Türkçe İle İlgili Bir Analiz
İsmail Acar 01 Ocak 1970
“Devlet dili”, “resmî dil” ifadelerini hepimiz duymuşuzdur. Bu ifadelerle neyin kasdedildiğini anlamak için “resmî” kelimesinin hangi anlamı taşıdığına bakalım:
Türkçe Sözlük’te: (TDK)
1- Devletin olan; resmî memur, resmî daire
2- Devletin usûlünce olan; resmî muamele, resmî müracaat
Kamus-ı Türkî’de: (Ş. Şami)
Devlet tarafından veya devlet manasına olan; ilân-ı resmî, tevcihat-I resmî
Büyük Türkçe Sözlük’te: (Mehmet Doğan)
1- Devlet tarafından veya devlet manasına olan,
2- Devlete ait,
3- Devletçe tesbit edilen usûllere uygun şekilde yapılan.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nde (Dergâh yay.)
“Devlet dili, (resmî dil): Resmî yazışmalarda kullanılan ve çok defa hususî bir üslûba sahip bulunan dile devlet dili denir.” şeklinde karşılıklar verilmiştir.
Bütün bu karşılık, tarif ve izahlardan sonra bir terkibe vararak: “Resmî dil, millî sınırlar içinde devletçe varlığı kabul edilen, devlete ait yazışmalarda ve öğretimde kullanılma mecburiyeti bulunan ve bu mecburiyeti kanunla tesbit edilen dildir”. diyebiliriz.
Türkçe, ilk yazılı metinlerimizin bulunduğu 8. yüzyıldan günümüze kadar Türk milletinin dili olarak, Türk devletlerinin resmî dili olma özelliğini korumuş ve sürdürmüştür. Dilimizin ilk yazılı metinleri olan Göktürk Kitabeleri, zamanın büyük devlet adamları Bilge Kağan ve Kültigin adına ve onların ağzından yazılmıştır. Kitabeler, onların millete hitabı ve hattâ “millete hesap vermesi”dir. Dolayısıyla Türkçe bu kitabelerde “devlet dili”, “Resmî dil” dir.
Kitabelerde: “Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp il tutacağını burada vurdum. Yanılıp öleceğini yine burada vurdum. Her ne sözüm varsa ebedî taşa vurdum. Ona bakarak bilin”. denilmektedir(1). Burada, taşlara yazılan bilgileri “okuyup öğrenin” tavsiyesi yer aldığına göre halkın yaygın şekilde okuyup yazma bildiğini, dolayısıyla öğretiminin de bu dil ve alfabe ile yapıldığını düşünebilir, böyle düşünmekte bir yanlışlık bulunmadığını söyleyebiliriz. Nitekim Azerbaycanlı Prof. Dr. Ali İsa Şükürlü de 8. yüzyıl Türkçesinin ve Göktürk alfabesinin çok geniş bir coğrafyada kullanıldığını ve okullarda öğretildiğini savunmaktadır(2).
Türkçe, Göktürklerden sonra Uygurlar devrinde de varlığını gelişerek sürdürmüş, devlet dili olma özelliğini korumuştur.
İslâmiyetin kabulünden önce “devlet dili” olarak kullanılan dilimiz, İslâmiyetin kabulünden sonra da bu özelliklerini sürdürmüştür. İlk müslüman Türk devleti olarak bildiğimiz Karahanlı Devleti’nde de Türkçe devletin dili olarak kullanılmıştır. Türk kültürünün temel eserlerinden KUTADGU BİLİG’in yazarı, daha doğrusu şairi Yusuf Has Hacip, devletin üst kademe idarecilerindendir. “hacip” veya “has hacip” İslâm devletlerinde ve özellikle Karahanlı Devleti’nde önemli bir bürokratik unvandır. Kutadgu Bilig’in mütefekkir şairi Balasagunlu Yusuf, “eserini Balasagun’da yazmaya başlamış, sonra Kâşgar’a giderek orada tamamlamış ve Tavgaç Kara Buğra Hanlar Hanı’nın huzurunda okumuştur. Hükümdar, şairin kalem kudretini takdir ederek, ona iltifat etmiş ve yanına alarak “Has Hacip” unvanını vermiştir. Bundan dolayı adı Yusuf Hac Hacip veya Yusuf Uluğ Has Hacip diye meşhur olmuştur.”(3). Yukarıda da belirttiğimiz gibi “Has Haciplik”, Karahanlılar sarayında vezirlikten, ordu kumandanlığından sonra en mühim mevkidir(4).
Türk kültürünün âdeta bir hazinesi olan Divanü Lügati’t-Türk de Karahanlılar devri eseridir. Bu eserin yazarı da büyük Türk milliyetçisi ve dilcisi Kâşgarlı Mahmut’tur. Eserindeki belirttiği gibi “nesepçe Türklerin en ileri gelenlerinden”dir. Eserindeki bilgilerden Kâşgarlı Mahmut’un Karahanlılar ailesine değilse bile, o ailenin çevresindeki yüksek Türk aristokrasisine mensup olduğu anlaşılmaktadır(5).
Yusuf Has Hacip ve Kâşgarlı Mahmut gibi iki büyük Türk’ün eserlerinin ve şahsiyetlerinin Karahanlı Devleti içindeki itibarları da gösteriyor ki Türk dili bu devride resmî dildir, devlet dilidir.
Türkçe, devlet dili olma açısından Selçuklular devrinde bazı tarihî ve coğrafî olumsuzluklar, zaruretler yüzünden, bir süre SADECE YAZIŞMALARDA kullanılmamıştır. Bu durumu, Türkçe’nin “devlet dili olmadığı” veya “olamadığı” anlamında yorumlayanlar vardır. Bu yorumu yapanlar, Türkçenin ancak Karamanoğlu Mehmet Beyin 15 Mayıs 1277’de yayımladığı bildirilen fermanla “ilk defa” devlet dili olduğu gibi yanlış bir kanaati yaygınlaştırmaktadır. Bu anlayışla 15 Mayıs 1277 tarihini “Türkçe’nin devlet dili olma bayramı” olarak kutlamaktadırlar(6).
Selçuklular devrinde devlet yazışmalarında Türkçenin kısa bir süre de olsa kullanılamamış olmasının birtakım sebepleri vardır. Durumu iyi ve doğru değerlendirmek için devrin siyasî, sosyal ve coğrafî şartlarını iyi anlamak gerekir. Eğer bunu yapamazsak, Anadolu’yu Türkleştirip vatanlaştıran ve bize miras bırakan atalarımızı, Türklüklerini, millî şuurlarını unutmak ve kaybetmekle suçlamış oluruz. Bu da tarihî bir haksızlık ve insafsızlık olur. Selçuklular devrinde devletin yazışmalarında bir süre Farsçanın kullanılmış olmasının sebebi, millî şuur zaafı değil, siyasî ve sosyal yapının getirdiği zaruretlerdir. Ünlü tarihçi Prof. Faruk Sümer, bu zarurî sebepleri şöyle izah ediyor:
“İran Selçuklu Devleti’nin mülkî teşkilâtında vezirlikten tahsildarlığa kadar bütün hizmetlerde İranlılar kullanılıyordu. Esasen Türk unsuru, yerli unsura nazaran sayıca az idi. Bu sebeple hükümdarlar Farsça öğreniyorlar ve mülkî devlet memurları ile daha ziyade bu dilde konuşuyorlardı. Bununla beraber, hanedan mensuplarının kendi ana dillerini unutmuş olduklarını düşünmek mümkün olmadığı gibi Türk geleneklerini de devam ettirmişlerdir. Esasen birçoğunun annesi Türk olduğu gibi, kendilerini büyütüp terbiye eden atabeyleri de Türk’tü. Orduları ise, yeni katılan unsurlar ile daima Türk kalıyordu. Selçuklu devri Türkleri, dahil bulundukları İslâm medeniyetinin tesiri altında kalmış olmakla beraber işaret edildiği gibi, dillerini muhafaza etmekte ve geleneklerini yaşatmakta idiler. Bunlar ve diğer birçok hususlarda, onlar, Arap ve Acemlerden ayrılıyorlardı. Türklerin bu unsurlar ile yaşamaları, onlardaki kavmiyet şuurunu zayıflatmamış, belki de kuvvetlendirmişti.”(7).
“Selçukluların gerek İran ve gerek Anadolu’da mülkî teşkilâtta yerli İranlıları kullanmaları, resmî dilin Farsça olması, sadece amelî (pratik) gayelerle ilgilidir. Çünkü sultanlar kendi kavimlerinden (başta her zaman ve her yerde bütün devletler için hayatî bir ehemmiyeti haiz bulunan malî saha olmak üzere) devletin mülkî teşkilâtında vazife görebilecek yeter derecede eleman bulamıyorlardı. Farsçanın sadece yazışmalarda, devlet dili olarak kullanılmasının, Türkçenin terk edildiği manasına gelmediğini de hemen hatırlatmalıyız. Yine başka kültür ve coğrafyalar üzerinde devlet kuran Moğollar ve Araplar da aynı yola baş vurmuşlardır.”(8).
Selçuklu sarayında yazışma dili olarak Farsça kullanılırken, devlet ve saray işlerinde, orduda sözlü olan her şeyin “Türkçe ile yürütüldüğünü”, Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu “Devlet Dili Türkçe” adlı tebliğinde şöyle açıklıyor: “Kendileri de Türk olan hükümdarların, devlet adamlarının bir Türk memleketinde yabancı dillerde hükûmet sürmeleri çok garip görünür. Ancak bu dillerin devlet dili olarak kullanılışını, OLDUKÇA DAR BİR MANADA almak gerekir... Sarayın ve ordunun konuşma dili Türkçedir. Devlet kapısında sözlü olan her türlü muamele Türkçe görülür. Saray çevresinden uzaklaşıldıkça her türlü işin Türkçe olarak yürütüldüğünü, özellikle valilerin, beylerin halk ile olan bütün işlerini Türkçe gördüklerini tahmin edebiliriz. Bu arada Türkçe, resmî bazı yazılarda da kullanılmış olmalıdır.”(9).
Selçuklu Sultanı Melişah’ın şahsî mektuplarını Türkçe yazdığını, yukarıdaki bilgilere eklersek durumu biraz daha aydınlatmış oluruz(10).
Türkçe, İran coğrafyasında kurulan “Büyük Selçuklular” devleti zamanında devlet yazışmalarında kullanılma açısından yine de bir sarsıntı geçirmiştir. Ancak 13. yüzyılda Anadolu sahasında bilhassa beylikler devrinde tam bir inkılâp havasında şahlanışa geçmiştir. Bunda yeni göçlerle nüfus yoğunluğunun artması, yeterli insan gücünün yetişmesi ve Türkmen beylerinin rolü olmuştur.
Türkçenin devlet dili olması konusunda Karamanoğlu Mehmet Beyin fermanının sanıldığından daha geniş bir tesiri olduğu, hattâ Türkçenin “ilk defa devlet dili olduğu” ileri sürülüyorsa da, bu görüş tarihî gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Türkçe daha önce devlet dili olduğu gibi, Mehmet Beyin fermanıyla da devlet dili olamazdı. Mehmet Beyin 1277’de yayımladığı bildirilen ferman tek başına Türkçe’yi devlet dili yapmaya yeterli değildir. Zira Mehmet Bey, kendisi merkezî otoriteye sahip bir Türk devletinin başında sultan veya hükümdar değildir. Onun için, söz konusu fermanının bütün ülkede yani bütün beyliklerde geçerli kabul edildiğini düşünemeyiz.
Türkçeyi “ilk defa devlet dili yaptı” diye düşünülen Mehmet Bey’in, fermanı tam bir millî şuurla yayımladığı da şüphelidir. Selçuklu tarihi sahasının ünlü tarihçisi Prof. Dr. Osman Turan bu fermanı değerlendirirken: “Esasen bu harekette millî duygunun mu kültür durumlarının mı daha fazla rol oynadığını tesbit edecek bir delile de sahip değiliz. Bundan başka, Farsça devam eden bütün devlet muamelâtının bir emirle ve derhal Türkçeye çevrilmesi de kolay değildi.” demektedir.”(11).
Millî şuur, millî duygu eseri olarak ortaya çıkıp çıkmadığı kesin olmayan bir fermanı dolayısıyla Karamanoğlu Mehmet Beyi edebiyat tarihçisi Nihat Sami Banarlı’nın ifadesiyle “idealist bir dil inkılâpçısı saymak aşırı bir görüştür”(12). Çünkü Türkçe, Mehmet Beyden çok önce Konya sarayında kendini kabul ettirecek güçte idi. Prof. Fuat Köprülü’nün de belirttiği gibi “Eğer Türkçe eskiden beri devlet işlerinde hiç kullanılmamış olsa, böyle bir teşebbüste bulunulması imkânsız olurdu.”(13). Nitekim II. İzzettin Keykâvus’un ‘1246-1261) o devirde halk tarafından sevilen destanî bir eser olan “Dânişmednâme”yi kendi yazıcısına Türkçe yazdırması, Konya sarayında Türkçeye verilen önemi gösteren dikkate değer bir harekettir.
Karamanoğlu Mehmet Beyin 15 Mayıs 1277’de yayımladığı bildirilen fermanın aslı bugün mevcut değildir. Böyle bir fermanın yayımlandığı, İbni Bibî’nin bir eserinden öğrenilmektedir. Yazar “Al Avâmir-ül Alâiye” adlı Farsça eserinde, bu fermanın şöyle olduğunu bildirmektedir:
“BÂDEL-YEVM BER-DİVAN-BER-DERGÂH, DER-BÂRİGÂH, DER MECLİS, DER-MEYDAN, ÇÜN BE-ZEBAN-I TÜRKÎ, ZEBAN-I Dİ/ER NEDÂRET.”
İbni Bibî’nin, eserinde naklettiği bu fermanı Yazıcı-zâde “Tevârih-i Âl-i Selçuk” adlı eserinde şöyle tercüme etmiştir: “Şimdiden girü hiç kimesne ne kapuda ve divanda ve meclis ve seyranda Türkî dilinden gayri dil söylemeye.”(14).
Karamanoğlu Mehmet Beyin Farsça ve Türkçe şekillerini naklettiğimiz fermanını, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz da şöyle değerlendiriyor: “Fermanın yayımlanmış olması, Anadolu beyliklerindeki genel tutumu ortaya koyan bir davranıştır. Mehmet Bey, Türk dil ve kültürüne üstün değer verdiğini gösteren bu davranışı ile bütün Anadolu beyliklerinde kök salmış olan millî bir akıma tercüman olmuş ve öteki beyliklerin de temsilciliğini yapmış bulunmaktadır. Eğer bütün Anadolu beyliklerinde böyle akım hâline gelmiş bir gelişme söz konusu olmasaydı geçici buyruklarla Türk yazı dilinin temelini atmak asla mümkün olmazdı.”(15).
Yine bu fermanın değerlendirilmesini yaparken Prof. Dr. F. Kadri Timurtaş da şu görüşlere yer vermektedir: “Bu emir ve fermanın tarihi 10 Zilhicce 675’tir. Milâdî 15 Mayıs 1277 gününe tekabül etmektedir. Bu buyruğun nasıl tatbik edildiği, daha doğrusu yürütülüp yürütülmediği pek de belli değildir. Çünkü Cimri ve Mehmet Beyin hükûmet sürmeleri çok kısa olmuştur. Esasen Türkçe böyle bir buyruk bugüne kadar ele geçmiş değildir. Bu sözler Farsça yazılmış tarihî kaynaklardan birinde zikredilmiştir.”(16).
Tarihî bir hâdise olarak, Karamanoğlu Mehmet Beyin hareketi geçici bir harekettir. Mehmet Bey, Konya’yı istilâ ederek “CİMRİ” adıyla tanınan sahte Selçuklu şehzadesini “Siyavuş Bin Keykâvus” adıyla Selçuklu tahtına oturtmuş, bu adam adına hutbe okutmuş ve 20 gün kadar Selçuklu veziri olarak hüküm sürmüştür. Fermanı işte bu karışık günlerde Konya’ya karşı isyan ettirdiği göçebe Türkmenlerin Farsça bilmeyişlerini hesaba katarak çıkardığı da ileri sürülmektedir (17). Gerçekten bu görüş kolayca reddedilemez. Çünkü Karamanoğlu Mehmet Beyin Konya isyanı bastırıldıktan sonra, fermanın geçerliliği kalmamıştır.
Türkçenin devlet dili olarak gelişmesi, Osmanlılar zamanında da güçlenerek devam etmiştir. “Gerçekten bütün imparatorluk idaresinin muameleleri, yabancı devletlerde muhaberat ve dünyanın en zengin Türkçe arşivi Osmanlılara ait olduğu gibi Orhan Gazi, vakfiyelerini ilk defa Türkçe yazmakla vakıf dilinin Arapça olması kaidesi de kısmen değiştirilmiştir.”(18). Osmanlı Beyliği, Anadolu Türk Birliğini kurmakla Batı Türkçesinin birliğini de sağlamıştır.
Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, devlet teşkilâtını yeniden kurarken hazırlattığı kanunları Türkçe yazdırdığı gibi, hazırlanması sırasında da dil konusuna özellikle dikkat edilmesini istemiştir. Kanun hazırlanmasını emreden bir fermanın başında: “..... Kanunnâme tahrir olunmak lâzım gelmeğin, bu abd-i hakîr ferman-ı celilleri üzre nazm ve inşâ idülüb ve herkes müstefid olmak içün ıstılâh ve ibaretten feragat olunub...” ifadeleri yer almaktadır. Fatih’in, kanunları Türkçe yazma konusunda açtığı bu çığır, sonraki padişahlar zamanında da sürüp gitmiştir(19).
Osmanlı devrinde Türkçenin devlet dili olarak hâkim olmasının bir başka sebebi de “Enderûn Mektebi’dir. “Enderûn”, saray içinde bir okuldur. Sarayda, orduda ve hükûmet işlerinde çalışacak memurları ve hizmetlileri yetiştirmek bu okulun görevi idi. Fatih tarafından açıldığı bilinen bu okula, “acemi oğlanlar” arasından öğrenci seçilirdi. Enderûndan sadrazamlar, kaptan paşalar, yeniçeri ağaları, eyalet valileri, sancak beyleri, daha başka hizmetler için ünlü kişiler, ayrıca şairler, edipler, ressamlar, mimarlar, müzikçiler, tarihçiler ve daha bunlar gibi medresenin yetiştirmediği bilginler de yetişmiştir.
Askerlik, siyaset ve teknik konuların ağırlıklı olarak okutulduğu Enderûn okulunun temel özelliği, saray içinde bulunması ve bütün derslerin TÜRKÇE okutulmasıdır (20).
Fatih kanunnameleri ve Enderûn mektebinin durumu da gösteriyor ki, Osmanlı devrinde Türkçeye devlet dili olarak gereken önem verilmiştir.
Türkçenin günümüzde anlaşılan şekliyle “resmî dil” olması, yani hukukî bir belge olarak anayasada “resmî dil” ifadesiyle belirtilmesi, 1876’da ilân edilen Kanun-ı Esasî’nin yürürlüğe girmesi ile mümkün olmuştur. Bilindiği gibi Kanun-ı Esasî, ilk Türk Anayasasıdır. II. Abdülhamid devrinde hazırlanmıştır. Bu ilk anayasamızın 18. Maddesi şöyle düzenlenmiştir:
“Teba-i Osmaniyenin hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin LİSAN-I RESMÎSİ olan Türkçe’yi bilmeleri şarttır.”
Bu madde, devlet işlerinde çalışacak memurların Türkçe bilmeleri şartını getirdiği gibi, “DEVLETİN LİSAN-I RESMÎSİ OLAN TÜRKÇE” ifadesine yer vermesi ile de önemlidir.
1876’da ilân edilen ve I. Meşrutiyet Anayasası olarak da bilinen Kanun-ı Esasînin, 57. Maddesinde: “Parlâmentoda yapılacak konuşmaların Türkçe olması”; 68. Maddesinde de “milletvekili seçilebilmek için Türkçe bilme şartı” getirilmektedir.
Kanun-ı Esasî’nin Türkçe ile ilgili maddeleri, 1924 Anayasasının hazırlanmasına kadar yürürlükte kalmıştır. Çünkü 1921’de tam bir anayasa hazırlanmamıştır. Sadece 23 maddelik, temel ilkeleri belirten bir metin hazırlanmıştır. 1921 Anayasası olarak bilinen bu metnin 10. Maddesinde “Kanun-ı Esasî’nin (1876 Anayasası) bu maddelerle çelişmeyen hükümleri tamamen yürürlüktedir.” denilerek 18., 57., 68., maddelerin de dahil olduğu birçok hüküm geçerli sayılmıştır.
Cumhuriyetin ilânından sonra hazırlanan 1924 Anayasasında Türkçenin “resmî dil” olduğu açıkça belirtilmiştir. Teşkilât-ı Esasî adını alan bu anayasanın 2. Maddesi şöyledir:
Madde - 2 “Devletin resmî dili Türkçe’dir”.
1924 Anayasasından sonra hazırlanan anayasalarımızda Türkçe, resmî dil olarak aynı şekilde yerini almıştır. Bugün yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının 3. Maddesi şöyle düzenlenmiştir:
“Türkiye devleti, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür; Dili Türkçe’dir.”
Yine 1982 Anayasasının 42. Maddesi de şöyledir:
“Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası anlaşma hükümleri saklıdır.”
Anayasamızın 2. ve 42. maddelerine dayalı olarak 1739 sayılı Türk Millî Eğitimi Temel Kanunu’nda da dilimizle ilgili hükümler bulunmaktadır. Bu kanunun 10. Maddesinin ikinci paragrafı söyledir:
“Madde - 10: ....Millî birlik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak Türk dilinin eğitimin her kademesinde özellikleri bozulmadan ve aşırılığa kaçırmadan öğretilmesine önem verilir. Çağdaş eğitim ve bilim dili hâlinde zenginleşmesine çalışılır. Bu maksatla Millî Eğitim Bakanlığı’nca gereken tedbirler alınır.”
Yukarıda zikrettiğimiz anayasa maddeleri ve kanunlarımızda Türkçenin, devletimizin resmî dili olduğu açık seçik hükme bağlanmıştır. Buna göre devlet, resmî dilini gözetip kollamak yetki ve sorumluluğuna da sahiptir. Bugünkü anayasanın giriş bölümünde “anayasanın sözüne ve ruhuna sadakat” şartı da getirilmiştir. Bu itibarla, devletin resmî yazışmalarında ve eğitim, öğretimde kullanılacak dilin ölçüsü de anayasada kullanılan dildir. Nitekim 29.09.1984 tarihi bir “Başbakanlık genelgesi” anayasa dilinin ölçü olarak alınmasını emretmektedir. Bu genelge istikametinde uygulamayı kolaylaştırmak üzere, 1982 Anayasasına göre kurulmuş bulunan Türk Dili Kurumu “Anayasa Sözlüğü” adlı bir kitap hazırlamıştır.
1739 Sayılı Kanunun 10. Maddesinde “Türk dilinin eğitimin her kademesinde özellikleri bozulmadan ve aşırılıklara kaçılmadan öğretilmesine önem verilir.” ifadeleri yer almaktadır. Bu ifadeler düşündürücüdür. Çünkü “özelliklerinin bozulması” söz konusu olmasa, böyle bir tehlike bulunmasa kanuna bu ifadelerin konulması söz konusu olmazdı.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Başbakanlık genelgesinde “Türkçenin yapısını ve güzelliğini zedeleycek hareketlere izin verilmemesi, ana dilimizin tabiî seyri içinde gelişmesi gerektiği görüşündeyiz” denildikten sonra, “Kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan resmî yazışmalarda ve yayınlarda güzel Türkçemizin aşırılıklardan kaçınılarak kullanılması; yapı, imlâ ve kelimelere dikkat edilmesi” mecburiyeti getirilmektedir.
Dilimiz, tarih boyunca çeşitli milletlerin dilleri, kültürleri ile karşılaşmıştır. Onlardan kelime almış, kelime vermiştir. Tesirinde kalmış, tesir etmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimi ile “değişerek devam etmiş, devam ederek değişmiş”tir. Türk adıyla bilinen ilk Türk devleti Göktürklerden bu tarihe kadar kültür dili, edebiyat dili, ilim dili, devlet dili olarak varlığını sürdürüp gelmiştir. Değişerek ve gelişerek buna devam edecektir.
Hukuk devletinde kanunlara uymak, her vatandaşın görevidir. Anayasanın emrettiği dili kullanmak, dille ilgili kanun, yönetmelik ve genelgelerdeki resmî dile uymak da bu görevler içindedir.