Milliyetçilik
AYDIN MENDERES 27 Şubat 2007
MİLLİYETÇİLİK Türkiye’de yükselen değerdir. Kimisi buna çok kızıyor, kimisi ise memnun oluyor. Ama herkes milliyetçiliğin yükseldiği hususunda ittifak halindedir. Bu yazımızda milliyetçiliğin özünün ne olduğu, niçin ve kime karşı yükseldiğini anlatmaya çalışacağım. Ancak bundan önce Başbakan Erdoğan’ın milliyetçilikle ilgili sözleri üzerinde durmak istiyorum.
Başbakan’ın yakışıksız sözleri
BAŞBAKAN milliyetçilik konusunda önce şunu bilmelidir: Türkiye’de milliyetçilik sadece bir tek siyasi partiyle sınırlı değildir. Milliyetçilikle ilgili yakışıksız sözlerden etkilenecek çok büyük bir nüfus ve seçmen kesimi mevcuttur. Ayrıca bu tâbir Atatürk milliyetçiliği olarak Anayasa’ya girmiştir. Çıkarılana kadar oradadır. Gereğini yerine getirmek zorunludur. Hele hele Cumhurbaşkanlığı’na aday olan bir kişinin bu hususları çok iyi bilmesi ve gereken duyarlılığı göstermesi icab eder.
Milliyetçilere “kafatasçı” demek yakışıksız bir beyandır. Türkiye’de ırkçılık tabanlı bir milliyetçilik yoktur; hiç olmamıştır. Hiç kimse bu yıllardır çiğnenip bayatlamış sakızı yeniden piyasaya sürmemelidir. Bu tür yakışıksız tâbirler Başbakan’ın lügatine acaba nasıl giriyor? Acaba eşi, dostu, danışmanları bunları söylemesine niçin engel olmaya çalışmıyor? Başbakan’ın “milliyetçilik demek, millet için çalışmaktır” tanımlaması ise bırakın bir Başbakanı, sıradan bir siyasetçiye bile uymayacak kadar sığ ve içeriksiz bir tanımlamadır.
Milliyetçiliğin özü
HAZAR Denizi’nin kuzeyindeki Oğuz Yabgu Devleti’nin Subaşısı Selçuk Bey burayı bırakıp ildaşlarıyla birlikte Horasan’a gitmeye karar verdiği vakit bu yürüyüşünün dünya tarihini ne kadar muazzam bir şekilde etkileyeceğini bilmesi mümkün değildi. Önce Selçuklu Devleti kuruldu, bu devlet Horasan’dan akın akın gelmekte olan yeni Oğuz boylarını Anadolu’ya sevk etti. Malazgirt bunun önünü açmıştı. Arkasından Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu. Bu devletin ve Türklerle birlikte Anadolu’da var olan bütün Müslümanların ilk misyonları Haçlı Seferleri’ni durdurmak oldu. İslam dünyasının kalkanı artık Anadolu’daydı. Osmanlılar bir dönem bu kalkanı Viyana kapılarına kadar taşıdılar. Bugün için Anadolu’nun Müslümanların elinde olmuş olması son bin yıllık dünya tarihinin en önemli olaylarının başında gelmektedir. Bu topraklarda yaşayan insanları millet haline getiren temel öge de işte bu tarihi misyondur. Anadolu’da bugün Müslümanlar olmasaydı İslam dünyasının durumu ne olurdu sorusu bile son derecede ürperticidir.
Yükselen milliyetçilik dışa karşı
TÜRKİYE’DEKİ bütün topluluklar bu misyonu iliklerine kadar benimsemişlerdir. Osmanlı’nın oluşturduğu bu dünyadan kopan ya da kopartılan topluluklar ise helak olmuşlardır.
Batı bize “Ege’ye balıkçı teknelerinizi bile çıkaramayacaksınız, Kıbrıs’ı ve D. Akdeniz’i bize bırakacaksınız, G. Doğu Irak’ın kuzeyinde kurulacak devletin olacak, D. Anadolu’nun bir bölümünü Ermenistan’a bırakmaya hazır olun, Trabzon’daysa Rum - Pontus Devleti yeniden kurulacak” diyor. Askerimizin başına çuval bile geçirilebiliyor. Şu günlerde Dışişleri Bakan’ı Gül, Amerika’da kapı kapı gezip görüşecek adam arıyor, bulamıyor. İstiskale uğruyor. Bu şartlarda hangi ülkede milliyetçilik yükselmezse o toplum rahatsız ve özürlüdür demektir. Milletimiz yıllardır Filistin’de ve Lübnan’da yaşananları ve dört yıldır Irak’ın hangi kesiminden olursa olsun dökülen masum insanların kanlarını bir türlü içine sindiremezken bir de AB ve Amerika’nın Türkiye’yi horlayan, yok sayan ve onu yeniden parça parça etmek isteyen davranışları milletimizi çok haklı ve büyük bir infale sevk etmektedir.
Türkiye’de yükselen milliyetçiliğin herhangi bir etnik topluluğun diğerleri üzerinde baskı kurmak istemesiyle hiç ilgisi yoktur. Zira böyle bir istek mevcut değildir. Kimse bu gerçeği çarpıtmamalıdır.
Bugün milliyetçilik yükseliyor sözünü bir tehlikeye işaret etmek için söyleyenler aslında böyle bir dalganın Batı’nın Türkiye ile ilgili kötü emellerine mani olacağı için karşı çıkmakta olduklarının farkına varmalıdırlar.
İki tarz-ı milliyetçilik /AYDIN MENDERES
GEÇEN haftaki yazımızda milliyetçiliğin yükselmeye devam edeceğini yazmıştık. Sebebini de söylemiştik. Cumhuriyet döneminde hiçbir zaman bugün olduğu kadar Batı tarafından horlanmadık ve milli birliğimiz, istiklâlimiz ve toprak bütünlüğümüz de tehdide maruz kalmadı. İktidar bu duruma razıdır. Muhalefetin büyük bir bölümü ise iktidardan farklı bir durumda değildir. Sol, bu horlanma ve tehdide karşı güçlü bir tepki koyabilirdi. Ama bölünmüştür. Bunu asıl yapacak olanlar ise İslamcılar olurdu. Türkiye’de İslamcılık ise AKP’nin iktidar olup Milli Görüş gömleğini çıkarmalarıyla birlikte bir anda buharlaşıvermiştir. Bu şartlarda milliyetçiliğin, milletin dışarıya karşı tepkisini ve bir arada yaşama iradesini ortaya koymakta rakipsiz kaldığı açıkça gözükmektedir.
‘Milletin’ bizdeki kökeni
BİRÇOK düşünürümüz millet ve milli devletin hem bir olgu hem de bir kavram olarak Batı’ya ait olduğunu ve bize Batılılaşma tercihimizin bir parçası olarak geldiğini ileri sürmüşler ve milleti de, milli devleti de, milliyetçiliği de Batı’yı kuru kuruya bir öykünme olarak nitelendirmişlerdir. Buna farkında olmadan bazı milliyetçiler de katılmış ve bizde Batı normlarına ve Batılı bir içeriğe bağlı bir milliyetçilik ve hatta bir millet inşa etmek istemişlerdir. Halbuki ortada çok farklı bir durum vardır.
Batı’da millet, milli veya ulus devlet kapitalizmin, feodalizmin yerini almasıyla ortaya çıktı. Halbuki bu olgudan bir üç yüz yıl önce Anadolu’daki ve henüz Osmanlı Beyliği’nin egemenliği altında tamamen bütünleşmemiş durumda olan toplumun daha o vakit bugünkü millet kavramına çok yakın özellikler taşıyordu. Çok değerli tarihçimiz Mustafa Akdağ (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi - Cilt/1) Ondördüncü Yüzyıl’ın sonlarına doğru Anadolu’da artık bir milletin oluşmuş olduğunu söyler. Onsekizinci Yüzyıl’ın başlarına kadar Osmanlı toplumu birbirinden çok farklı dinlerden ve etnisitelerden oluşmuş olmasına rağmen ortak, yeknesak ve yekpare bir kültüre sahipti. Erol Güngör, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ni bu gerçeğe tanık getirirken son derecede haklıdır.
Batı’da onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıllarda ortaya çıkan imparatorluklar milli veya ulus devletlerden sonra meydana geldiler. Buna mukabil Batı’daki imparatoluklardan bir üç yüz yıl kadar önce Fatih döneminde Osmanlı Beyliği Osmanlı İmparatorluğu’na dönüşmüştü. Görülüyor ki Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşmanın bir gereği olarak kurulmadığı gibi milli devlet de Batı’ya kuru kuruya bir öykünme olarak ortaya çıkmamıştır.
Tarihi kimliğimize bağlı milliyetçilik
OSMANLI toplumu bir milletti. Gerileme ve Batı’nın bölücü kışkırtmaları bu bütünlüğü bozdu. Osmanlı yöneticileri ve düşünürleri bunu muhafazaya çalıştılar. Amaç toplumsal bütünlüğü devam ettirmekti. Osmanlı toplumundaki millet, milli devlet ve milliyetçiliğin temelinde Batı’ya öykünmek yerine kendi varlığını korumak ve sürdürmek iradesi yer almaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun federatif yapısı ve çeşitli din ve inançlara gösterdiği tesamuh ve hoşgörü onun gayet gelişmiş bir merkeziyetçi devlet olduğunu da gözlerden uzak tutulmasına yol açmamalıdır. Osmanlı toplumu yamalı bir bohça değildi. Bu hale getirilmek istendi, buna da direndi. Türkiye Cumhuriyeti bu dağıtılan bütünden kurtarabildiklerimizdir.
Osmanlı merkeziyetçiydi. Tanınan sebebiyete mukabil şartı bundan istifade edecek olanların devlete bağlılıklarını ve devletin denetimini kabul etmeleri şarttı. Osmanlı Devleti’nin merkeziyetçiliği bir tarafta Orhun Yazıtları’na, diğer tarafta Hz. Ömer’e kadar dayanmaktadır. Bu bağlamda başka bir tarihi gerçeği de göz önünde bulundurmamız gerekecektir.
Büyük Selçuklular da, Anadolu Selçukluları da, Osmanlılar da ve diğer beylikler de, etnik bir tegallübe bağlı devlet kurmadılar. Bunun içindir ki milli geleneğimiz, ırkçılığa karşıdır. Özünde Batılılaşmaya da çelişir. Bunun içindir ki milliyetçiliğin kendi inanç, gelenek ve mefahirimizi esas alan ortak bir milli kimlik üzerine oturması iktiza eder. Yükselen milliyetçiliğin de böyle olması herkesin arzusu olmalıdır.
İki tarz-ı milliyetçilik /AYDIN MENDERES
OSMANLI yöneticilerinin ve düşünürlerinin imparatorluğun son üç yüz yılında iki temel meselesi olmuştur. Birisi bölünüp, dağılmamak, diğeri ise en kısa zamanda ekonomi, ilim, fen ve askerlik gibi alanlarda Batı’yla rekabet edebilecek hale gelmekti.
Osmanlı yöneticileri ve düşünürleri, Batı’nın Osmanlı toplumunu bölmeye yönelik girişimlerini önce Osmanlıcılıkla göğüslemeye çalıştılar. Hıristiyan topluluklar da bölünüp ayrılmasınlar isteniyordu. Onların gönlünü almak esastı. Bunun için de güzel tâbirlerle anılıyorlardı. Söz gelimi Ermeniler’in adı teb’a-yı sadıka idi. Sonuç alınamadı. Bu sefer Müslüman toplulukları bir arada tutma gayreti ortaya çıktı. Araplara kavm-ı necibi Arap deniliyordu. Bunun da fayda edeceği şüpheli hale geldi. Devleti yönetenler büsbütün dağılmamak için sabit bir unsur arıyorlardı. Bunun adına Türkler denildi. Türk kelimesi devlet ve toplumun son istinad noktası olmak üzere ortaya atılmıştı. Türk kelimesi ve ona yüklenen bu misyon kendisi köken olarak son derecede kozmopolit olan Osmanlı Devlet ricalinin anonim bir ürünüdür. Arka planında Türk kökenlilerin herhangi bir istek ve dayatması yoktur. Burada adları çoğunluğu teşkil eden etnik toplulukların ismiyle anılan Batı’daki ulus devletlere de bir öykünme söz konusu değildir.
Milliyetçilik, İslam ve Batılılaşma
Devlet ricalinin “Türk” kavramını kullanmaktan maksadı bir gün imparatorluğun yerini alacağı düşünülen veya istenen ulus devletin etnik bağlamda kurucusunu bulmak değildi. Rical, “Türk” derken amacı, ne pahasına olursa olsun devletin, toplumun ve sahip olunan toprakların bekâsını kayıtsız şartsız üstlenecek, bunun için gerekirse her şeyi göze alabilecek bir görevin muhatabı olacak bir topluluğu bulup çıkarmaktı. Milliyetçilik bu şartlar altında doğdu. Bugün bizim için lazım olan da bunu bilmektir. Milliyetçiliğin daha sonra Batı’yla rekabet modelini de oluşturacak bir ideolojiye dönüşmesi düşünce tarihimiz açısından önemlidir. Osmanlılar Karlofça’dan sonra gözlerini Batı’ya çevirmişlerdi. Rekabet için Batılılaşmak gereğini duydular. Bu düşünce giderek genişledi. II. Mahmut’la birlikte devletin (bugüne kadar devam eden) temel tercihi oldu. Milliyetçilik ideolojileşirken Batılılaşmayı karşısına almadı. Onu belirli ölçüde benimsedi. Ancak, ilk andan itibaren milliyetçilikle Batılılaşma arasında çok büyük bir gerilim mevcuttu: Bir taraftan bir milli kimlik inşa etmek, diğer taraftan sınırlı bile olsa başka toplumlara benzemeye çalışmak.
Bu arada Türklük, Türkçülük ve milliyetçilik halen devlete ve topluma bağlı birçok unsurun da tepkisini çekebilir ve bütünleşmeye hiçbir katkı sağlamayabilirdi. Ayrıca milliyetçiliğin üzerine oturacağı milli kimliğin inşasına gelince ihtiyaç duyulacak en büyük referans doğrudan doğruya İslamiyet ya da Müslümanlıktı. Milliyetçilikle Batılılaşma arasında hep doldurulamayacak bir boşluk kalırken İslam ve hatta İslamcılıkla milliyetçiliğin ciddi bir çelişme içinde olması ise söz konusu değildi.
Ulus devlet, milliyetçilik
Tam bu noktada karşımıza iki tür milliyetçilik çıkmaktadır. Birincisi Batılılaşmaya ağırlık veren, milliyetçiliği bir ideoloji ve siyasal eylem olarak kurarken Batı’daki millet, ulus devlet ve milliyetçilikle ilgili yazılıp söylenenlerden ağırlıklı olarak etkilenmiş bir milliyetçilik. Böyle bir milliyetçilik yönetim anlayışı olarak buyurgan ve tepeden inmeci olacaktır. Bu da bütünleştirici olmaktan uzaklaşmak demektir. Kaldı ki Batılılaşma en azından ne kadar ve nereye kadar olmalı bağlamında son derecede tartışmalı bir konudur. Batılılaşma bu sebeplerden dolayı milli kimliğin inşasına ve halk tarafından benimsenmesine önemli bir engel teşkil etmektedir. Daha da önemlisi hem Batılılaşmak, hem de Batı’ya karşı anti-emperyalist bir tavır oluşturmak telifi son derece de zor bir konudur.
Sonuçta ikinci tarz-ı milliyetçilik İslamiyet veya Müslümanlığı çok geniş bir şekilde örtüşen bir milliyetçiliktir. Yükselmesi gereken milliyetçilik de budur.