melâmetîlik, kutub ve Mehdî ile ilgili metinlerin derlenmesiyle meydana gelen Arapça eserin sonunda İbnü’l-Arabî’nin faziletleri ve menkıbelerine yer verilmiştir. Sarı Abdullah Efendi’nin vefatından kısa bir süre önce tamamladığı eserin müellif nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Şehid Ali Paşa, nr. 461). Çeşitli kaynaklarda Sarı Abdullah Efendi’ye nisbet edilen Risâletü ricâli’l-gayb, Tedbîrü’n-neş’eteyn, Gülşen-i Râz, Metâliu’l-envâr, Tercüme-i Makasıdü’l-ayniyye, Risâle fî merâtibi’l-vücûd gibi eserler ona ait değildir.