« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

24 Ara

2017

Türk-İslam Ülküsünün Mütefekkiri; SEYYİD AHMED ARVASİ

Sakin Öner 01 Ocak 1970

Türk-İslâm Ülküsünün Mütefekkiri, “Asrın Yesevisi” Seyyid Ahmet Arvasi 31 Aralık 1988 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Arvasi, çok yönlü bir şahsiyetti. Bir fikir ve dâva adamı olmasının ötesinde eğitimci, şair ve yazardı. Büyük bir idealist ve eylem adamıydı. Çok kültürlü gerçek bir entelektüeldi. Bir “Mektep adam”dı. Tavizsiz bir müslüman ve şuurlu bir Türk milliyetçisiydi.

Seyyid Ahmet Arvasi, bir misyon(amaç) ve vizyon(hedef) sahibiydi. Misyonu; Türk gençliğine ve milletimize “ilâ-yı kelimetullah” idealini ve Türk-İslâm ülküsünü benimsetmekti. Vizyonu ise, bu ideal ve ülkünün alperen ruhuyla yetiştirilecek gençler eliyle dünyaya yayılmasına vesile olmaktı. Bütün ömrünü bu amaç ve hedef uğrunda çalışma ile geçirdi. Onun şahsiyetinin ağır basan yönü eğitimciliğiydi. Gerek 27 yıllık öğretmenlik hayatında, gerekse emeklilik hayatında eğitimciliğine ara vermedi. Gerek sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarında, gerek gazete ve dergilerdeki yazılarında, gerekse evinde misafirleriyle yaptığı hasbıhallerde hep eğitimciliğini sürdürdü.

Hiçbir konuda taassubu yoktu. Çünkü gerçek bir münevverdi. Doğu ve Batı düşünürlerinin hepsini okumuştu. Bütün fikir akımlarını ve ideolojileri, İslâm dinini, dinî ilimleri, dinler felsefesini, eğitim psikolojisini ve sosyolojisini iyi biliyordu. Bu bilgisini; Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, İlm-i Hâl ve Eğitim Sosyolojisi isimli eserlerinde bu zengin kültürün yansımalarını açıkça görebiliriz. Hocanın bu kültürel birikiminden dolayı karşıt düşünceli kişiler ve öğrencileri onunla tartışamazlardı. Sonra Hocanın kuvvetli bir mantığı vardı ve tartışma âdabını iyi bilirdi. Muazzam bir analiz ve sentez kabiliyetine sahipti.

Medeni ve sosyal bir insandı. Her görüş ve yapıdaki insanı saatlerce sabırla dinler, görüşür, tartışırdı. Tartışmanın galibi her zaman Arvasi Hocaydı. Bu yüzden aşırı sol görüşlü öğrenciler onun dersine girmek istemezlerdi. Çünkü, dersin sonunda düşüncelerinin ve inandıklarının sarsıldığını görürlerdi. Bir gün derste Darwin’in evrim teorisi görüşülürken, bu teoriyi savunan bir öğrenci “Hocam, diyorlar ki, insan maymunun gelişmiş şekliymiş, doğru mu?” diye sorunca, Hoca “O zaman, o mantığa göre çınar ağacı da maydanozun gelişmiş şeklidir” diye cevap vermiş. Tabii Darwin’in teorisi, bu cevap karşılığında iflas etmiş.

Hoşgörüsü çoktu. Kızmazdı. Yalnız İslâma ve Türklüğe karşı bir haksızlık veya saldırı yapılırsa çok sinirlenir ve çok sert tepki gösterirdi. Çoğu zaman gülerek konuşur, ortamı yumuşatırdı. Sevdirir, müjdeler, korkutmazdı. Herkesi ilgi ve sevgisiyle kucaklamaya çalışırdı. Çünkü, kaybetmeyi sevmiyordu, herkesi kazanmayı düşünüyordu. Hatalar ve eksikler üzerinde fazla durmazdı. Çocuklara da büyük adam gibi değer verir, onları karşısına alır, dinler ve ciddi cevaplar verirdi. Özellikle gençlere çok değer verir, onları büyüklere karşı korurdu. Çünkü onları geleceğimizin mimarları olarak görüyordu. Onlara asr-ı saadet yıllarını, alperenleri, derviş gazileri anlatırdı. Onlara maddi ve manevi sıkıntılarında yardımcı olmaya çalışırdı.

Liderdi. Onun için bütün milliyetçi gençlerin de kendilerini lider olarak yetiştirmelerini isterdi. “Bir milliyetçi yaptığı işte en iyi olmalı” derdi. Bulunduğu toplulukta hemen bir çekim merkezi olurdu. Herkes onun etrafında toplanır, onu dinler ve onun tavsiyelerine göre hareket ederlerdi. Bu yüzden etrafındakiler düşünce tembeli olmuşlardı. Çünkü çözemedikleri meseleyi Hocaya getirirler, o da meseleyi basite indirger, herkesin anlayacağı şekilde analiz eder ve yorumlardı. Biz bunun böyle olduğunu vefatından sonra daha iyi anladık. Bu konuda büyük boşlukta kaldık. Artık bundan sonra bütün meseleleri kendimiz çözmek zorundaydık.

Bütün zamanını mesleği ve dâvası doldurduğu için ailesine pek zaman ayıramazdı. Sanıyorum ailesi onun misyonunun ve vizyonunun farkındaydı. O yüzden fazla sıkıştırmıyorlardı. Uyuduğu geceler azdı, zamanını gündüz işine, akşamları da dostları ve öğrencileriyle sohbete ayırırdı. İbadet saatleri dışında kalan gece saatlerinde de yazılarını ve kitaplarını yazardı. Çok misafirperverdi, misafirlerine bizzat kendi ikramda bulunurdu. Eliyle çay, kahve, çörek dağıtır, yemek saatiyse mutlaka yemeğe alırdı. Bu konuda müdahale edenlere “beni şanlı Peygamberimin sünnet-i seniyyesinden mahrum bırakmayın” diye çıkışırdı. Misafirlerinin tek tek hatırlarını sorar, gönüllerini alırdı.

Ailesinin ve sülâlesinin her ferdi İslâmı hayat tarzı olarak benimsemişlerdi. İslâmı hem yaşıyor, hem yaşatıyorlardı. Vefatından bir iki yıl önce Tekirdağ Ziraat Fakültesi’nde öğretim üyesi olan damadı Doç. Dr. Reşat Yaman Karadeniz bir trafik kazası sonunda vefat etmiş, kızı da bu kazada ağır yaralanmıştı. Duyar duymaz arkadaşlarımızla evine gittik. Ev alıştığımız ölü evi gibi değildi. Sanki hiçbir şey olmamış, hayat normal devam ediyordu. Ne bir feryat, ne bir ağlama, ne inleme sesi, ne de üzgün ve asık bir yüz gördüm. Hocam beş on dakika içinde damadı ve kızının başına gelen kaza hakkında bilgi verdikten sonra bizi akşam yemeğine aldı. Yemekten sonra da eskisi gibi çaylar, kahveler içildi, meyveler yenildi. Türkiye ve dünya meseleleri görüşüldü. Sonra ayrıldık. Aynı durumla Hocanın vefat ettiği 31 Aralık l988 sabahında da karşılaştım. Allah’tan gelen bu tecelliyi bütün aile tevekkülle kabullenmiş, nefislerini Allah’a teslim etmişlerdi. Ben o zaman dedim ki, tam inanmış bir ailenin ölüm karşısındaki tavrı böyle olmalı.

Kısacası Seyyid Ahmet Arvasi, inandığını yaşayan samimi bir Müslüman, gerçek bir münevver ve entelektüel, alanında âlim, yiğit bir Türk milliyetçisi, örnek, bir dâva ve fikir adamıydı. İstanbul beyefendisiydi. Doğru, dürüst, düzgün bir adamdı. Dostuna munis ve müşfik, düşmanına korkusuz ve cesurdu. Sizin anlayacağınız dört dörtlük adam gibi adamdı.

EĞİTİMCİLİĞİ

Seyyid Ahmet Arvasi’nin en belirgin vasfı, eğitimciliğidir. 1952 yılında başlayan eğitimcilik hayatı, resmi olarak 11 Haziran 1979 tarihinde Ümraniye Lisesi Rehberlik Öğretmeni olarak emekli oluncaya kadar devam etti. Aslında onun eğitimcilik hayatı, cemiyet ve ev hayatı içinde, vefat tarihi olan 31 Aralık 1988’e kadar devam etti. Toplumu ve özellikle gençliği, çağın ilmî ve teknolojik gelişmelerinden kopmadan, Türklük şuuru ve İslâm imanı ve ahlakiyle yetiştirmeyi meslek olarak benimsemişti.

Arvasi Hoca, İlkokul Öğretmeni olarak 1952-1953 öğretim yılında Konya’nın Beyşehir ilçesinin Doğanbeyli nahiyesinde çalıştıktan sonra 1953-1954 öğretim yılında Ağrı’nın Tutak ilçesinin Mollaşemdin köyü ilkokuluna tayin oldu. 1955-1956 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini yaptı. 1956-1958 yılları arasında Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümünü bitirdi. Bundan sonraki meslek hayatında hep Öğretmen Okulları ve Eğitim Enstitülerinde görev yaptı. Sırasıyla; 1958-1959 öğretim yılında Van’ın Erciş ilçesinin Alparslan İlköğretmen Okulunda, 1959-1965 yılları arasında Balıkesir’in Savaştepe ilçesinin İlköğretmen Okulunda, 1965-1972 yılları arasında Balıkesir’deki Necatibey Eğitim Enstitüsünde, 1972-1975 yılları arasında Bursa Eğitim Enstitüsünde ve 1975-1978 yılları arasında İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsünde Pedagoji Öğretmeni olarak çalıştı.

Eğitim Psikolojisi ve Eğitim Sosyolojisi gibi meslek derslerine giriyordu. Eğitim Sosyolojisi dersinin ders kitabını da yazmıştı. Bu kitabı bütün Eğitim Enstitülerinde okutuldu. Arvasi Hoca, Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitülerindeki 20 yıllık kesintisiz öğretmenliği sonunda binlerce İlkokul, Ortaokul ve Lise Öğretmeni yetiştirdi. Bu sayede ünü ve düşünceleri bütün Türkiye’ye yayıldı.

1978 yılında Ecevit Hükümetinin bürokrasideki ülkücü kıyımından Arvasi Hoca da nasibini aldı, birçok arkadaşı gibi o da Atatürk Eğitim Enstitüsünden sürgün edildi. Sürgün edildiği okul, Kırşehir Lisesi idi. Okul, Kırşehir’de solcuların hâkim olduğu kurtarılmış bölgedeydi, çalışma imkânı yoktu. Ama Hoca, yiğitçe gitti, göreve başladı, fakat gerçekten çalışamıyacaktı. Duruma üzülen Vanlı hemşehrileri devreye girdi, daha önce başbakanlık yapmış olan hemşehrileri Ferit Melen’le görüşerek, Hocanın İstanbul’a ailesinin yanına tayinine yardımcı olmasını rica ettiler. Melen devreye girdi ve Hocayı İstanbul’a tayin ettiler. 27 Nisan 1978’de göreve başladığı Kırşehir Lisesinden Ümraniye Lisesine tayin oldu ve 23 Ağustos 1978’de bu okulda göreve başladı. O tarihlerde bu okulun bulunduğu bölge de solcuların hâkim olduğu “kurtarılmış bölge” diye isimlendirilen bölgelerdendi. Bu okulda Hocaya ders verilmeyerek okula sokulmadı. O da çoğu zaman rapor alarak 1978-1979 öğretim yılını tamamladı. 10 Haziran 1979’da yapılan MHP’nin 14. Büyük Kongresinde yakın dostlarının girişimiyle MHP Genel İdare Kurulu Üyesi seçildi. Kendisi İstanbul’daydı ve hiçbir şeyden haberi yoktu. 11 Haziran 1979 Pazartesi günü radyoda 13.00 haberlerini dinlerken bu göreve seçildiğini öğrendi. Ertesi günü Ümraniye Lisesine giderek emekli dilekçesini verdi.

Arvasi Hoca emekli olduktan sonra eğitimciliğini üç ayrı kulvarda devam ettirdi. Bir yandan basındaki günlük yazıları ve kitaplarıyla halkımızı, bir yandan sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarıyla gençleri ve yetişkinleri, bir yandan da evindeki sohbetlerle dostlarını ve öğrencilerini eğitmeye devam etti. Çok geniş bir kültür ve ilim sahibi idi. Onun için her konuda konuşabiliyordu. Etkili ve ikna edici bir anlatımı, çok güzel bir sesi vardı. Zeka fışkıran kapkara gözleriyle insanın içini okurdu. Her soruya doğru ve inandırıcı cevaplar verirdi. Onunla münakaşa eden solcu öğretmenler “Arvasi ile münakaşa etmeye gelmiyor, insanı allak bullak ediyor” derlerdi. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsünde birlikte çalıştık. Solcu öğrencilerin, kafaları karışarak değişecekleri korkusuyla Arvasi Hocanın derslerine girmediklerine çok şahit oldum. Bu okulda arkadaşlarımızın çoğu yönetici idi, fakat o sadece öğrencilerinin değil, bizim de öğretmenimizdi. Biz sıkıldığımız ve tıkandığımız anlarda ona danışırdık. O da mutlaka bize şartlara göre en uygun çözümü gösterirdi. Biz de rahatlar ve onun gösterdiği yolda yürürdük.

Arvasi Hoca’ya göre eğitim, insanın yaradılış özellikleri göz önünde bulundurularak düzenlenmelidir. Eğitim, insanda doğuştan var olan niteliklerin farklılaştırılması ile ilgilidir. Amacı, bireyin olumlu niteliklerini geliştirme, olumsuz niteliklerini azaltma veya yok etmeye yöneliktir. O, eğitimi, insanı yoğurma ve biçimlendirme süreci olarak kabul eder. Ona göre eğitimin hedefi, insanı gerekli bilgi ve beceriler, kazandırılacak olumlu niteliklerle yüceltmek, tabiatın ve tabiattaki yaratılmışların efendisi yapmaktır. Eğitimi, herkesin temel hakkı kabul eden Arvasi, bu konuda herkese fırsat ve imkân adaleti sağlanmasını, her yerde, sürekli ve dengeli olmasını, ferdi farklılıkların esas alınması gerektiğini belirtiyordu. Eğitim, demokratik, planlı ve programlı olmalı, teori ve pratiğe yer vermeliydi. Kurumlar teknolojik gelişmelere göre şekillendirilmeliydi. Ona göre, yüksek öğretime de büyük önem verilmeli, kademeleri esnek olmalı ve ara sınıflardan mezuniyete imkân verilmeliydi. O gün eğitimde yatay ve dikey geçişlere imkân verilmiyordu.

Arvasi Hoca, eğitimin “millî” olmasına büyük önem verirdi. Ona göre eğitim, yabancılaşmaya karşı millî şuuru uyanık tutmalı, kültür mirasını yeni nesillere aktarmalıdır. Eğitim, millî kültürü zenginleştirmek için, başka milletlerin kültürleri ve eserlerinden de faydalanabilir. O, yabancı medeniyet ve kültürleri tanımadan yanaydı, gençlerin dünya ile iletişim kurabilmeleri için yabancı dil öğrenmelerini teşvik ederdi. Fakat yabancılaşmaya karşıydı. Bu nedenle, yabancı dille eğitimi, kültür sömürgeciliği olarak görüyordu. Arvasi’ye göre eğitim, sosyal değişmeyi sağlayıcı, sosyal çözülmeyi önleyici olmalıdır. Eğitim, kültür fonksiyonu ile nesiller arasında kopukluk oluşturmadan ve başka kültürlerin etkisi ile kendi kültürüne yabancılaşmadan çağdaşlaşmayı gerçekleştirebilmelidir.

Arvasi’ye göre, eğitimin politik fonksiyonu ile milletin ulaşmak istediği nihaî hedeflere ve millî ülkülere uygun insanı yetiştirmesi gerekir. Millî ülkü ve hedefleri politik bir fonksiyon haline getirmemiş bir eğitim, milletine yabancılaşmış ve canavarlaşmış tiplerin çoğalmasına sebep olur. Hiçbir millet kendini ortadan kaldıracak, tarihten silecek veya başka milletlere köle edecek eğitime izin vermez, vermemelidir. Eğitimin ekonomik fonksiyonu, fert, toplum ve iktisadi alanın istek ve ihtiyaçlarına göre eğitimin teşkilatlandırılmasını, okulların açılmasını, personelin yetiştirilmesini ve fert ve grupların kabiliyetlerinin geliştirilmesini göz önünde bulundurur. Eğitim bu işleviyle millete güçlü üreticiler, akıllı ve bilgili tüketiciler, zeki ve namuslu müteşebbisler ve çağdaş ekonomik savaşlarda milletimizi ve devletimizi savunabilecek kadroları yetiştirebilmelidir.

Arvasi Hocaya göre kalkınma; maddi ve manevi kalkınma olmak üzere iki boyutludur. Maddi kalkınma, ekonomi ile ilgili olup, eğitilmiş insan gücü ile doğru orantılıdır. Kendi insanını eğitemeyen ve kendi teknolojisini üretemeyen ülkeler kalkınmış sayılmazlar. Kalkınmış ülkelerin gerçek güçleri, fabrikalarından, barajlarından ve yeraltı kaynaklarından çok, eğitilmiş kadrolarından gelir. Kalkınmanın manevi boyutu ise; bizzat insanın ilimle, sanatla, ahlakla, din ile yoğrularak, işlenerek yüceltilmesini, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatın en önemli ve temel unsuru durumuna getirilmesini hedefler. Eğer eğitim, maddi ve manevi kalkınmayı sağlayıcı kadroları yetiştirmeyi hedefleyip, ona göre bir muhtevaya sahip değilse ülkenin sömürülmesini önleyemez. “Bir ülkeyi geri bırakmanın ve sömürmenin en kestirme yolu, o ülkenin eğitimini baltalamak, o ülkeyi millî ve çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek bir eğitimden mahrum bırakmak, yetişmiş elemanlarını israf etmek veya çalıp götürmektir.”

Arvasi’ye göre aydın, kendi millî kültürünü çağdaş seviyede temsil edebilen ve bir meslek alanında başarılı görevler yapabilen kimsedir. İnsanlık dünyası, millî kültür dairelerinden oluşur ve ortak bir insanlık kültürü yoktur. Bu yüzden aydın, kendi millî kültürünü çağdaş seviyede inceltip temsil edebilen kişidir. Kendi kültüründen kopan kişi, aydın değil, yabancılaşmış kimsedir. Ona göre okul, sosyal hayatın tabii bir parçası olarak cereyan etmekte olan eğitim faaliyetlerinin millî ve çağdaş ihtiyaçlara göre planlanması ve teşkilatlanması zaruretinden doğmuştur. Okul, millî ve mahallî hammaddeyi işleyerek, düzenleyerek, geliştirerek, çağdaşlaştırarak pedagojinin tavsiye ettiği yol ve biçimlerde genç nesillere aktarmaya çalışır.

S. Ahmet Arvasi’nin anlayışına göre, eğitim sisteminin temel amacı, bir bütün olarak fert ve cemiyetin mutluluğunu sağlamaktır. Bunu sağlayacak olanlar da, eğitimcilerdir. Ona göre eğitimciler, nitelikleri, bilgileri, yaşayışları ve uygulamalarıyla öğrencilerine örnek olmalıdırlar. Eğitimciler; mütevazı, şefkatli, sabırlı ve yumuşak huylu olmalı ve öğrencilere daima doğruyu öğretmeli ve göstermelidir. Branşlarında yeterli ve üstün olmalılar, sürekli kendilerini yenilemeye ve geliştirmeye çalışmalıdırlar. Vatan, millet ve devlet sevgileri yüksek olmalı, Allah sevgisi ve korkusu ile dolu olmalıdırlar. Eğitimciler, işlerini sevmeli ve idealist olmalıdırlar. Öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmeye çaba göstermelidirler.

Seyyid Ahmet Arvasi Hoca, hayatı boyunca anlayışına uygun iddialı ve örnek bir öğretmen olmaya özen gösterdi. Bu inançla binlerce öğrenci yetiştirdi. Yetiştirdiği öğrencilerin çoğu da mesleğinde başarılı olarak çeşitli yönetim kademelerinde görev aldılar. Hocaları Arvasi’nin öğretisini ve düşüncesini, görev yaptıkları yerlere ve öğrencilerine yaydılar.

MİLLİYETÇİLİĞİ

Seyyid Ahmet Arvasi, gerçek bir Türk milliyetçisi idi. İslâmın meşru çerçevesi içinde Turancı denilecek kadar Türkçü ve milliyetçiydi. Türklüğü beden, İslâmiyeti ruh bilen bir milliyetçilik anlayışına sahipti. Hayatı, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı karşı karşıya getiren dinimizin ve milliyetimizin düşmanlarına karşı mücadele ile geçmiştir. O, bu düşmanları durduracak tek reçete olarak da, felsefesini kendisinin oluşturduğu Türk-İslâm Ülküsü’nü görmüştür.

Arvasi Hoca, milliyetçilik anlayışını şöyle özetlemiştir: “Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâmı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyetçilik şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, ister çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimizin “Kişi kavmini sevmeklesuçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır” tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım”.

Şanlı Peygamberimizin neslinden olan Arvasi Hocanın milliyetçiliği, ahfâdından kalan bir mirastır. Ailesinin muhterem büyüklerinden, büyük din âlimi ve gönül adamı, Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Hilmi Işık’ın mürşidi Seyyid Abdülhâkim Arvasi Hazretleri aile mensuplarına şu vasiyette bulunmuştur: “Türk milleti,sahabe-i kiramdan sonra İslâmiyete hizmet eden tek millettir. İslâmın bayraktarlığını yapan bu millet gelecekte de bu hizmetini sürdürecektir. Onun için hepiniz Türk milletinin hizmetinde olup onun yükselmesi ve yücelmesi için çalışacaksınız”. Arvasi ailesinin mensupları, bu nasihata sıkı sıkıya bağlı kalmış ve ömürlerini Türk milletinin hizmetine adamışlardır. Bu arada şu bilgiyi de aktarayım. Alparslan Türkeş’le Necip Fazıl’ı görüştüren ve aralarında bir gönül köprüsü kurduran da Arvasi Hocadır. Necip Fazıl, bu dostluk sonucu 1977 seçimlerinde MHP’nin İstanbul’daki mitingine katılarak konuşma yapmıştır.

NEDEN TÜRK-İSLÂM ÜLKÜSÜ ?

Arvasi Hoca, hâlâ Türklerin İslâmın bayraktarlığını yaptığına ve bu görevin hâlâ bu millette olduğuna inanıyordu. Bu yüzden bu iki mukaddes varlığın birbirinden ayrı, farklı ve karşı varlıklar gibi gösterilmesine tahammül edemiyordu. Bu yüzden, l965’te Sayın Ahmet Er’in radyoda yaptığı bir seçim konuşmasında dile getirdiği ve uzun yıllar milliyetçi câmiada çok tutulan ve sürekli kullanılan “Türk-İslâm Sentezi” ifadesinden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ona göre sentez, homojen olmayan nesnelerin bir araya gelmesiyle oluşur. Sentez analiz edilebilerek ayrıştırılabilen bir oluşumdur. Halbuki Türklük ve Müslümanlık etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. İşte bu sebeplerle Arvasi Hoca, l970’li yılların başından itibaren, Türkiye’yi yüceltecek ve gençliğimize benimsetilecek düşünce sisteminin adını “Türk-İslâm Ülküsü” olarak koymuştur. Hoca, aynı gerekçeyle, “kültür mozayiği” sözünden de çok rahatsızdı.

Arvasi, Türk milliyetçilerinin, Türk-İslâm ülkücülerinin dâvasının, Allah ve Resûlünün dâvası olduğunu, bunun da “îlâ-yı Kelimetullah” dâvası olduğunu ve kıyamete kadar süreceğini savunuyordu. Aksini iddia edenlerin, ya Türk milliyetçilerini tanımadığını, ya da bühtan ettiklerini söylüyordu ve “Türk milliyetçisi, her şeyden önce bir iman adamıdır” diyordu. Türk milletinin dünyaya “nizâm-ı âlem” vermek üzere gönderildiğine inanıyordu. “Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlüyse İslâm dünyası da güçlüdür” diyen Arvasi, İslâm dünyasını esir almak isteyen şer kuvvetlerin ilk hedefinin Türk devleti ve Türk milleti olduğunu belirtiyordu.

Arvasi Hoca, İslâmın ve Türklüğün âşığıydı. Tarih boyunca bütün milletlerin putları, yani müşahhas ve maddi tanrıları olduğunu, halbuki Tanrının mücerret olduğunu söylüyordu. Bu konuda sık sık “Tarihte yontulmuş tanrısı olmayan bir millet vardır, o da Türk milletidir” derdi. Hem Müslümanlığı, hem Türklüğü ile iftihar ederdi. Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın bir yazısında dediği gibi, Arvasi Hoca, tıpkı 17. Yüzyılda yaşayan hemşehrisi müfessir Vanî Mehmet Efendi gibi düşünüyordu. Mehmet Efendi, yazdığı “Araisü’l-Kur’ân” isimli tefsir kitabında “Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu konuda tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur” der. Hoca sık sık “Oğuz’un çocukları” dediğinde gözleri ışıldar, sesi gürleşirdi.

Arvasi Hoca, Mustafa Kemal Atatürk’ü, son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak saygı duyuyordu. Onun bu konudaki duygusunu, Savaştepe İlköğretmen Okulu’nda görev yaparken öğrencileriyle 23 Nisan 1962’de yaptığı Anıtkabir ziyareti sırasında Anıtkabir Özel Defterine yazdığı şu ifadede açıkça görmek mümkündür: “Cumhuriyetimizin kurucusu Aziz Atatürkümüzün manevi huzurlarında millî ruh ve Türk şuurunun bütün imanını yaşadık.” (M. Ozan Semerci, Hatıraların Aydınlığında Seyyid Ahmet ARVASİ, s. 196-197)

Arvasi Hoca’nın Türk milliyetçiliği ile ilgili düşüncelerini açıkladığı ilk eseri olan “İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri”, 1965 yılında İstanbul’da Mümin Çevik’in sahibi olduğu Doğan Güneş Yayınları arasında yayınlandı. Mavi kapaklı ince bir cep kitabı olarak basılmıştı. Bu kitap Ahmet B. Karabacak’ın sahibi olduğu Milli Hareket dergisinin Ekim 1967 tarihinde 15. sayısında da yayımlandı. Arvasi kitabının önsözünde özetle şunları söylüyor: “Bugün Türkiyemiz çeşitli fikir akımlarının birbiriyle karıştığı bir alan haline gelmiştir. Ziya Gökalp’ten önceki veya Ziya Gökalp’in fikir alanına doğuşunu hazırlayan şartlara benzer bir ortam içindeyiz. …….Bugün içinde bulunduğumuz kaosu böylece inceleyip değerlendirecek ve Türk milletine ışıklı bir yol açacak milliyetçi ve ileri insanlara muhtacız. Türk milliyetçiliğini her türlü istismar ve ithamdan kurtarıp, aydın Türk gençliğine yeni baştan teslim etmenin zamanı geçmek üzeredir. Bizi böyle bir sisteme ulaştıracak fikir ve bilim adamlarımızın doğuşunu beklemek yerine, bu adamları yaratmak yolunda bütün imkânları ve gayretlerimizi birleştirmeliyiz.” Hoca bu kitabında milliyetçiliği şöyle tarif ediyor: “Milliyetçilik, bir milletin kendini ekonomik, kültürel, sosyal, politik yönden güçlendirmesi ve başka millet ve gruplara sömürtmeme çabasıdır. Bu bakımdan milliyetçili meşru bir hak ve şuurdur”.

TURANCILIK VE TÜRKÇÜLÜK

Arvasi Hocanın milliyetçilik anlayışı, bütün Türklük dünyasını da kucaklıyordu ve bir anlamda Turancıydı. Henüz 17 yaşında bir delikanlı iken(1949) yazdığı “Özleyiş” isimli şiirinde, onu maziye ve ecdâda âşık ve Türklüğün muhteşem çağlarına özlem duyan bir yaklaşım içinde görüyoruz: “Tuna neden köpürmüş, Kırım neden inliyor?/ Nerde parlayan kılıç, nerde o akıncı ced?/ Şimdi Hazar uzaktan feryadımı dinliyor/ Ayrıldı mı Kafkaslar yurdumdan ilelebet?” “Kıbrısın ayrılışı derd oldu içimizde,/ Barbarosun sesini kaybettik Akdenizde,/Adalar yabancıda, dinmez dertleri bizde,/ Balkanımız vatandan ayrıldı mı nihayet?” Arvasi Hoca, ömrü boyunca Türk milliyetçilerinin sınırlarımızın dışında kalan soydaşlarımızla ilgilenmelerini ve onların kurtuluşu için mücadele etmelerini istemişti. Onun “Turan”a sevgisini, öğrencilerinden M. Ozan Semerci, Hoca ile ilgili kitabındaki (s. 106) şu anekdotta çok güzel anlatmaktadır. Yıl 1960, mevsim ilkbahar. Savaştepe İlköğretmen Okulu öğretmen ve öğrencileri okulun bahçesindeki “çınaraltı”nda halay çekiyorlar. Sırası gelen “Karadeniz üstünden horana bak horana” diyor ve buna kendi bulduğu kafiyeli bir cümleyi ekliyordu. Sıra Arvasi Hocaya gelince ek cümle olarak “Karadeniz üstünden Turan’a bak Turan’a” deyiveriyor. Kimse “Turan”ın anlamını bilmediği için şaşırıyorlar. Hafta boyunca girdiği bütün sınıflarda Hocaya “Turan”ın ne olduğu soruluyor. O da dersin ilk 15-20 dakikasında, Komünist Rusya’nın Orta Asyadaki Türklere yaptığı zulmü anlatıyor. Türklük dünyasının hürriyete kavuşması ve Turan ülküsünün gerçekleşebilmesi için çok güçlü bir devletimizin olmasını, bunun için gençlerin çok okuyup ve çok çalışıp ülke kalkınmasında görev almaları gerektiğini belirtiyor.

Arvasi Hoca, “biyolojik ırkçılık”ın parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığını, “ictimaî ırkçılık”ın ise birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşıdığını belirtirdi. Kültürel anlamda soy birliği şuurunu taşıyordu. Bu konuda Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör çizgisindeydi. Arvasi Hoca bir din âlimi kadar dinî bilgiye sahip olmakla birlikte din adamı değildi. Onun dinî ilimler alanındaki vukufiyetini, bir Müslümanın beşikten mezara hayatını ve 24 saatini, bir haftasını, bir yılını nasıl yaşaması gerektiğini anlattığı “İlm-i Hâl” isimli eserinde görmek mümkündür. Arvasi Hocayı yakından tanımayan bazı kişiler, dinî bilgilerinin derinliği ve dinî hassasiyetlerinin yoğunluğu sebebiyle, onu hep bir din mücahidi olarak göstermeyi tercih etmişlerdir. Fakat Hoca, iyi bir Müslüman olmakla birlikte, Türkçü denecek kadar ileri derecede bir milliyetçiydi. Atatürk Eğitim Enstitüsünde birlikte görev yaparken, dinî yönü zayıf olan bazı Türkçü gençlere kızdığımı ve sert biçimde eleştirdiğimi görünce beni bir kenara çekerek “Aman Sakin Bey, Hareket’in Türkçü karakterini kaybetmiyelim, kaybettirmeyelim” demiştir.

DOĞU ANADOLU GERÇEĞİ

Arvasi Hoca, Doğu Anadolu çocuğu olmasına rağmen, bölgeciliğe ve bölücülüğe kesin olarak karşıydı. Fakat, Hocanın insanlar üzerindeki büyük etkisini ve çevrenin genişliğini gören devletin istihbarat kurumları, Doğu Anadolulu olması nedeniyle onu yıllarca “Kürtçü” diye takip ettiler. Bu durumu Hoca da biliyordu, rahatsız oluyordu, fakat bu rahatsızlığını mümkün olduğu kadar çevresine hissettirmiyordu. Bu durum, Hocanın Türk milliyetçiliği inancını hiçbir zaman zedelemedi. Yalnız birçok görev için “mesela Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği gibi” önüne engel olarak çıkartıldı. 12 Eylülden sonra MHP Genel İdare Kurulu üyesi suçlamasıyla tutuklanıp dört aya yakın askeri cezaevinde kaldıktan sonra suçsuz görülerek beraat ederek özgürlüğüne kavuştu. 1986 yılında bir gün Milli Güvenlik Kurulu, “Doğu Anadolu gerçeği”ni anlatması için Hocayı Ankara’ya davet etti. Hoca davete icabet ediyor ve konuşmak için kürsüye geldiğinde haziruna, “Beni yirmi beş yıldır takip ettiğiniz bir Kürtçünün, bir Kürt milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini dinlemek için mi, yoksa bir Türk milliyetçisinin görüşlerini dinlemek için mi çağırdınız. Önce karar verin, ondan sonra konuşacağım” diyor ve susuyor. Ortalık buz kesiliyor. Bir Orgeneral kalkıyor ve diyor ki: “Hoca doğru söylüyor. Biz kendisini yıllarca Kürtçü diye takip ettik, büyük hata yaptık. Devletim adına kendisinden özür diliyorum. Biz kendisini bir Türk milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini öğrenmek ve tavsiyelerini almak için davet ettik. Buyurun Hocam, sizi dinliyoruz”. Hoca bundan sonra bu konudaki görüşlerini açıklıyor ve konuşmasının sonunda: “Siz Doğu Anadolu insanına güvenmiyorsunuz. Ama bu bölgenin çocukları da en az diğer bölgelerdekiler kadar vatanseverdir. Vatanını, imanını, namusunu korur. Yeter ki, siz onlara güvenin, görev verin destek olun” diyor. Koruculuk sisteminin bu tavsiyeden sonra hayata geçirildiği söylenir. Milli Güvenlik Kurulu, çok beğenilen bu konferansın genişletilerek kitap haline getirilmesini Hocadan rica ediyor. Hoca da bu çalışmayı yaptı ve teslim etti. Bu çalışma, 1986 yılında devletle bağlantılı olan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından “Doğu Anadolu Gerçeği” ismiyle kitap olarak bastırıldı. Genelkurmay bu kitabı ordu mensuplarına ve etkili çevrelere dağıttı. Kitabın ilaveli 2. Baskısı yine aynı Enstitü tarafından yapıldı. 1993’te Burak Yayınevi 3. Baskısını yaptı.

Arvasi Hocanın milliyetçiliğinin duygu ve iman ayağından başka bir de maddi ayağı vardı. Maddi ayağı, “muasırlaşmak”, yani çağdaşlaşmaktı. Hoca, Gökalp’in “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” çizgisindeydi. Hem Türk milliyetçisi, hem Müslüman, hem de çağdaş olunabileceğine, muasır dünyaya öncülük edilebileceğine inanıyordu. Ne pahasına olursa olsun, mutlaka ilmî ve teknolojik üstünlüğü ele geçirmemiz gerekiyordu. Hoca bu konuda şöyle diyordu: “Bu milletin en büyük özlemi nedir biliyor musunuz? Yabancılaşmadan çağdaşlaşmak. “Türklük, Müslümanlık ve çağdaşlaşmak” birbirine zıt düşen özellikler değil, aksine çağdaş Türk-İslâm Medeniyetinin yeniden doğuşunu gerçekleştirecek şartlardır.” Hoca, Türk gençliğine, kendi kökünden kopmadan, kendi kültür ve medeniyetinin değerlerini kaybetmeden, Türkiye Cumhuriyeti’ni “dünyanın bir numaralı devleti” haline getirme ülküsüyle yetiştirilmesinin önemli olduğunu belirtmiştir. Arvasi, Türk gençliğinin, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik olarak yetiştirilmesini istemiştir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Seyyid Ahmet Arvasi, İslâm dinini çok iyi bilen, yorumlayan ve yaşayan samimi ve tavizsiz bir Müslümandı, din adamı değildi. İslâmın meşru çerçevesi içinde şuurlu ve idealist bir Türk milliyetçisiydi. Aynı zamanda aydın ve entelektüel bir insandı, ilimde ve teknolojide çağdaşlaşmayı, her alanda güçlü bir devlete ve zengin bir millete sahip olmayı, milliyetçiliğin bir gereği olarak görürdü. Ama onun milliyetçiliği sadece Türkiye Türklerine münhasır değildir. Bütün Türk ve İslâm dünyasını ve insanlık âlemini de kucaklayan birleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahipti

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 16911

ulkucudunya@ulkucudunya.com