HZ. FÂTIMA
M. Yaşar Kandemir 01 Ocak 1970
Ümmü’l-Haseneyn Fâtıma bint Muhammed ez-Zehrâ (ö. 11/632)
Hz. Peygamber’in, soyunu devam ettiren kızı.
Bi‘setten yaklaşık bir yıl önce (m. 609), İbn Sa‘d ile (et-Tabakat, VIII, 19) bir kısım tarihçilere göre ise Kureyş’in Kâbe’yi yeniden inşası sırasında (m. 605) Mekke’de doğdu. Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’den beş yaş kadar büyük olduğu kaydedildiğine göre (meselâ bk. İbn Hacer, el-İsâbe, VIII, 54) birinci görüş ağırlık kazanmaktadır. Öz kardeşleri Zeyneb ile Rukıyye’den küçük, Ümmü Külsûm’dan büyük olduğu söylenmekteyse de Hz. Peygamber’in en küçük kızı olduğu görüşü daha doğru kabul edilmektedir (İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, XII, 441; a.mlf., el-İsâbe, VII, 648). Zehebî’nin belirttiğine göre künyesi “babasının annesi, anam” mânasına gelen “Ümmü ebîhâ” idi. Bu künyeyi almasının sebebi, Fâtıma’yı anne sevgisiyle seven Resûlullah’m kendisine bu şekilde hitap etmesi olmalıdır. Lakabı “beyaz, parlak ve aydınlık yüzlü kadın” anlamında Zehrâ olmakla beraber “iffetli ve namuslu kadın” anlamındaki Betûl lakabıyla anıldığı da görülmektedir (Ebû Nuaym, II, 39).
Kaynaklarda Hz. Fâtıma’nın çocukluk ve gençlik yıllarına dair pek az bilgi bulunmaktadır. Bunlardan biri, Kâbe’de namaz kılmakta olan Resûl-i Ekrem’in secdeye vardığı sırada omuzlarına müşrikler tarafından bir devenin döl yatağının atılması üzerine genç Fâtıma’nın koşarak babasının üzerindeki pislikleri temizlemesi ve bunu yapanlara kızıp söylenmesidir (Buhârî, “Vudû?”, 69; Müslim, “Cihâd”, 107-110). Hicretten bir müddet sonra Hz. Fâtıma’nın, yanlarında Hz. Ali ile annesi Fâtıma bint Esed olduğu halde Sevde, kız kardeşi Ümmü Külsûm ve Ebû Bekir’in ailesiyle birlikte Medine’ye hicret ettikleri bilinmektedir.
Fâtıma on beş yaşını tamamladıktan sonra onunla önce Hz. Ebû Bekir, ardından da Hz. Ömer evlenmek istemiş. Resûl-i Ekrem her iki teklife de olumlu cevap vermemiş, bunun ardından Hz. Ali Fâtıma’ya talip olmuş ve bu talebi Resûlullah tarafından kabul edilmiştir (İbn Sa‘d, VIII, 19). O sıralarda fakir bir delikanlı olan Hz. Ali mehir verecek kadar malı bulunmadığından Bedir Gazvesi’nde ganimetten payına düşen zırhı, bazı rivayetlere göre ise devesini ve bir kısım eşyasını satarak 450 dirhem gümüş civarında bir mehir vermiştir. Hz. Fâtıma’nın çeyizi de kadife bir örtü, içine hurma lifi doldurulmuş deri bir yastık, iki el değirmeni ve deriden yapılma iki su kabından ibaretti. Düğünleri Resûlullah’ın Hz. Âişe ile evlenmesinden dört buçuk ay sonra 2. yılın Zilkade (Mayıs 624) veya Zilhicce (Haziran 624) ayında gerçekleşti. Hz. Fâtıma 3. yılın Ramazan ayında (Şubat 625) ilk çocuğu olan Hasan’ı, bir yıl sonra Şaban (Ocak) ayında Hüseyin’i dünyaya getirdi. Daha sonraki yıllarda küçük yaşta ölen Muhassin ile (İbn Kuteybe, s. 211; İbn Hacer, el-İsâbe, VI, 243) Ümmü Külsûm ve Zeyneb doğdu. Evliliklerinin ilk yıllarında Hz. Ali ile Fâtıma arasında küçük çapta bazı anlaşmazlıklar olmuş (Buhârî, “Edeb”, 113, “İsti?zân”, 40), ancak Resûl-i Ekrem’in aralarını bulması ve Hz. Fâtıma’ya kocasına itaati tavsiye etmesi üzerine kırgınlıklar son bulmuş, Hz. Ali de artık eşini hiçbir şekilde üzmeyeceğini söylemiştir (İbn Hacer, el-İsâbe, VIII, 59).
Uhud Gazvesinde on hanımla birlikte gazilere yiyecek ve su taşıyan Hz. Fâtıma aynı zamanda yaralıları tedavi etti. Bu savaşta Hz. Peygamber’in dişinin kırılması üzerine yüzündeki kanları temizlemeye çalıştı. Kanın dinmediğini görünce bir hasır parçasını yakıp küllerini Resûlullah’ın yüzüne bastırmak suretiyle akan kanı durdurmayı başardı (Müslim, “Cihâd”, 101).
Resûl-i Ekrem Hz. Fâtıma’ya son hastalığı sırasında Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil ile her yıl bir defa birbirlerine okuduklarını (bk. ARZA), bu sene Cebrâil’in aynı maksatla iki defa geldiğini, bunun ise vefatının yaklaştığına işaret olduğunu söylemesi üzerine Fâtıma ağlamaya başlamış; Hz. Peygamber’in, ailesinden ilk önce kendisine onun kavuşacağını, ayrıca onun mümin kadınların hanımefendisi olduğunu söylemesi üzerine de gülüp sevinmiştir (Buhârî, “Fezâ?ilü ashâbi’n-nebî”, 12, “İsti?zân”, 43; Müslim, “Fezâ?ilü’s-sahâbe”, 97-99).
Hz. Peygamber’e çok düşkün olan Fâtıma babasının vefatından dolayı çok sarsıldı. Resûl-i Ekrem defnedildikten sonra gördüğü Enes b. Mâlik’e, “Resûlullah’ın üzerine çarçabuk toprak atmaya eliniz nasıl vardı, gönlünüz nasıl razı oldu?” diyerek ağladı ve daha sonra da günlerce gözyaşı döktü.
Hz. Peygamber’in vefatının ardından Fâtıma ile Abbas b. Abdülmuttalib Halife Ebû Bekir’e gelerek Resûlullah’ın mirasından hisselerini istediler. Bu miras Fedek ve Hayber’deki hurmalıklarla Medine’deki bir bahçeden ibaret olup Hz. Peygamber bu arazilerin gelirini amme işlerine, yolcularla misafirlere ve kendi ailesine harcamaktaydı. Halife onlara, Resûlullah’ın peygamberlerin miras bırakmayacağına dair hadisini hatırlatarak onun mirasının söz konusu olamayacağını, fakat ailesinin geçiminin eskiden olduğu gibi yine buraların gelirinden sağlanacağını, kendisinin bu araziyi Hz. Peygamber’in yaptığı şekilde bir mütevelli gibi kullanacağını söyledi. Hz. Âişe ile diğer bazı sahâbîlerin bu hadisi tasdik etmeleri üzerine miras iddiasından vazgeçildi (Buhârî, “Humus”, 1, “Fezâ?ilü ashâbi’n-nebî”, 12, “Megazî”, 14, 38, “Nafakat”, 3, “İ?tisâm”, 5; Müslim, “Cihâd”, 51-55). Ancak Hz. Fâtıma halifenin bu tavrına gücenerek vefat edinceye kadar onunla bir daha bu konu üzerinde konuşmadı (Buhârî, “Ferâ?iz”, 3). Bir rivayete göre ise Ebû Bekir, Hz. Fâtıma’yı vefatından bir müddet önce ziyaret ederek gönlünü almıştır (İbn Sa‘d, VIII, 27; Zehebî, A?lâmü’n-nübelâ?, II, 121).
Hz. Fâtıma, Resûlullah’ın ölümünden beş buçuk ay sonra 3 Ramazan 11 (22 Kasım 632) tarihinde vefat etti. Muhammed el-Bâkır’ın belirttiğine göre Fâtıma’yı Hz. Ali yıkadı (Zehebî, A?lâmü’n-nübelâ?, II, 128). Ölümünden sonra vücudunu kimsenin görmemesi için vasiyeti üzerine onu Hz. Ali ile Hz. Ebû Bekir’in hanımı Esmâ bint Umeys’in yıkadığı da zikredilmektedir (a.g.e., II, 129), Hz. Fâtıma, kadın cenazelerinin erkeklerinki gibi üzerine örtülen bir kefenle sarılmış olarak herkesin gözü önünde bulunmasından rahatsız olduğunu Esmâ bint Umeys’e söylediğinde Esmâ ona Habeşistan’da cenazelerin tabut içinde taşındığını anlatmış, bunun üzerine Fâtıma kendi cenazesinin de böyle taşınmasını vasiyet etmişti. Nitekim onun cenazesi Esmâ bint Umeys’in tarifi üzerine yapılan tabutla taşındı. Cenaze namazını Hz. Abbas veya Hz. Ali kıldırdı. Vasiyeti üzerine geceleyin Hz. Ali, Hz. Abbas ile oğlu Fazl tarafından Cennetü’l-baki‘a defnedildi.
Resûlullah’ın terbiyesiyle yetişen Hz. Fâtıma onun hem hayâ ve edep gibi özelliklerine, hem de konuşma tarzından (Tirmizî, “Menâkıb”, 60) yürüyüşüne kadar (Müslim, “Fezâ?ilü’s-sahâbe”, 98) birçok vasfına sahip oldu. Babasının uygun gördüğü hayat tarzını benimseyerek onun gibi sade yaşadı. El değirmeninde un öğütmekten usanan Fâtıma ile kuyudan su çekip taşımaktan yorulduğunu söyleyen Ali bu hususta Hz. Peygamber’den yardım istemeye karar verdiler. Hz. Fâtıma Medine’ye bir savaş esirinin geldiğini duyunca babasına giderek ondan kendisine ev işlerinde yardım edecek bir hizmetçi talep etti. Resûlullah da esiri, mescidde yatıp kalkan fakir müslümanların (ehl-i Suffe) ihtiyaçlarını karşılamak üzere satacağını, bu sebeple kendisine bir hizmetçi veremeyeceğini, buna karşılık yatağa girdiği vakit otuz üçer defa sübhânallah, elhamdülillah, Allâhüekber demesinin istediği hizmetçiden kendisi için daha hayırlı olacağını söyledi (Buhârî, “Fezâ?ilü ashâbi’n-nebî”, 9, “Nafakat”, 6-7, “Da?avât”, 11). Bu güzel vasıfları sebebiyle Resûl-i Ekrem Fâtıma’yı görünce sevinir, kendisini ayakta karşılar, elini tutarak yanaklarından öper, ona iltifat edip yanına veya kendi yerine oturturdu. Babası kendi evine gelince Fâtıma da onu aynı şekilde karşılayıp ağırlardı (Müslim, “Fezâ?ilü’s-sahâbe”, 98; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 143, 144; Tirmizî, “Menâkıb”, 60). Hz. Peygamber sefere giderken aile fertlerinden en son Fâtıma ile vedalaşır, seferden dönünce de ilk olarak onunla görüşürdü (Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 21). Kadınlardan en çok Fâtıma’yı, erkeklerden de Ali’yi sevdiğini söyleyen (Tirmizî, “Menâkıb”, 60) Resûl-i Ekrem, “Fâtıma benim bir parçamdır, onu sevindiren beni sevindirmiş, onu üzen de beni üzmüş olur” (Buhârî, “Fezâ?ilü ashâbi’n-nebî”, 12, 29; Müslim, “Fezâ?ilü’s-sahâbe”, 93-94; Hâkim, III, 154) ve, “Bana melek gelerek Fâtıma’nın cennetliklerin hanımefendisi olduğunu müjdeledi” demiş (Hâkim, III, 151), cennetlik kadınların en faziletlilerini saydığı bir başka hadisinde de önce Hz. Hatice ile Fâtıma’nın, sonra da Âsiye ile Meryem’in adlarını söylemiştir (Müsned, I, 293).
Hz. Peygamber’in Fâtıma’ya olan sevgisini gösteren önemli bir olay, Mekke’nin fethinden sonra Hz. Ali’nin Ebû Cehil’in kızı Cüveyriyye ile (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VII, 108) evlenmek istemesi veya Ebû Cehil’in yakınlarının kızlarını Hz. Ali ile evlendirmek için Resûl-i Ekrem’in iznini talep etmeleri üzerine onun gösterdiği tepkidir. Bu vesile ile yaptığı konuşmalarda Fâtıma’nın kendisinin bir parçası olduğunu, onun üzülmesini istemediğini, Resûlullah’ın kızı ile Allah düşmanının kızının bir araya gelemeyeceğini, Cenâb-ı Hakk’ın helâl kıldığı bir şeyi haram kılmamakla beraber bu evliliğe izin vermeyeceğini, ancak Ali’nin Fâtıma’yı boşadıktan sonra bir başka kadınla evlenebileceğini söyledi (Buhârî, “Fezâ?ilü ashâbi’n-nebî”, 16, “Nikâh”, 109). Resûl-i Ekrem’in bu konudaki hassasiyeti, Hz. Fâtıma’nın itidalini koruyamayacağı düşüncesinden kaynaklanıyordu (Müslim, “Fezâ?ilü’s-sahâbe”, 95-96). Diğer taraftan Hz. Peygamber’in konuşmasına başlarken öbür damadı Ebü’l-Âs’ın kendisine verdiği sözde durduğunu belirtmesi, Ebü’l-Âs’a Zeyneb’in üzerine bir başka kadınla evlenmemeyi şart koştuğunu hatıra getirmekte, aynı şekilde Hz. Ali’den de böyle bir söz aldığını, fakat Ali’nin bunu unutmuş olabileceğini düşündürmektedir. Bu olaydan sonra Hz. Ali Fâtıma’nın vefatına kadar bir başka kadınla evlenmediği gibi câriye de edinmemiştir. Resûl-i Ekrem’in her fırsatta onların evine gelerek ikisinin arasına oturması, hem kızına hem de damadına beslediği derin sevgiyi ifade etmesi onları birbirine bağlamış, hatta zaman zaman her biri Resûlullah’ın kendisini daha çok sevdiğini ileri sürerek onun gönlündeki müstesna yerlerinden emin olduklarını göstermişlerdir. Fâtıma da fırsat buldukça babasının yanına gider, ona hizmet etmekten zevk duyardı. Mekke’nin fethedildiği yıl Resûlullah evinde yıkanırken Fâtıma’nın onu bir perde ile setretmeye çalışması (Buhârî, “Gusül”, 21, “Salât”, 4) onların bu yakınlığının derecesini göstermektedir. Resûl-i Ekrem, Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’yi ve çocukları Hasan ile Hüseyin’i abasının altına alarak, “Allahım! Bunlar benim Ehl-i beytimdir; onları kötülüklerden koru ve kendilerini tertemiz kıl” diye dua etmiştir. Hz. Fâtıma ile ilgili önemli hususlardan biri de Resûlullah’ın neslinin onun çocukları vasıtasıyla devam etmiş olmasıdır.
Hz. Fâtıma’dan on sekiz hadis rivayet edilmiş olup tamamı Kütüb-i Sitte’de yer almakta, bunlardan ikisi hem Sahîh-i Buhârî hem de Sahîh-i Müslim’de bulunmaktadır. Kendisinden Hz. Ali, Hz. Hasan ile Hüseyin, Hz. Âişe, Ümmü Seleme, Hz. Peygamber’in hizmetkârı Ümmü Râfi‘in karısı Selmâ, Enes b. Mâlik ve başkaları rivayette bulunmuşlardır. Ayrıca Hz. Hüseyin’in kızı Fâtıma’nın ve daha başka râvilerin ondan mürsel rivayetleri vardır.
Kaynaklarda Hz. Fâtıma’ya nisbet edilen bazı şiirler ve beyitler bulunmakta (meselâ bk. İbn Seyyidünnâs, s. 358; Ali Fehmi Câbic, s. 126, 128), bunları Hz. Peygamber’in vefatından sonra söylediği belirtilmektedir. Zehebî, Fâtıma’nın Resûlullah’ın vefatı dolayısıyla söylediği ileri sürülen, “Başıma gündüzü geceye çevirecek büyük musibetler geldi” şeklindeki beytin ona ait olmadığını kaydetmektedir (A?lâmü’n-nübelâ?, II, 134). Fâtımîler, Hz. Fâtıma’nın soyundan geldiklerini iddia ederek kurdukları hânedana ona izâfeten bu adı vermişlerdir.
Şiî Kaynaklarına Göre Fâtıma. Şiî kaynakları, Hz. Fâtıma’nın bi‘setin 2 veya 5. yılında doğduğunu iddia ederler. Hatta Hz. Hatice’nin Fâtıma’ya isrâ ve mi‘rac hadisesinden sonra hamile kaldığını ileri süren kaynaklar da vardır. Bu tür rivayetlerde, Hz. Peygamber’in mi‘racda bulunduğu sırada kendisine ikram edilen cennet meyvesinden yediği, Fâtıma’nın bu meyveden hâsıl olduğu, Resûl-i Ekrem’in o meyvenin kokusunu özledikçe Fâtıma’yı öptüğü kaydedilir. Hz. Fâtıma’nın mi‘rac olayından çok önce doğmuş olması bu tür rivayetlerin tutarsızlığını ortaya koymaktadır (bu rivayet ve tenkidi için bk. Kandemir, s. 185-186). Yine aynı nitelikteki rivayetlerde Fâtıma’ya hamile olduğu sırada annesinin onunla konuştuğu, doğacağı esnada Sâre, Âsiye, Meryem ve Şuayb peygamberin kızı Safûrâ’nın yardıma geldiği, doğar doğmaz kelime-i şehâdet getirerek babasının kim olduğunu, kocasının kim olacağını söylediği ve oradakilere adlarıyla hitap ettiği, doğumuyla birlikte olağan üstü hadiselerin meydana geldiği anlatılmakta, daha sonra da Cebrâil’in Resûl-i Ekrem’e gelerek Fâtıma’nın Hz. Ali ile evlenmesini Allah’ın münasip gördüğünü, eğer Ali olmasaydı yeryüzünde ona bir denk bulunamayacağını haber verdiği iddia edilmekte ve bu düğünün gök ehli tarafından da kutlandığı abartılı ifadelerle anlatılmaktadır (Muhammed b. Cerîr b. Rüstem et-Taberî, s 12-13; İbn Şehrâşûb, III, 340, 346; Meclisî, XLIII, 2-4, 92-93; Muhammed Kâzım el-Kazvînî, s. 60-64). L. Veccia Vaglieri, Hz. Fâtıma’nın dünya ve âhiret hayatına dair Şiîler tarafından nakledilen menkıbevî haberlerin geniş bir özetini vermektedir (EI² [Fr.], II, 865-868).
Şiî kaynaklarında Hz. Fâtıma hakkındaki abartılı bilgilerden biri de onun isimleriyle ilgilidir. Sünnî kaynaklarında Fâtıma’nın sadece Zehra, bazan da Betûl lakabından söz edildiği halde Şiî kaynaklarında çeşitli âyetlerle zoraki bir ilgi kurularak onun ayrıca Sıddîka, Mübâreke, Tâhire, Zekiyye, kendisine ilham gelen ve meleklerle konuşan anlamında Muhaddese, hayız ve nifas sıkıntısı çekmeyen anlamında Betûl, bakire anlamında Azrâ gibi isimleri olduğu iddia edilmekte, hatta, “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak rabbine dön” (el-Fecr 89/27-28) meâlindeki âyette “râziye” ve “marziyye” kelimeleriyle onun kastedildiği ileri sürülmektedir (İbn Şehrâşûb, III, 357-358; Muhammed Kâzım el-Kazvînî, s. 79-140).
Hilâfetin Hz. Ali ile onun soyuna ait olduğu iddiasının önemli dayanaklarından biri, kocası Ali ile soylarından gelen on bir imam gibi Hz. Fâtıma’nın da günahlardan korunmuş olduğu görüşüdür (bk. ÇÂRDEH MA‘SÛM-i PÂK). Ehl-i sünnet âlimleri, Resûl-i Ekrem’in Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i abasının altına alarak, “Ey Ehl-i beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (el-Ahzâb 33/33) meâlindeki âyeti okuduğunu kabul etmekle beraber (Müslim, “Fezâ?ilü’s-sahâbe”, 61) bundan onların masumiyetinin anlaşılamayacağını, böyle yapmakla Hz. Peygamber’in onları Allah’ın emirlerine uymaya çağırdığını, ayrıca ismet sıfatının sadece peygamberlere mahsus olması sebebiyle onların masum sayılamayacağını belirtirler (bk. ÂL-i ABÂ; EHL-i BEYT).
Şiî kaynaklarında, Hz. Fâtıma’nın mevcut Kur’an’dan tamamen farklı ve onun üç misli büyüklüğünde bir mushafa sahip olduğu belirtilmektedir. İddiaya göre bu mushaf, Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra Hz. Fâtıma’nın yaşadığı zaman zarfında Cebrâil’in onu teselli maksadıyla söylediği sözlerin Hz. Ali tarafından kaydedilmesiyle meydana gelmiştir. Bu mushafın içinde şer’î hükümlerin -özellikle cezaların- ayrıntılı bir şekilde bulunduğu, kıyamete kadar gelecek bütün idarecilerin adlarının ve meydana gelecek olayların kaydedildiği söylenmektedir. Mutedil Şiî âlimleri ise Fâtıma mushafını kabul etmekle beraber bu mushafın bir Kur’an olmadığını ve eldeki Kur’an’da noksanlık bulunmadığını belirtirler. Bundan başka Hz. Fâtıma’nın elinde bulunan, kendisiyle Hz. Ali’nin ve daha sonra gelecek vasîlerin adlarının yer aldığı bir sayfadan da söz edilmektedir (Küleynî, I, 239-242; Muhammed b. Cerîr b. Rüstem et-Taberî, s. 29-30; Şeyh Müfîd, s. 210; Muhammed Kâzım el-Kazvînî, s. 125-129).
Fedek arazisinin Resûl-i Ekrem’in şahsî mülkü olduğunu, Ebû Bekir’in bu araziyi Fâtıma’ya vermemekle ona haksızlık ettiğini ileri süren Şiîler, peygamberlerin miras bırakmayacağına dair rivayetin Süleyman’ın Dâvûd’a mirasçı olduğunu belirten Kur’an âyetine (en-Neml 27/16) ters düştüğünü iddia ederler. Halbuki bu âyette sözü edilen mirasın mal mülk değil peygamberlik olduğu, bazı âyetlerde miras kelimesinin ilim ve hikmet için kullanıldığı bilinmektedir. Öte yandan geride birçok çocuk bırakmış olan Dâvûd’a sadece Süleyman’ın mirasçı olduğu düşüncesinin ilâhî hikmete uygun düşmeyeceği açıktır. Ayrıca Hz. Ali’nin de halife olduktan sonra Fedek arazisini Hz. Ebû Bekir gibi kullanması, Resûlullah’ın ilk halifesinin isabetli hüküm verdiğini göstermeye yeterlidir (geniş bilgi için bk. FEDEK).
Hz. Fâtıma’yı alet etmek suretiyle Hz. Ömer’i karalamak için uydurulan ve güvenilir hiçbir kaynakta görülmeyen bir iddiaya göre Fâtıma ve kocası Ebû Bekir’e biat etmeyip evlerine çekilince Ömer onları biat etmedikleri takdirde evlerini yakmakla tehdit etmiş, hatta evlerini basıp kapıyı kırmış, içeri girdiği sırada kapı ile duvar arasına sıkışan Fâtıma’nın kaburgaları kırılmış ve bu sırada çocuğu Muhassin’i düşürmüştür (Meclisî, XLIII, 197-199; İbrâhim Emini, s. 204-210). Seyyid Mukarrib Ali en-Nekavî el-Hüseynî tarafından en-Nârü’l-hâtıma li-kasıdi ihrâkı beyti Fâtıma (Hindistan 1281) adıyla bir kitap yazılmasına sebep olan bu iddia, muhtemelen Hz. Ömer’in hilâfet konusunda Hz. Fâtıma’yı ikaz etme hadisesinin tahrif edilmesinden kaynaklanmıştır. Rivayete göre, Ebû Bekir’in hilâfetine henüz gönülleri yatmamış olan Hz. Ali ve Zübeyr’in Fâtıma ile bu konuyu birkaç defa görüştüklerini haber alan Hz. Ömer, çıkabilecek bir fitneyi önlemek maksadıyla Hz. Fâtıma’yı ziyaret etmiş ve ona dünyada en çok Resûlullah’ı, sonra da onun kızını sevdiğini söylemiş, ancak bu sevginin “hilâfet konusunu karıştırıp duran” kimselerin onun evinde toplanması halinde bu evi onlar içeride iken yakmasına engel olmayacağını belirtmiş, Hz. Fâtıma da onlara Ömer’in bu sözünü naklederek artık bir daha hilâfet meselesini kendisine getirmemelerini istemiştir (İbn Ebû Şeybe, VII, 432).
Bazı Şiî kaynaklarında Hz. Fâtıma’nın faziletleri hakkında pek aşırı ifadelerin kullanıldığı görülmekte, Ehl-i beyte dahil diğer dört kişi gibi onun da nurdan yaratıldığı, kıyamete kadar olmuş ve olacak her şeyi bildiği, soyundan imamlar ve vasîler geleceğini Cenâb-ı Hakk’ın ona bildirdiği, hatta Hz. Ali ile evlenmesini mi‘racda Allah Teâlâ’nın kararlaştırdığı ve onun tarafını tutanların cehennem azabından kurtulacağı ileri sürülmektedir (Muhammed Kâzım el-Kazvînî, s. 179; İbrâhim Emînî, s. 133-135).
Şiîler’in, Hz. Fâtıma ile Ehl-i beyt’in mevkiini ve üstünlüğünü belirtirken üzerinde önemle durdukları hususlardan biri de mübâhele olayıdır. 10 (631-32) yılında Medine’ye gelen Necran hıristiyanlarının Hz. Îsâ’nın ilâhlığı konusunda ısrar etmeleri üzerine nâzil olan Âl-i İmrân sûresindeki âyetlerden birinde ifade edildiği gibi (âyet 61), her iki tarafın başta kendileri olmak üzere çocuklarını ve kadınlarını çağırarak Allah’tan yalancılara lânet etmesini istemelerinden ibaret olan bu olayda Şiîler, Hz. Peygamber’in arkasına Fâtıma’yı (bazı rivayetlere göre onun arkasına da Ali’yi), yanına Hasan ve Hüseyin’i alarak Necranlılar’ın karşısına çıktığını ve böylece Kur’an’daki “kadınlarımız” ifadesiyle sadece Hz. Fâtıma’nın kastedildiğini ileri sürerek onun mâsumiyeti ve yüceliği etrafındaki iddialarını güçlendirmek istemişlerdir. Mübâhele olayından bahseden bazı Sünnî kaynaklarında Hz. Fâtıma’dan söz edilmezken (İbn Sa‘d, I, 357-358; Hâkim, II, 593-594) bir kısmında Hz. Fâtıma’nın da orada bulunduğu kaydedilmektedir (Belâzürî, s 75; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 293; İbn Kesîr, II, 43-44). Kasım Kufralı İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı Fâtıma maddesinde (IV, 520) mübâhele olayında Hz. Fâtıma’nın da hazır bulunduğu hususunu bütün müslümanlar kabul ediyormuş gibi göstermekte ve iddiasına kaynak olarak Hâzin ve Beyzâvî tefsirlerini vermektedir. Halbuki Hâzin, olayı rivayetin zayıflığını gösteren bir ifade ile nakletmekte, Beyzâvî ise mübâhele konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir. Louis Massignon, La Mubahala de Medine et l’Hyperdulie de Fatıma (Melun 1944; Paris 1955) adıyla yaptığı küçük çaplı çalışmasında ve “La notion du voeu et la dévotion musulman à Fâtıma” (bk. bibl.) adlı makalesinde bu olayı ve bazı dinî grupların Hz. Fâtıma hakkındaki aşırılıklarını ele almaktadır.