« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

08 Oca

2018

İLİM VE DİN HİZMETİNE ADANMIŞ BİR ÖMÜR AHMET HAMDİ AKSEKİ

ALİ ERBAŞ 01 Ocak 1970

Osmanlı’nın son dönemlerinde devlet siyasi ve iktisadi pek çok problemle boğuşuyor ve birçok cephede neredeyse yedi düvelle savaşıyordu. Bu gibi sebeplerle medreselerde sıkıntılar baş göstermiş olsa da, bu büyük ilim ve irfan çizgisini devam ettirebilecek ve Cumhuriyet dönemine taşıyacak evsafta bazı alimler yetişiyordu. İşte Osmanlı medreselerinin son dönemlerinde yetişen sahip olduğu ilmî birikimi Cumhuriyet dönemine taşıyarak yeni âlimler yetiştirmek ve yetişen bu ilim taliplerinin din-i mübin-i İslam’a hizmet etmelerini sağlamak için en üst seviyede idari görevler alan büyük âlimlerden birisi de Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki idi.

1887 yılında Antalya’nın Akseki ilçesine bağlı Güzelsu (Sülles) nahiyesinde doğan Ahmet Hamdi Akseki, babasının imam olmasının avantajını yaşayarak küçük yaşlarda ondan Kur’an okumasını öğrenmeye başladı. Kur’an okumasını öğrendikten sonra hafızlığa başladı ve küçük denecek yaşta hafız oldu.

Hafızlığını tamamladıktan sonra daha iyi bir tahsil yapması için babası tarafından Ödemiş’e götürülüp Karamanlı Süleyman Efendi Medresesi’ne kaydoldu. Bu sıralarda 14 yaşında olan Ahmet Hamdi Akseki, medreselerin temel İslami ilimleri; Arapça, Hadis, Tefsir, Akait, Fıkıh, Farsça gibi dersleri tahsil etti.

Tarihte iz bırakmış ilim adamlarının hayatında tahsillerini tamamlamak için pek çok ilmî seyahatin olduğu görülmektedir. İlim adamları, doğduğu, büyüdüğü beldedeki eğitim müesseseleriyle yetinmiyor, büyük ilim merkezlerinde tahsil görmeyi tercih ediyorlardı. O dönemin en önemli ilim merkezlerinden birisi de İstanbul olduğu için Akseki, 1905 yılında İstanbul’a geldi ve ilk önce Darü’l-Fünun Ulum-i Aliye-i Diniyye bölümüne kaydoldu. Burada üç sene tahsil gördükten sonra Darü’l-Hılafeti’l-Âliye Medresesi’ne girdi ve yaklaşık on yıllık bir tedrisattan sonra buradan mezun oldu. Aldığı eğitimle yetinmeyerek devrin meşhur âlimlerinden özel dersler almaya karar verdi. Fatih dersiamlarından Bayındırlı Mehmet Şükrü Efendi’yi bularak ona talebe oldu. Birkaç yıl boyunca büyük bir azimle ondan ders aldı ve tahsil sırasında gösterdiği başarıyı bir icazetle taçlandırarak tescil ettirdi.

Aldığı yüksek seviyeli dersleri tamamladıktan sonra Medresetü’l-Mütehassisin’e de devam ederek Felsefe, Kelam, Hikmet-i İlahiyye bölümünü birincilikle bitirdi. Girdiği imtihanı da kazanarak dersiam unvanını aldı. Medreselerde talebelere ve camilerde halka açık ders verme yetkisine sahip bir müderris için kullanılan bu unvan ile artık ilme hizmet edenler kervanına katılmıştı. Zira bu şekilde halka açık ders verme yetkisi alan müderrisler onların irfan dünyalarının zenginleşmesine ve ufuklarının gelişmesine büyük katkı sağlıyordu. 1922 yılına gelindiğinde bugünkü dilde Eğitim Genel Müdürlüğü şeklinde ifade edebileceğimiz Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne atandı. İlk olarak medreselerin müfredat programlarının ıslaha muhtaç olduğunu fark etti ve bununla ilgili çalışmalar başlattı. Hazırladığı raporlar doğrultusunda gerekli iyileştirmeler gerçekleştirildi. Darü’l-hilafe Medreselerinin sayısını 13’ten 38’e çıkardı. 1924’de kurulan İstanbul Darü’l-fünun İlahiyat Fakültesi müderrisleri arasında yer aldı ve hadis hocalığına tayin edildi.

3 Mart 1924 yılında Diyanet İşleri Reisliği kurulmuş ve Rıfat Börekçi başkan olarak atanmıştı. Ahmet Hamdi Akseki Darü’l-fünun İlahiyat Fakültesi’nde hocalığa devam ederken Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin isteği ile Diyanet İşleri Reisliği bünyesinde Müşavere Heyeti üyeliğine atandı. Böylece onun için, kuruluş yıllarında Diyanet İşleri Reisliği bünyesinde zorlu ve yorucu bir görev başlamış oldu. Zira ulusalcılık fikrinin milleti cendereye aldığı yıllardı. Türkçe ezan devreye sokulmuş, ardından Latin harfleriyle Kur’an-ı Kerim basılmış, hatta Türkçe namaz konuşulmaya başlanmış, âdeta İslam dininin cihanşümul özelliği ulusalcı bir söylem içerisine sıkıştırılarak yeni bir kisveye büründürülme çabaları içerisine girilmişti. “Millî din” diye tanımlayabileceğimiz bu anlayışın gerçekleştirilmesi için Devlet eliyle sert ve acımasız kararlar alınıyordu. Bu süreçte Diyanet İşleri Başkan yardımcılığına getirilen Ahmet Hamdi Akseki sekiz yıl bu görevi yürütecekti. Türkçe ezan, Türkçe ibadet tartışmalarının yoğun olarak yaşandığı günlerdi. Kur’an-ı Kerim’in Türkçesi ile namaz kılınması önerilerine karşı bir rapor hazırlayan Ahmet Hamdi Akseki, hazırladığı raporda böyle bir uygulamanın dinî ve ilmî hiçbir dayanağı bulunmadığını ortaya koyarak karşı tavır aldı.

1947 yılında Şerafettin Yaltkaya’nın ölümü üzerine Diyanet İşleri Reisliğine atandı. Diyanet İşleri Başkanlığı görevinin son yıllarında vefatından kısa bir süre önce hazırlayarak Devlet ricaline takdim ettiği “Din Tedrisatı ve Dinî Müesseseler Hakkında Bir Rapor” isimli uzunca sayılabilecek raporda oldukça ciddi hususları ele aldı ve din eğitimi alanına önemli katkılar sağladı. Raporunda genel olarak İslam’da din duygusunun fıtrî olduğundan, Batı’da yaşanan ilim-din çatışmasından, İslam medeniyetinin hiçbir döneminde bu şekilde keskin bir çatışmanın yaşanmadığından bahsederek bir giriş yaptı. Ardından sözü Şer’iyye Vekâletinin ilgası ve Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasına getirdi.

1950 öncesinin din politikalarının nasıl olduğu ve bu politikayı yürürlüğe koymak isteyenlerin amaç ve niyetlerini çarpıcı şekilde deşifre etmesi hasebiyle yakın tarihe tanıklık yaparak günümüze ışık tutan bu rapordan birkaç satırı paylaşalım:

“Millî Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığının muhtaç olduğu dinî elemanları yetiştirecek, Başkanlık da bunları dinî vazifelerde kullanacak ve böylece kanunun kendisine tahmil eylediği dinî ve millî vazifesini başarmaya çalışacaktı. Ama uygulama böyle mi oldu?”

“…Aradan uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Millî Eğitim Bakanlığı 430 Nolu Kanunla taahhüt eylediği vazifeyi yapmamış, yapamamış ve Diyanet İşleri Başkanlığını yakinen ilgilendiren dinî vazifelerde istihdam edilecek hiçbir eleman vermemiş olması ve Başkanlığın da bugüne kadar din adamları yetiştirecek mesleki bir müesseseye sahip bulunmaması yüzünden, bugün memleketin birçok yerinde hakiki ve münevver bir din adamı bulmak şöyle dursun, camilerde mihraba geçerek halka namaz kıldıracak, minbere çıkıp hutbe okuyacak bir imam ve hatip bile bulunmamaktadır (…)”

“…Camide halkı irşat edecek hakiki bir vaiz, bir din mürşidi ve hatip, ancak din ve dünya ilimleri okutularak ve insanı ifrat ve tefrite düşürmek istidadında olan bu iki nevi ilmin yekdiğerini murakabe yolları öğretilerek yetiştirilebilir. Bu şekilde yetişen bir din adamının, bir vaizin, hatta bir köy imamının, bulunduğu yerde her bakımdan en münevver bir mürşit olabileceğinden şüphe etmemek lazımdır. Nasıl ki, vaktiyle iyi yetiştirilmiş olan din adamlarımızdan, adetleri pek az olmalarına rağmen, bugün memleketin pek çok şehrinde faydalanılmakta olunduğunu görüyor ve seviniyoruz. …Vazifesi din işlerini tedvir etmekten ibaret olan Diyanet İşleri Başkanlığının imam, hatip, vaiz, müftü ve yüksek din adamları yetiştirmek üzere muhtelif derecelerde meslek müesseseleri ve kursları açmaya yetkili kılınması, sadece dinî değil, aynı zamanda millî bir zaruret hâlini de almıştır.”

“Şurasını bilhassa kaydetmek isterim: Amerika’da mekteplerde din dersi okutulmadığı bir zaman olmamıştır. Bizde olduğu gibi yirmi altı sene din derslerinin mekteplerde değil evlerde bile adını andırmamak gibi bir şey, ne Amerika’da ne de dünyanın herhangi bir yerinde hiçbir zaman vaki olmamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı yeni baştan iyi bir şekilde teşkilatlandırılmalı ve kendisine lazım gelen muhtariyet verilmeli. Vakıflar Umum Müdürlüğü bütün gelir kaynakları ve teşkilatı ile birlikte, Birinci Büyük Millet Meclisi zamanında olduğu gibi, yine Diyanet İşleri Başkanlığı ile birleştirilmeli. Müftü, vaiz, imam, hatip, müezzin ve yüksek din adamları yetiştirmesi için de doğrudan doğruya Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı müesseseler açılmasına müsaade edilmeli. Ayrıca ilk ve ortaokullarda mecburi, lise ve yüksek tahsil müesseselerinde ihtiyari olarak din dersleri, İslam felsefesi ve genişçe bir İslam tarihi, İslam coğrafyası okutulmalıdır. Yirmi altı seneden beri gittikçe derinleşen bu boşluğu doldurmak için bir taraftan bunlar yapılırken, diğer taraftan da Diyanet İşleri Başkanlığının murakabesi altında gerek şahıslar ve gerekse teşekkül edecek hususi cemiyetler tarafından din ve Arapça serbest lisan dershaneleri ve kursları açılmasına da müsaade edilmelidir (…) (Raporun tam metni için bkz. Sebilürreşad Mecmuası, sayı 101, c. 5, İstanbul 1951, s. 5-6.)

Akseki’nin Diyanet İşleri Başkanlığı görevine başlamasından yaklaşık 30 yıl öncesinden itibaren Türkiye büyük bir bunalıma sürüklenmiş, din adına ne varsa ortadan kaldırılmaya çalışılmıştı. Bu yüzden yukarıdaki çözüm önerilerinin dikkate alınmasını özellikle talep ediyordu.

Ahmet Hamdi Akseki dersiamlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi çok önemli vazifeleri yanında yazarlığı ile de iz bıraktı. Arapça, Farsça ve İngilizce dillerini öğrenmiş, yazarlık hayatına da Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad ekibi içinde yer alarak başlamıştı. Farklı alanlarda kaleme aldığı pek çok eserden bazılarının isimlerini sıralamaya çalışalım: Rûh ve Bekây-ı Rûh, Dinî Dersler, Yavrularımıza Din Dersleri, İslam Dini (Türkiye’de en çok okunan dinî bilgiler el kitabı olup şimdiye kadar 1.5 milyon dolayında basılmıştır), Mezâhibin Telfikı ve İslam’ın Bir Noktaya Cem’i (Talebeliğinde Reşid Rıza’dan tercüme ettiği bu eser de neşredilmiş, daha sonra Hayreddin Karaman tarafından sadeleştirilerek bazı notlarla birlikte İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri adıyla yeniden basılmıştır.), Çocuklara Armağan, Ahlak Dersleri, Askere Din Dersleri, Köylüye Din Dersleri, Ve’l-Asr Suresi’nin Tefsiri, Peygamberimizin Vecizeleri, Yeni Hutbelerim, İslam Fıtrî, Tabiî ve Umumî bir Dindir, İman ve İrade Kudreti, Tacu’l-arûs Tercümesi, İslam’da Ahlakın Mahiyeti, Medeni Dünyanın Dine Dönüşü, İrade-i Cüziyye, İbn-i Sina Felsefesi.

Değişik yerlerde yayımlanan makale türündeki yazılarını ihtiva eden eserleri ise şöyle sıralanabilir: Ramazan Armağanı, Peygamberimiz Hz. Muhammed ve Müslümanlık, Akâid-i İslamiyye, Ulemâ-i İslamiyyeye Bir Sual ve Abdullah Guvilyam Efendinin Cevabı, Garânik Meselesi veya Hâtemü’l-Enbiya Hakkında En Çirkin Bir İsnadın Reddiyesi, Namaz Surelerinin Türkçe Terceme ve Tefsiri, Bir Misyonerle Muhasebe, Bulgaristan Mektupları; Gazâlî’nin Ruh Nazariyesi, İslam’da İktisad ve Tasarruf, Bilinmesi Elzem Hakikatler, Prophet Muhammed, A Study on Prophet Muhammed, İslam Âlemi’nin Gerileme Sebepleri.

Takvimler 1951 yılının 9 Ocağını gösteriyordu. Çalkantılı bir dönemin önemli simalarından Ahmet Hamdi Akseki kendisi için takdir edilen ömrün sonuna geldiğinin farkında değildi. “Her nefis ölümü tadacaktır” ilahî emri gerçekleşecekti. Ecel ne zaman için takdir edildiyse o olacaktı, önceye ya da sonraya almak imkansızdı. Öyle de oldu, görevinin başında iken vefat etti. O uzun sayılmayacak bir ömre Diyanet İşleri Başkanlığı gibi zor bir görevin ve diğer resmî hizmetlerin yanında 70 kadar eser vermeyi de sığdırabilmişti. Bütün bu yönleriyle o, genç ilim taliplerinin ve din hizmeti alanında çalışanların örnek alması gereken ender şahsiyetlerden birisidir.

Ziyaret -> Toplam : 125,20 M - Bugn : 88187

ulkucudunya@ulkucudunya.com