Kalıcılaşan suskunluk
Yakup Kepenek 01 Ocak 1970
Bir toplumsal yapının demokrasi sağlığı, basın-yayınının ve üniversitesinin görevlerini ne ölçüde yaptıklarına doğrudan bağlıdır.
Ülkemizde basın-yayının yaşamakta olduğu baskılar bir ölçüde de olsa iç ve dış kamuoyunun gündeme gelirken, üniversitenin tümüyle susturulmuş olmasının üzerinde hemen hiç durulmuyor.
Aşamalar
Üniversiteyi esas olarak rektör yönetir. Bu nedenle rektörlerin nasıl atandığının YÖK süresince evrimi, yükseköğretimin niteliğinin açıklanmasında anahtar işlevi görür.
12 Eylül 1980 döneminde rektör, 5 Kasım 1981’de kurulan ve geçen hafta 37 yaşına basan YÖK tarafından kendisine sunulan üç aday arasından Devlet Başkanınca seçilmekteydi.
Demokratikleşme sözü vererek, dahası, bu ülkede bir apartmanda oturanlar yöneticilerini seçer, benim üniversitemin öğretim üyeleri yöneticilerini seçemez; Türkiye’yi bu ayıptan kurtaracağız diyerek iktidara gelen 1992’de DYP-SHP ortak hükümeti, rektörlerin seçimle işbaşına gelmesi yönünde ilk bakışta olumlu sayılabilecek bir adım attı.
Buna göre, öğretim üyelerinin katıldığı seçimde en çok oy alan altı kişi rektör adayı olarak saptanmış sayılacaktı. Seçilen altı kişiden üçü YÖK tarafından cumhurbaşkanına sunulacak, o da bunlardan birini rektör atayacaktı. Ancak bu iki aşamalı atama sürecinde adayın aldığı oy sayısı dikkate alınmıyordu. Böylece bir-birkaç oy alan kişi bile rektör olarak atanabiliyor ve üniversite bu nedenle tam bir karmaşa ortamına sürüklenebiliyordu.
Bu aksaklığın giderilmesi için yapılması gereken, yasa değişikliğine gidilerek kesinlikle en çok oy alan adayın rektör olarak atanmasının sağlanması; daha katılımcı bir tutum sergilenerek üniversitenin öğrencilerini ve diğer çalışanlarının da rektör seçimine katılmasını sağlamaktı.
Asıl susturucu AKP!
Böyle olmadı, geçen yıl, rektör seçimine öğretim üyelerinin bu sınırlı katılımı ya da seçim olgusu kaldırıldı; en başa, 12 Eylül 1980’e dönüldü.
AKP, OHAL kapsamında çıkardığı 3 Ekim 2016 tarih ve 676 sayılı KHK (m.85) ile şu düzenlemeyi yaptı: Rektör, YÖK tarafından önerilecek üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Bir aylık sürede önerilenlerden birisinin atanmaması ve Yükseköğretim Kurulu tarafından, iki hafta içinde yeni adaylar gösterilmemesi halinde Cumhurbaşkanınca doğrudan atama yapılır.
Vakıf üniversitelerinde de rektör mütevelli heyetinin YÖK’e teklifi ve YÖK’ün olumlu görüşü üzerine yine Cumhurbaşkanınca atanır.
Günümüzde ekonomik ve toplumsal gelişmenin motoru bilimsel gelişmedir. Üniversite, eğitim, bilimsel araştırma ve bilgiyi topluma yayma işlevleriyle çok etkin ve verimli çalışmalıdır. Üniversitenin siyasallaşması bilimsel araştırma özgürlüğünü doğrudan ya da dolaylı olarak sınırlayacağı için çok yanlıştır. AKP iktidarında bu yanlış, yıkıma dönüşmüş bulunuyor.
O kadar ki üniversite ise, başta, 4 bin 100’e ulaşan bilim insanının görevlerinden uzaklaştırılması; ilk ve ortaöğretimde bilimsellikten uzak ders kitapları; üniversiteye giriş sınavlarıyla sürekli oynanması gibi kendisini doğrudan ilgilendiren sorunlar karşısında bile tümüyle susuyor, ya da çok yanlış konuşuyor: örneğin bir rektör, nikâhsız olanların el ele tutuşmasını uygunsuz bulabiliyor; bir diğeri şeytanla mücadele edecek bilim insanı arıyor.
Üniversite görevini yapmayınca, TEOG’dan vergi indirimine, kentlerin betonlaşmasından AKM’nin mimarisine, oradan cam filmi yasağının kaldırılmasına kadar hemen her konuda, son günlerde nedense(?) birdenbire Atatürkçü de kesilen ancak onun özellikle bilimin yol göstericiliği kavramına tamamıyla yabancı kalan ve rektörlerin alkışladığı Cumhurbaşkanı konuşuyor.